Yatık Emine – Ömer Kavur (1975)

“Adın kötüye çıkmış bir defa. Bu insanlar sana acımayacaklar, iş vermeyecekler, aralarına almayacaklar ve her fırsatta seni ezmek isteyecekler”

Adı kötüye çıkan bir kadının, sürgüne gönderildiği bir Anadolu kasabasında dışlanması ve aşağılanması ile gelişen olayların hikâyesi.

Refik Halit Karay’ın ilk basımı 1919’da yapılan, 1947’de yazarın kendi hazırladığı eklemeler ve değişikliklerle yeni basımı gerçekleştirilen “Memleket Hikâyeleri” adlı kitapta yer alan aynı adlı öyküden uyarlanan bir Türkiye yapımı. Senaryosunu Ömer Kavur ve Turgut Özakman’ın yazdığı, yönetmenliğini Kavur’un yaptığı ve onun ilk yönetmenlik çalışması olan yapıt sinemamızın 1970’lerdeki kayda değer örneklerinden biri ve kaynak öyküyü hakkını veren bir şekilde değerlendirmesi ile de ilgiyi hak ediyor. Başroldeki Necla Nazır’ın performansı ile öne çıktığı filmde kadronun kalanı da işlerini hakkı ile yapıyor ve filmin Yeşilçam’ın önemli örnekleri arasına girmesini sağlıyorlar. Kavur’un dönem sinemasının abartılı melodram ve dram vurgularından uzak duran sade çalışması, öyküye ve karakterlerine dürüst yaklaşımı, sansürle de boğuşarak çalışmasını hayata kavuşturabilmesi ile görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Film bir değil, aslında üç sürgün insanın hikâyesi: Yatık Emine (Necla Nazır) adı belirtilmeyen bir vilayet merkezinde “çeşitli hadiselere meydan veren uygunsuz takımı”ndan bir kadın olarak sürgüne gelmiştir -yine adı belirtilmeyen- bir Anadolu kasabasına. Diğer sürgün ise Server (Serdar Gökhan) adındaki genç bir adamdır ve o kasabaya sakıncalı fikirleri ve bunları çekinmeden dile getirmesi nedeni ile gönderilmiştir. Kumandan (Mahmut Hekimoğlu) ise ailesini ve İstanbul’u özleyen, bu unutulmuş Anadolu kasabasında “kaybolmuş bir çocuk” gibi hisseden genç bir adam olarak bir başka sürgündür aslında. Onların hikâyesini anlatan Refik Halit Karay’ın hayatı da sürgünler üzerine kuruluydu. Osmanlı döneminde hedef aldığı İttihat ve Terakki iktidarı tarafından Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’e sürgüne gönderilen yazar, Kurtuluş Savaşı aleyhindeki yazıları yüzünden de 1922’de yurt dışında sürgünde bulmuş kendisini ve 1938’de affedilene kadar 16 yıl boyunca Halep ve Beyrut’ta yaşamak zorunda kalmış. Kendi hayatını şekillendiren en önemli unsurlardan biri “sürgünlük hâli” olan Karay’ın eserlerine bunu yansıtması çok doğal ve “Memleket Hikâyeleri” kitabı da kuşkusuz bu hâlin en önemli örneğiydi. Bu kitaptaki aynı adlı hikâyeden uyarlanan “Yatık Emine”de bu sürgünlük durumu meselenin göbeğinde yer alıyor ama yaşanılan (ya da yaşamak zorunda kalınan) yere ait hissetmemek ana unsur olarak çıkmıyor ortaya. Üç ana karakterin kendilerine has sürgünlerinde yaşadıkları, daha çok kasabanın sembolü olduğu toplumsal baskı ve ikiyüzlülüğün aracı olarak kullanılıyor hikâyede ve filmde.

Ömer Kavur’un film için hazırladığı ilk senaryo sansür tarafından geri çevrilince Turgut Özakman’ın desteği ile yeniden yazılmış ve belki de bunun sonucu olarak Emine karakteri Karay’ın öyküsünde bir hayat kadınıyken, burada bir erkeğin kaçırıp sonra terk ettiği bir kurbana dönüştürülmüş. Sansür kurullarının bu “toplumsal ve manevî değerler” hassasiyetinin en çok da sinema gibi geniş kitlelere hitap gücü yüksek bir sanat dalında ortaya çıkması doğal ve bir o kadar da trajik ve sinemamızda uzun süre çok olumsuz ve yaratıcı süreçleri etkileyen bir araca dönüştü ne yazık ki. Neyse ki Ömer Kavur’un sanatsal yeteneği ve sinema gözü ortaya kesinlikle ilgiyi hak eden bir sonuç çıkmasını sağlayarak bu dezavantajı unutmanızı mümkün kılıyor.

İki askerin arasında, elinde küçük bir bohça ile yürüyen çarşaflı bir kadını görüyoruz hikâyenin açılışında. Kavur yaya yapılan yolculuğu uzun uzun göstermekten kaçınmıyor Yeşilçam’da pek de görülmeyecek bir tercihle ve filmin Yeşilçam’ın her şeyi hemen ve en açık şekilde gösterme telaşı tuzağına düşmemesinin ilk örneğini veriyor bu seçimi ile. Bu kadın Yatık lakaplı Emine’dir ve vilayet onu “neden dolduğu hadiseler” yüzünden İstanbullu bir komutan gencin olduğu kasabaya sürmüştür. Annesine yazdığı mektupta “Taş gibi kaskatı olmak zorundayım; çünkü burada şefkât bile güçsüzlük sayılıyor” diye yazan genç adamın bu sözleri bizi hikâyenin geçtiği Anadolu kasabasının toplumsal atmosferine de hazırlıyor bir bakıma. Film işte bu atmosfere damgasını vuran ahlaksal ikiyüzlülüğü, toplumsal baskıyı ve kadını sadece bedensel sömürünün aracı olarak gören bakışı ana meselesi yapıyor ve Kavur’un sade ve hassas sineması ile bunu etkileyici bir hikâyenin ana unsuru yapıyor. Emine’nin hikâye boyunca maruz kaldıklarını çok açık ve eleştirisini sakınmadan gösteriyor Kavur; örneğin kalacak yeri olmadığı için, ilk geceyi geçirmesi için yerleştirildiği karakoldaki hücrenin sakini olan bir kadının Emine’ye davranışı onun, kocasının ahlâksızlığının nedenlerinden biri olarak kadınları gördüğünü gösteriyor. Toplumda kadının bir kavram olarak namusla eşitlenmesinin ve bu bağlamda korunması, sahip olunması gereken bir meta olarak görülmesinin doğal bir neticesi bu elbette. Emine’nin kasabaya geldiği andan itibaren başlayan dedikodular, tepkiler, -kadınların, erkekleri nasıl zaptedeceğiz endişesinden kaynaklanan- korkular, ön yargılar ve elbette cinsellik üzerine kurulu hayaller o “saf Anadolulu” söyleminin bir efsane olmaktan öteye geçmediğini ve namusu en çok konuşanın hemen her zaman ona en çok darbe vuran olduğunu kanıtlıyor bize.

Kasabanın bu kötücüllük yüklü karakterlerinin karşısına yerleştirilen iki erkeğin de (Server ve komutan) o yörenin insanı olmaması öyküye ek bir boyut katıyor: “Yabancı korkusu”nun eleştirisi. Biri isteği dışında oraya gönderilen, diğeri işi gereği tayin edilerek kasabaya gelen iki erkeğin hikâyede kadına saygı (ve sevgi) ile yaklaşan iki karakter olması bu eleştirinin temel aracı olmuş. İkisi de oranın yabancısı ve kadına hak ettiği saygı ile yaklaşmaları bir yabancı dayanışmasının değil, kendi kişiliklerinin sonucu sadece. Kasabanın kadınlarının Emine’yi aşağılamakta ve onu sömürmekte erkeklerden geri kalmamasının etkileyici bir şekilde anlatıldığı filmin vurucu sahnelerinden birinde kadına yapılan kötü muamelenin örneklerinden birini görüyoruz bu iki yabancıya rağmen. Kasabada yerleştirildiği her evde “sorun yaratan” kadın komutanın emri ile hastaneye yerleştirilir bir gece için ama boş bir yatağı onun için hazırlamaya üşenen ve zaten kadını buna layık da görmeyen hizmetlinin, öldüğü o sırada fark edilen yaşlı bir kadını yatağından alıp, Emine’ye yatması için orayı işaret etmesi duygusal açıdan hayli güçlü bir an yaratıyor. Server’in ve komutanın çabalarının kasabanın kötücüllüğü karşısında kazanma olanağını acı bir biçimde sorgulatıyor bu ve benzeri sahneler. Aslında bir üçüncü erkek daha var öyküde Emine’ye yardımcı olmaya çalışan: Kasabanın yerlilerinden biri olan ve aykırı davranışları nedeni ile “Deli” lakabı takılan arzuhalci İsmail (Bilal İnci). O da tüm çılgınlığı ile başta destekliyor kadını ama kasabalı kimliği, erkeklerin içinde bu destekten vazgeçmek zorunda kalan ilk ve tek kişinin o olmasını da öykünün temel meselesine uygun düşürüyor.

Filmin iki erkek başrol oyuncusu olması da ilginç bir durum Yeşilçam için; Kavur bu iki baş karakteri alışılmıştan farklı olarak (ve belki bir perça eksiklik olarak da görülebilecek şekilde) pek de bir araya getirmeye ve oradan ek bir çekici unsur yaratmaya kalkışmamış. Kumandanın Emine’ye desteğinin ve olan bitene yaklaşımının arkasında yatanlar da yeterince netleştirilmemiş görünüyor. Kumandanın öyküdeki soğukluğu ve sertliği de bir parça yumuşatılmış gibi ama yine de Mahmut Hekimoğlu gibi bir yıldızın Yeşilçam’da daha önce ve sonra olmadığı kadar ciddi ve uzak duruşu filmi farklı kılan unsurlardan biri olmuş. Karay’ın öyküsündeki -Ömer Kavur’un kendi cümleleri ile söylersek- “Sürgüne gönderilen bir fahişe ile ona gizli bir aşk besleyen bir zabitin ilişkisi” teması sansür yüzünden senaryodan çıkarılınca ve bu iki karakter arasındaki -yine Kavur’a göre- “biraz sado-mazoşist” ilişki anlatılamayınca, komutan karakteri bir parça boşa düşmüş ne yazık ki. Serdar Gökhan’ın Server’i ise; (karakterin Karay’ın hikâyesindeki “Gürcü”lüğünün, tıpkı Emine’nin kasabaya gelmeden önce Ankara’da yaşıyor olması gibi filmde hiç anılmamasının nedeni sansür olsa gerek) sürgüne meşrutiyetçi fikirlerini hiç sakınmadan dile getirmesi yüzünden gönderilmiş olması, toplumdaki “şükür zihniyeti”ni ve özellikle namus konusundaki ikiyüzlülüğü dile getirmesi ile filmin ana temasının asıl taşıyıcısı olarak değerlendirilmiş. Ahlaksız bir planın camide abdest alırken hazırlanması ve finaldeki “Bugün ölünür mü!” tepkisi ile bunu takip eden eylem girişiminin de güçlü örnekleri olduğu toplumsal eleştirinin sahibi temel olarak Server olmuş bu nedenle.

Arif Erkin imzalı müziğin yerel motiflerin kullanımı ile hikâyeye uygun düştüğü ama her fırsatta altı çizilerek kullanılması ve aynı melodinin sık sık tekrarı ile bir parça rahatsız ettiğini de söylememiz gereken filmin görüntülerinde İtalyan Renato Fait’in imzası var. Kavur’un “filmin görsel üslûbu onun başarısıdır. Ben daha çok oyuncu yönetimi ve diğer işlerle uğraştım” cümleleri ile yaptığı işi övdüğü Fait’in sade çalışması yapıtın önemli artılarından biri. Yeşilçam’ın duygusal iniş çıkışlı şovlarına uygun bir öykünün bu tuzağa düşmeden görselleştirilmesini filmin olumlu unsurları arasına koyabiliriz rahatlıkla. Oyunculuklar açısından ise kadro, tüm yardımcı roller de dahil olmak üzere, işini oldukça iyi yapıyor. Mahmut Hekimoğlu, sansürün gadrine uğrayan senaryonun kurbanı olarak bir parça geride kalıyor belki ama yine de karakterinin sıkıntılarını elle tutulur hâle getirebiliyor. Yardımcı bir rolde Bilal İnci’nin güçlü ve göründüğü her sahnede iz bırakan performansı, Serdar Gökhan’ın Yeşilçam abartılarından uzak kalabildiğini de kanıtlayan sıcak oyunculuğu ve elbette, kariyerinin başlarındaki Necla Nazır’ın senaryonun kendisine sunduğu ve daha sonra benzerini çok da yakalayamadığı olanağı çok iyi değerlendiren güçlü ve kırılgan çalışması da takdiri hak ediyor.

Kadını sadece fiziksel özellikleri üzerinden gören ve onu kendi namussuzluğunu gizlemek için kullanan, yabancı ve farklı olanın düşmanı bir toplumdaki yozlaşmanın resmini çizen bu Ömer Kavur filmi 1970’lerdeki sinemamızın özgün ve ilgiyi hak eden çalışmalarından biri. Film hem kaynak öykünün yazarı Refik Halit Karay’ı hem de sinemamızın nadir okullu isimlerinden Ömer Kavur’u anmak için de iyi bir fırsat.

The Outfit – Graham Moore (2022)

“Mükemmelliği hedeflemezseniz, hiçbir şeyi iyi yapamazsınız. Ne var ki gerçek mükemmelliğe erişmek mümkün değildir”

1950’li yıllarda Chicago’da, özel diktiği kıyafetlerinin müşterileri genellikle gansgterler olan bir terzinin dükkânında geçen kanlı ve akıl oyunlarının çatıştığı bir gecenin hikâyesi.

Yönetmenlik kariyerinde öncesinde sadece 2008’de Ben Epstein ile birlikte çektiği “The Waiting Room” adlı kısa film olan ve “The Imitation Game” (Enigma) ile senaryo Oscar’ı kazanan Graham Moore’un ilk uzun metrajlı yönetmenlik çalışması. Senaryosunu Moore ile birlikte Johnathan McClain’in yazdığı, ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı olan film gerilimini ve çekiciliğini aksiyondan çok, senaryosundan alan türden bir suç öyküsü. Kendisini “Terzi değil, biçkiciyim ben” ifadesi ile tanımlayan Leonard karakterinde Mark Rylance’in çok sağlam, olgun ve yalın bir performans sunduğu filmin öyküsünün kurgusu ilk bir saatten sonra bir parça dağılıyor ve karışık hâle geliyor ama yine de ilginç bir suç filmi bu ve sinemanın son dönemdeki ilgiyi hak eden “akıl oyunları” hikâyelerinden biri olarak, görülmeyi hak ediyor.

1956’da Chicago’da yerlerin karla örtülü olduğu bir gecede geçiyor tüm hikâye; ara sıra kısa sürelerle geri dönüşler olsa da, tek bir gecede yaşanan kanlı bir öykü seyrettiğimiz. Zamandaki bu “kısıtlılık”, mekânda da kendisini gösteriyor ve kamera açılış ve finaldeki çok kısa süreler hariç, hep terzi dükkânında kalıyor hikâye boyunca. Londra’da aldığı terzilik eğitimi ile edindiği mesleğindeki ustalığını, yaşadığı (ya da yaşadığını iddia ettiği) büyük bir kişisel trajediden sonra Chicago’da sürdüren bir adam Leonard (Mark Rylance). Sekreteri ve asistanı olan bir genç kadınla birlikte çalıştığı iş yerinde diktiği özel kıyafetlerin ücretini rahatlıkla ödeyebilecek tek grup olan suç örgütlerinin üyeleridir asıl müşterileri. Hikâyenin başında gördüğümüz gibi, onlara verdiği tek hizmet terzilik de değildir. Dükkânındaki bir posta kutusu bölgeye hâkim olan örgütün kendi içindeki ve birlikte çalıştığı diğer örgütlerle olan haberleşmesi için de kullanılmaktadır. Leonard dükkânına bu amaçla girip çıkanları görmezden gelmektedir ve zanaatının gerektirdiği kumaş, makas, iğne, iplik ve mezura gibi araç gereçlere gömmektedir başını bu ziyaretler sırasında. Derken işler karışır ve herkesin posta kutusuna bırakılan bir ses kasedinin peşine düşmesi ile gerilim, yalan, oyun ve cinayet dolu bir hikâye başlar.

Leonard karakterinin işi (“Sanat değil, zanaat”) ve incelikleri üzerine konuştuğu anlatıcı sesi ile açılan ve bu sesin zaman zaman yine onun sadece mesleği (“Terzi değil, biçkici”) üzerine düşüncelerini dile getirdiği filmde adamın ustalığı üzerinde özenle duruyor kamera. Sonradan öğreneceklerimiz, sürprizler, gerçekmiş gibi söylenen yalanlar ya da yalanmış gibi söylenen gerçeklerin yanında, onun işini adeta kutsal bir görevmişçesine icra edişini ayrıntıları kaçırmadan sık sık gösteriyor bize Graham Moore. Bir suç öyküsü ile çelişir gibi görünen bu durum, aksine çok önemli bir işleve sahip: Tıpkı mesleğini sabırla, özenle, incelikle ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan yapması gibi, Leonard’ın bir başka ajandası daha olmasını ve tüm o sessizliği içinde bir akıl oyununu inşa etmesini daha da etkileyici kılıyor bu seçim. Diktiği takım elbiseleri için “Kimin için yaptığınızı anlamadan, ortaya iyi bir şey çıkarmak mümkün değil” düsturu ile hareket eden Leonard, planının tüm karakterlerine biçtiği rolleri de onların kim olduğuna, beklentilerine ve zayıf noktalarına göre belirleyecektir. Böylece terzilik / biçkicilik zanaatını, öykünün önemli bir unsuru yapıyor senaryo ve anlatıcı sesin söylediklerini de havalı / boş sözler olmanın ötesine taşıyarak, önemli bir işlev yüklüyor onlara.

Filmin orijinal adı olan “outfit” sözcüğü genellikle özel bir amaç için giyilen kıyafetler anlamına geldiği gibi, yine belli bir amaç için kurulan örgüt veya takımları tanımlamak için de kullanılıyor İngilizcede. Bu ismin seçimi de Graham Moore’un başarılarından biri; çünkü hem Leonard’ın gangsterlerin kıyafetlerini dikmesine hem suç örgütlerinin hemen tamamının bir arada toplandığı “The Outfit” adlı bir çatı örgütünün varlığına gönderme söz konusu bu isimle. Amerikan sinemasında “The Outfit” adını taşıyan iki film daha çekilmiş bugüne kadar ve bunların ikisi de (John Flynn’in 1973 ve J. Christian Ingvordsen’in 1993 tarihli filmleri) Moore’un yapıtı gibi, gangster hikâyeleri anlatırken, biri yine burada olduğu gibi FBI’da katmıştı hikâyesine. Meraklısı için, Flynn’in filminin türün ilginç ve önemli örneklerinden biri olduğunu da belirtelim.

Aralarında 2 Oscar’ın da bulunduğu pek çok ödülün sahibi olan Alexandre Desplat’ın, caz havası ile 1950’lerin Chicago’suna çok yakışan ve hikâyeye tıpkı Leonard’ın işini zarafetle yapması gibi bir şıklık katan müziklerinin dikkat çektiği filmin senaryosu kuşkusuz en önemli kozu. David Mamet’ın kendisini suç dünyasının içinde bulan ve bir oyunun kurbanı olan bir psikiyatristin hikâyesini anlattığı, 1987 tarihli “House of Games” (Oyun Evi) filminin senaryosu kadar çekici bir kurgusu var Moore ve Johnathan McClain’in çalışmasının. Seyirciyi aptal yerine koymayan sürprizleri; tek mekân, kısıtlı bir süre ve az sayıdaki karakterin yarattığı yoğunluk duygusunun gücü ve yalanlarla gerçeklerin, dayanışma ile manipülasyonun birbirine karıştığı zekâ düzeyi ile senaryo her türlü takdiri hak ediyor. Ne var ki anlaşılan bu zekâ oyununda durması gerektiği noktayı kaçırmış görünüyor Moore ve McClain ikilisi. İnandırıcılık fazla zedelenmiyor ama üst üste çıkan sürprizler, oyunlar vs. bir süre sonra yoruyor ve öykünün dağılmasına yol açıyor. Bu önemli kusuru bir kenara bırakırsak, senaryonun tıpkı hikâyenin kahramanının işindeki titizliği, özeni ve kalitesi gibi bir işçiliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Türe taze bir soluk kazandırdığını söyleyebileceğimiz filmin artılarından biri de Mark Rylance’ın performansı; oyuncu, karakterinin zekâsını, sabrını, “ince işçiliğini” onu filmin en çekici unsurlarından biri yapan bir güçle canlandırıyor. Oyuncunun bu başarısında sadelik içeren vücut dili kullanımı da çok önemli bir rol oynamış görünüyor. Set ve kostüm tasarımları, Dick Pope’un mekânı gerektiğinde olduğundan daha kısıtlı, gerektiğinde ise aksiyonu da barındırabilecek bir genişlikte göstermeyi başaran kamera çalışması, tıpkı baş karakterininki gibi “İngiliz havası” ve Hitchcock’tan Agatha Christie’ye uzanan farklı havaların esintilerine sahip olan film; Graham Moore’un kendinden emin, rahat ve, oyuncuların ve öykünün doğru tempoları yakalamalarını sağlayan yönetmenlik çalışması ile ilgiyi hak eden bir yapıt kesinlikle. Leonard karakterine atıfta bulunarak söylersek; bir filmin sadece bir sanat eseri değil, bir zanaat örneği olmayı seçtiğinde de başarıya ulaşabileceğini gösteren bu yapıt görülmeyi hak eden bir çalışma.

Shao Lin San Shi Liu Fang – Chia-Liang Liu (1978)

“Keşke okumak yerine kungfu öğrenseydim”

Ülkesini işgal eden zalim bir yönetime karşı mücadele etmek için Shaolin tapınağı’nda kungfu sanatının tüm inceliklerini öğrenmeye çalışan bir genç adamın hikâyesi.

Senaryosunu Kuang Ni takma adı ile çalışan Cong Ni’nin yazdığı, yönetmenliğini Chia-Liang Liu adını da kullanan Lau Kar-leung’un yaptığı bir Hong Kong filmi. Bizde özellikle 1970’li yıllarda bolca gösterilen ve ilgi gören, çoğu Hong Kong kökenli “dövüş filmleri”nin en önemli örneklerinden biri olan yapıt, bu türdeki pek çok eserde imzası olan Shaw Kardeşler Stüdyosu’nun prodüksiyonu olarak da ilgiyi hak eden bir çalışma. Klasik dövüş sahnelerini de elbette içermesine rağmen, iki saate yakın süresinin önemli bir kısmını Shaolin tapınağı’ndaki eğitim sürecine ayıran yapıt, bu seçimi ile de farklılaşan, türün başta intikam olmak üzere pek çok ortak temasını içeren, dövüşlerin koreografisinin başarılı olduğu ve bol ses efektli dövüş sahnelerinden hoşlananları kesinlikle tatmin edecek bir çalışma. “Dışarıda fırtına koparken, bir manastırda huzur içinde yaşama”nın anlamı üzerinden, içe kapanmakla mücadelenin doğrudan parçası olmak gibi iki zıt konum arasındaki çelişkiyi tartışmaya açarak düşünsek bir boyuta da sahip olmak gibi bir artısı da olan önemli bir film.

Üç Çinli kardeşin 1958’de kurduğu Shaw Kardeşler Stüdyosu 1960’ların başlarında Asya kıtasının en büyük yapımcı şirketi olmayı başarmıştı. Amerikan Stüdyo sisteminden yola çıkan şirket, pek çok oyuncu ve yönetmenle sadece kendileri ile çalışmalarını garanti edecek anlaşmalar imzalayarak ve oyuncularla yönetmenleri “eşleyerek” bölgedeki rakiplerinden farklı bir yola saparak öne çıkmıştı. Şirketin başarılarından biri de hem geniş kitlelerin sadece Asya’da değil, tüm dünyada ilgisini çekecek popüler yapımlar üretebilmesi hem de 1962’de Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve jüriden görüntüleri ile teknik ödül alan “Yang Kwei Fei” (Yönetmen: Li Han Hsiang) gibi sanatsal değeri olan örnekleri de sinemaseverlere sunabilmesiydi. Günümüzün önemli sinemacılarından olan ve gerek senaryoları gerekse yönetmenliği ile Shaw Kardeşler’in yapımlarından bolca ilham alan Quentin Tarantino o filmlere olan saygısını “Kill Bill” serisinde bu şirketin logosunu göstererek, “Shao Lin San Shi Liu Fang”in başrolündeki Chia-Hui Liu’ya rol vererek ve hatta “pirinç lapası yeme” sahnesini tekrarlayarak açık bir şekilde ifade etmişti.

Film, sert ve baskıcı bir yönetim kuran Manchu hükümetinin yaptıkları karşısında isyan etmeyi seçen ve bunun için Shaolin tapınağına katılıp, orada kungfu sanatını öğrenmeye soyunan San-Te adındaki bir genç adamın hikâyesi üzerine kurulu. On sekizinci yüzyıl başlarında yaşayan gerçek bir karakter Santa-Fe (Chia-Hui Liu) ama senaryo onun öyküsünü oldukça serbest bir biçimde anlatıyor bize. 1970’lerin yaygın sinemaskop anlayışı ile çekilen filmin açılış jeneriği ile birlikte hikâyenin kahramanı Santa-Fe’yi antrenman yaparken görüyoruz. Stüdyo içinde çekildiği açık olan ve değişen görsel atmosferlerin (tamamen boş bir alan, şiddetli yağmur, tepeden şelale benzeri dökülen su, kızıl bir güneş ve gökyüzü vs.) hâkim olduğu sahnelerde Santa-Fe tek başına kungfu hareketlerini sergilerken, Yung-Yu Chen imzalı ve türe yakışan müzik de eşlik ediyor ona. Babası balık ticareti yapan genç bir öğrencidir, o zamanki adı ile Liu Yude. Yaşadığı bölgede Mançu yönetimi vardır ve başta isyan edenler olmak üzere halka sert bir baskı uygulanmaktadır. İdamlar ve işkenceler sıradanlaşmıştır ama bu duruma boyun eğmemeye kararlı milliyetçi gruplar da vardır ve “İnsan ya galip gelir ya da o uğurda ölür” düsturu ile hareket etmektedir bu gruplar. Genç Liu-Yude zamanın okumak değil, dövüşmek zamanı olduğuna inanarak, kungfu öğrenmek için Shaolin manastırına girmeye çalışır ama işi o kadar da kolay değildir; başkeşiş onun isteğini “Bu tapınak sığınılacak bir yer değildir. Ruhun temiz değil, öfke dolu. Burada kalmaya uygun değilsin” sözleri ile ret eder ama kahramanımız onu ikna etmeyi başarır. Sonrası, uzun bir eğitim süreci ve -tahmin edileceği üzere- düşmana karşı, intikam boyutu da olan, bir mücadelenin hikâyesi olur.

Belli bir çizginin üzerindeki tüm kungfu, karate vs. filmlerinde hikâye hep bir felsefe boyutu da taşır; bu filmde de görüyoruz aynı tercihi ve öykünün önemli bir kısmında eğitim süreci anlatıldığı için bu boyut senaryonun temel unsurlarından biri olmuş. Shaolin tapınağında toplam 35 farklı oda var (filmde biz bunların 10’unu görüyoruz) ve her biri eğitimin farklı ruhsal (asıl olan bu) ve bedensel aşamalarını temsil ediyor. Zaman zaman hafif bir komedisi olan sahneler de içeren film bu odalardaki eğitimlerin hemen her birini özenle ve meraklısını kesinlikle mutlu edecek bir biçim ve içerik ile anlatıyor. Örneğin yemeğe erişebilmek için kütüklere basarak bir havuzu geçme çabası hayli eğlenceli ve başarılı görüntüler getiriyor karşımıza. Eğitimler temel olarak, tam da bu tür bir filmden beklenmesi gereken bir prensip üzerine kurulu: Hedefe önce zihinde ulaşmak (“Ruh ve zihin bir olursa, beden de bir olur”). Kahramanımızın bir “Shaolin rekoru” kırarak 5 yılda tamamladığı eğitimin sahneleri yaratıcılık dolu oyunların da sağladığı çekicilikle ve bir belgesele yakışacak uzunlukta sahnelenirken, öykü önemli bir meseleyi de karşımıza çıkarıyor: Zalim bir yönetime karşı aktif bir mücadele içinde olmak veya “ruhsal/fiziksel bir içe kapanma” ile pasif kalmayı seçmek. Shaolin tapınağındakiler elbette ikincisi, kahramanımız ise ilkinden taraf olacaktır; başkeşişin “Tapınağımız huzur dolu olsa da, dışarıda fırtınalar kopuyor” ifadesi ile saptadığı (ya da itiraf ettiği) üzere önemli bir etik meselenin işaretidir bu. Film bu meseleyi elbette bir derinlikle ele almıyor ama hem meraklısının ilgisini uyandıracak şekilde gündeme getiriyor konuyu hem de öykünün kahramanını ek bir mücadele içine sokarak, aksiyon / heyecan arayanlara da göz kırpıyor. Keşişlerin adam öldürememesi ile, direnişin fiziksel mücadele ve bunun sonucu olarak öldürmeyi de gerektirmesinin (“Keşiş öldüremez ama ben öldürebilirim!”) çatışması üzerinden çok farklı bir hikâye de anlatılabilirdi ama Lau Kar-leung’un yapıtı bir aksiyon filmi sonuçta ve anlattığı kadarı ile yetinmeyi terch ediyor film.

Filmin ağırlıklı olarak kungfu’nun kendisine ve eğitime ayrılması bazı aksiyon bölümlerinin veya intikam gibi popüler temaların işlenişinin bir parça geride kalmasına yol açmış doğal olarak ama bunların ilki pek de önemli değil açıkçası; sonuçta ister gerçek bir dövüşü göstersin ister eğitimleri sergilesin, kungfu’lu aksiyonu yeterince kullanıyor hikâye. Eğitimler ile bire bir kapışmaların veya bire çoklu dövüşlerin tümünün zaman zaman sert bir dansı çağrıştıran koreografileri yeterli bir çekicilik yaratıyor film için. Buna karşılık, bir düşmanla mezarlıktaki yüzleşme örneğin, intikam duygusunu yeterince güçlü kılamıyor ve “kötü adam”ın kişiliğinin sadece “kan dökmeye, paraya ve kadınlara” düşkün cümlesinden öteye geçmeyen bir anlatımla ifade edilmesi de doğal olarak yardımcı olamıyor bu duyguyu yaratmaya. Anlaşılan kungfu ustası olmanın aşamalarına odaklanan senaryo, kahramanımızın öğrencilerinin finalde “un dökmek” dışında hikâyede bir işleve sahip olmamaları gibi problemleri de pek dert etmemiş.

Kalabalık figüranlı sahneleri, 1970’lerin modası zumları (çok nadir başvurulan yavaşlatılmış gösterimler dışında yönetmenin tek teknik gösterisi zum tercihleri olmuş), başroldeki Chia-Hui Liu’nun öyküye, öykünün türüne ve karakterine yakışan performansı ve elbette kungfu sahneleri ile dikkat çeken film öncelikle türün meraklıları için elbette; ama diğerleri için de bu türe ısınmak adına doğru bir seçim. ABD’de hikâyenin ruhuna aykırı bir şekilde “The Master Killer” (gerçek bir Shaolin keşişinin birini öldürmesi mümkün değil çünkü ve finalde belirsiz bırakılan dışında, Santa-Fe hikâye boyunca kimseyi öldürmüyor zaten) adı ile gösterilen filmin daha sonra çok da ilgi görmeyen iki -tam anlamı ile olmasa da- devamı da çekilmiş: Bunların ilki olan ve yine Lau Kar-leung’un yönettiği, 1980 tarihli ve komedi türündeki “Shao Lin Ta Peng Hsiao Tzu”da hikâyede önemli bir yeri olmayan Santa-Fe karakterini başka bir oyuncu canlandırırken, Chia-Hui Liu sahte keşiş rolünde çıkmış seyircinin karşısına. Aynı yönetmenin imzasını taşıyan ve yine komedi türündeki üçüncü filmde (“Pi Li Shi Jie”, 1985) ise Chia-Hui Liu öyküde bir yan karakter olan Santa-Fe’yi canlandırmış tekrar. Sadece ülkesinde değil, bizde ve Batı’da da ilgi gören ve örneğin Amerikalı hip-hop grubu Wu-Tang Clan’a pek çok kez esin kaynağı olan film temposu, Yueh-Tai Huang ve Arthur Wong imzalı görüntüleri (özellikle sinemaskopun olanaklarından yararlanan geniş açılı kareler filme önemli bir katkı sağlıyor) ve filme sağlam bir ritm kazandıran kurgusu (Hsing-Lung Chiang ve Yen-Hai Li) ile görülmesi gerekli bir kungfu yapıtı, özetle söylemek gerekirse.

(“The 36th Chamber of Shaolin” – “Master Killer” – “Feleğin 36 Çemberinden Geçenler”)

Mies Vailla Menneisyyttä – Aki Kaurismäki (2002)

“Hafızanı kaybetmiş olsan da pes etme. Hayat ileriye doğru akar, geriye değil; yoksa işin daha zordu”

Uğradığı saldırı sonucu hafızasını kaybeden ve kim olduğunu bile hatırlamayan bir adamın sıfırdan yeni bir hayat kurmasının ve geçmişin kaçınılmaz olarak bir gün tekrar karşısına çıkmasının hikâyesi.

Aki Kaurismäki’nin yazdığı ve yönettiği bir Finlandiya, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Cannes’da Jüri Büyük Ödülü ve Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan yapıt yönetmenin “Finlandiya Üçlemesi” başlığı altında toplanan filmlerinin kronolojik olarak ikincisi (Diğerleri 1996 tarihli “Kauas Pilvet Karkaavat” (Sürüklenen Bulutlar) ve 2006 yapımı “Laitakaupungin Valot” (Alacakaranlıktaki Işıklar)). Yönetmene özgü bir mizahla dramın bir arada olduğu film Kaurismäki’nin ülkesi Finlandiya’da seyirciden en çok ilgi gören eseri olması ile de bilinen; hüzün ve her türlü yoksunlukla örülü hikâyesine rağmen yaşam sevinci de taşıyan; yönetmenin her zaman olduğu gibii zengin bir soundtrack seçiminin dikkat çektiği ve yine onun her zamanki gibi toplumun alt kesimlerini öne çıkardığı ilginç bir yapıt.

Trende tanışıyoruz hikâyenin kahramanı ile; 2007’de 51 yaşında hayatını kaybeden Markku Peltola’nın canlandırdığı karakterin adı jenerikte M olarak geçiyor ve adını onun gibi biz de bilmiyoruz. Elinde bavulu ile iniyor, karanlık havada parkta bir banka oturuyor ve bir süre sonra uyuyakalıyor. Yanına gelen üç serseri onu soymakla yetinmiyor ve önce bir sopa ile başına sert bir darbe vurdukları adamı, daha sonra da tekmelerle epey hırpalıyorlar. Ardından onu bir hastane yatağında görüyoruz; başındaki doktor ve hemşire durumunun çok kötü olduğunu konuşurken, hastanın kalbi duruyor. Hemşire üzerine çarşafı örtüp odadan çıktıktan hemen sonra âni bir şekilde “diriliyor” adam ama hafızası tamamen kaybolmuştur ve yeni bir hayata başlayacaktır kimliği ve geçmişi olmadan.

Sol dünya görüşü olan bir sanatçı Aki Kaurismäki ve hikâyelerine güncel toplumsal sorunları da yansıtmaya çalışan bir isim. Günümüzün en önemli meselelerinden biri olan mülteciler hakkında Finlandiya toplumundaki düşmanca yaklaşıma cevap olarak 2017’de çektiği “Toivon Tuolla Puolen” (Umudun Öteki Yüzü) ile Fin toplumunun bu konudaki düşüncelerini etkilemeye çalıştığını söylemişti örneğin. Hikâyeleri hemen hep Helsinki odaklı olsa da, şehre asla romantik olmayan bir bakışla bakan yönetmen “Mies Vailla Menneisyyttä”da da bu yaklaşımını koruyor. “Finlandiya Üçlemesi”nin ilk filminde işsiz kalan bir karı koca üzerinden kapitalizmin insanları öğüten çarklarını öykünün teması yapan yönetmen bu ikinci filmde yine ağırlıklı olarak, toplumun kıyısında kalan insanlara eğiliyor ve sıcak, hümanist ve dayanışma övgülü bir hikâye anlatıyor bize. Doğrudan politik değil, ya da değilmiş gibi görünüyor bu yapıt da ama öykünün kendine özgü mizahı içinde (örneğin banka soygunu sahnesi) sosyal ve ekonomik düzeni eleştiriyi hiç ihmal etmiyor Kaurismäki.

Kendisi gibi sinemacı olan kardeşi Mika Kaurismäki ile ayrı ayrı çektikleri filmlerin son 40 yılda Finlandiya’da çekilenlerin beşte biri olduğu esprisi yapılır sinema dünyasında ikilinin çalışkanlıkları nedeni ile; ama kesinlikle saygı ve övünmeyi hak eden yapıtlar üretiyor iki sanatçı da. Küçük kardeş Aki kendine özgü mizahının da katkısı ile sinema dünyasında bir parça daha fazla popüler oldu ve işte o mizah burada da kendisini gösteriyor baştan itibaren. Hastanede mucizevi bir şekilde dirilen M’nin ayaklandıktan sonra ilk yaptığı, tamamen sarılı olan yüzüne elini atıp, dövülünce çarpılan burnunu yerine oturtmak oluyor örneğin. “Kurtuluş Ordusu” (Dünya çapında faaliyet gösteren Protestan yardım örgütü) bandosunun yer aldığı hemen tüm sahneler ve M’nin karşılaştığı tüm karakterlerle (örneğin “ev”ini kiraladığı adam) ilişkileri ve aralarındaki konuşmalar başta olmak üzere zaman zaman hafif saçma boyutu da olan bu mizah filme önemli bir katkı sağlıyor. Kaurismäki’nin oyuncularından aldığı çoğunlukla “duygusuz” performanslar da destekliyor bu tuhaf mizahı ve filme önemli bir renk katıyor. Senaryo özel bir çaba harcamıyor bu mizahı yaratmak için ki onu doğal kılan da bu; diyaloglara da yansıyan (“Çocukların önünde vurmaz bana”) mizah anlayışı karakterlerin eylem(sizlik)leri ya da düşüncelerine de sızıyor ve hikâye boyunca tutarlı bir şekilde, seyrettiğimizin önemli bir parçası oluyor. The Renegades grubunun enerjik rock şarkısı “Do The Shake”in çaldığı sahnede, Kurtuluş Ordusu’nda çalışan kadının (sade ama hayli etkileyici oyunu ile Cannes’da ödül alan Kati Outinen) yavaş hareketleri ve muhafazakâr görünümünün bu müzikle oluşturduğu zıtlık, filmin mizah anlayışının iyi bir örneği.

Aki Kaurismäki romantik bir Helsinki görüntüsünden uzak durmakla yetinmeyip, hikâyesini işçi sınıfından karakterler, evsizler ve yoksullar üzerinden anlatmış temel olarak. Araya serpiştirilen evsiz insanların ve onların yemek kuyruğundaki görüntülerinin sık karşımıza çıktığı film bu problemlerin karşısına, bir çözüm olarak değil ama, dayanışmayı yerleştirmiş; sıcak bir dil ile anlatılan bu dayanışma, Kaurismäki’nin kendisinin de inandığını gösteren dürüstlüğü bu bağlamda filmin önemli meselelerinden biri oluyor. Resmî kurumların, devletin bir başka ifade ile, soğuk tavırları ve ilgisizliğinin karşısına halkın kendi içindeki dayanışmayı koyuyor ve M’nin kendisine yeni bir hayat inşa etme çabasının sonuca erişebilmesi için bu işbirliğinin ve desteğin önemini vurguluyor film. Emeğe ve emekçi sınıfa değerbilir bir anlayışla yaklaşıyor yönetmen ve banka soygununu bunu vurgulamak için esprili, dramatik ve hüzünlü bir şekilde kullanıyor. Bankaların halkı sömüren tutumunun tam karşısında, alınterinin bedelinin ödenmesine duyulan hassasiyet ve sadece bir silah sesi ile anlatılan onurlu bir inanç ve saygı var bu hikâyede.

Film yeni bir hayat kurma ihtimali üzerine de tatlı tatlı hayaller kurdurmaya yöneltiyor seyircisini. M’nin eski hayatı ile ilgili hiçbir şey hatırlamaması, dolayısı ile o hayatın iyi ya da kötü yönlerinin bundan sonrası için hiçbir önem taşımaması hayli ilginç ve sonlardaki “geçmiş ile yüzleşme”yi düşünürsek hayli eğlenceli bir potansiyel sunuyor kuşkusuz ve Kaurismäki bu potansiyeli akıllıca ve, keyif ve umut veren bir başarı ile kullanıyor. Filmin keyif ve eğlencesini sağlayan bir diğer unsur ise, yönetmenin her filminde olduğu gibi burada da bolca kullanılan şarkılar. Filmografisinin tüm örneklerinde, bazıları birden fazla yapıtta olmak üzere, oldukça fazla sayıda şarkı kullanması ile bilinen bir sinemacı Kaurismäki. Favorilerinden biri olan ve 1960’da kurulup 1971’de dağılan İngiliz rock grubu The Renegades burada da sık sık şarkıları ile hikâyenin bir parçası olmuşlar. Kendi ülkelerinde hiç popüler olamayan ama Finlandiya’da fanatik ve kalabalık bir hayran kitlesine sahip olan grup (Fin yönetmen Yrjö Tähtelä’nın 1966 tarihli ve “Topralli” adlı filminde kendi isimleri ile oynamışlıkları bile var) anlaşılan sadece yönetmenin değil, Fin toplumunun hafızasında da önemli bir yer tutmuş olsa gerek ki pek çok filminin soundtrack’inde yer almışlar yönetmenin. M’nin kiraladığı evdeki müzik kutusu ve Kurtuluş Ordusu bandosu da filmin bu işitsel olgusunu güçlü bir biçimde destekliyor sürekli olarak. Leningrad Cowboys adlı Fin müzik grubu ile olan sıkı ilişkilerinin de (grup için müzik videoları çeken yönetmen; onlarla kısa filmler, iki uzun metrajlı film ve bir konser filmi de yapmış) gösterdiği gibi Kaurismäki için müzik, sanatının önemli bir parçası oldu hep.

Bar sahnesinde duvarda asılı olan fotoğrafın, 1995’te ve henüz 44 yaşındayken kalp krizi ile hayatını kaybeden ve Kaurismäki kardeşlerin pek çok filminde rol almış olan Matti Pellonpää’ya ait olduğunu ve avukat rolünde karşımıza çıkan Matti Wuori’nin gerçek hayatta da avukatlık yaptığını, bu tür bilgilerin meraklıları için eklerken, filmi görülmesi gerekli yapıtlar arasına rahatlıkla yerleştirebiliriz. M’nin bir bakıma yeniden doğuşu ve yeni seçimler yapabilmesi ile umut vaat eden bir çalışma olan film, başta Markku Peltola ve Kati Outinen olmak üzere tüm kadronun “oynamadan oynayan” performansları ve zamandan bağımsız görünen set tasarımları ile de önemli ve ilginç bir yapıt.

(“The Man Without a Past” – “Geçmişi Olmayan Adam”)