Um Filme Falado – Manoel de Oliveira (2003)

“Bir gün sislerin içinden, beyaz atı ve kefeni ile çıkıp gelecek”

Kocası ile buluşacağı Bombay’a gitmek üzere kızı ile Lizbon’dan gemi yolculuğuna çıkan bir tarih öğretmeninin hikâyesi.

Söz konusu yönetmen bu filmi seksen beş yaşında çeken ve günümüzde de kariyerine devam eden Manoel de Oliveira olunca filmin her ruha uygun olmadığı açık. Temel olarak önce gemi ile gezerken uğranılan limanlara ve sonrasında da gemideki zamana odaklanan ama tüm film boyunca uygarlığın tanımı, uygarlığın oluşumu, tarih ve tarih bilinci, öğrenme açlığı, kadın-erkek ilişkileri ve kadının konumu ve uygarlığın sonuna odaklanan bu oldukça Avrupalı film adından da anlaşılacağı gibi konuşmalı bir film. Karakterlerimiz soruyor, anlatıyor, sorguluyor, tartışıyor ve tanık oluyorlar.

Filmin her sinemaseverin gönlünde taht kuracak muhteşem bir kadrosu var. Catherine Deneuve, John Malkovich, Irene Papas ve Stefania Sandrelli isimleri yeterince doyurucu olsa gerek ama bu oyunculardan bir oyunculuk gösterisi gelmiyor filmde. Bunun temel nedeni ise filmin böyle bir amacının olmaması. Bu dört karakter hemen tamamen gemide kaptanın yemek masasında geçen ve zaman zaman doğaçlama havası veren diyaloglar ile bir belgesel görüntüsü içinde imiş gibi oturuyor ve konuşuyorlar. Tam da bu, aslında sıradan bir oyunculuk gösterisinden daha fazlasını sağlıyor seyredene. Bu dört büyük isim samimi bir ortamda kendilerini ortaya döküyorlar, geçmişlerini, mutluluklarını, acılarını, kırgınlıklarını ve özlemlerini paylaşıyorlar. Böyle bir ana tanık olmayı kim istemez!

Lizbon-Marsilya-Napoli-Atina-İstanbul-Port Said-Aden rotası boyunca küçük kız soruyor ve annesi efsaneler, hikâyeler, mitoloji ve gerçekler üzerinden anlatıyor filmin yarısından daha fazla süren bir zaman dilimi boyunca. Pompei, Akropolis, Ayasofya, piramitler gibi anıtlar, eserler, bölgeler sıklıkla soru cevap ile zaman zaman araya giren yerel insanların da katkısı ile hikâyeleri ile birlikte karşımıza geliyorlar. Kartpostal görüntüler üretmeye oldukça yüksek bir potansiyel taşıyan bu şehirler/eserler yönetmenin titiz bir şekilde bundan kaçınması ile süslenmeden ama yine de etkileyici karelerde karşımıza geliyorlar. Tüm bu gezi insanların çoğunlukla savaşarak inşa ettiği uygarlığın izlerini takip ediyor ve film de bizi işte geminin rotasını takip ederek bu izlerin peşinde gezdiriyor. Filmin bu anlardaki sakin anlatımı, düşük temposu ve bu atmosferi dengeleyecek herhangi bir yönteme başvurmaması pek çok seyirci için yorucu (ve hatta sıkıcı) olabilir. Kendinizi resimli bir uygarlıklar tarihi kitabını okuyor gibi hissetmeniz mümkün tüm bu sahneler boyunca. Kamera zaman zaman Ayasofya’da yerdeki haç işaretleri örneğinde olduğu gibi duruyor ve “düşünüyor” eserler üzerinde. Tüm anlattığı hikâyeler ile film, uygarlığı çelişkilerin yarattığını öne sürüyor.

Dört insanın dört farklı dilde konuştuğu ama derin bir entelektüel tartışmayı yapabildikleri bir yemek masasında dakikalarca konuşanların görüntülenmesi seyri yorucu bir tecrübe ama bu sohbetler filmin uygarlık üzerine dile getirdiklerinin de en net ifade edildikleri anlar. Uluslar, uygarlıklar ve insanlar arasındaki ilişkiler üzerine adları Malkovich, Deneuve, Papas ve Sandrelli olan kişilikleri bu sahnelerde dinlemek (evet çoğunlukla sabit bir kamera ile ve kesintisiz tek çekimle gerçekleştirilen bu sahneler için görmek kadar dinlemek de çok uygun bir kelime) kimileri için oldukça çekici bir fırsat, herkes için olmasa bile.

ABD’ye ve bu ülkeyi oluşturan unsurlara mesafeli durup eleştiren, diyalogları ile Avrupa ve özellikle Yunan uygarlığını, sürenin uzunluğu açısından görüntüleri ile İstanbul’u kayırır gibi görünen film beklenmedik finali ile şaşırtıyor. Oldukça basit çekilmiş gibi görünen bu final son karede Malkovich’in dehşet içinde donan yüzü ve jenerik akarken devam eden ses bandı ile uygarlığın sonu üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Bu sahnenin Papas’ın seslendirdiği ve ağıt havası taşıyan halk şarkısının ardından gelmesi sahnenin etkisini artırırken bir yandan da uygarlıkların maalesef çatışmalar üzerinde yaratılıp ilerletildiğini düşünüyorsunuz. Belki içinde bulunduğumuz uygarlığın da sonu gelmiş ve yeni bir uygarlık ayak seslerini duyurmaya başlamıştır, kim bilir. Evet, konuşmalı daha doğrusu çok konuşmalı bir film.

(“A Talking Picture” – “Konuşmalı Bir Film”)

Adams Æbler – Anders Thomas Jensen (2005)

“Hepimiz mantığın sesini dinleseydik, dünya kasvetli bir yer olurdu”

Kamu hizmeti ile cezalandırılan bir neo-nazi’nin geldiği kilisede yaşananların hikâyesi.

Cemaati hemen hemen hiç olmayan bir kilise, garip bir rahip, yine suçlu geçmişleri olan bir Pakistanlı ve bir eski tenis oyuncusu, hamileliği ile ilgili sorun yaşayan bir kadın ve garip bir doktor. Tüm bu karakterlerin bir araya geldiği ve alegorilerle dolu bu film kara mizahın ağır bastığı, eğlenceli, şaşırtıcı, klişeleri kullanır gibi yapıp onlarla sık bir şekilde dalga geçen çok keyifli bir çalışma.

Filmdeki tüm absürt görünen sahneler çok temel bir veriden kaynaklanıyor; rahibin sınırsız inancı veya sınırsız bir inanca sahip olduğuna kendisini inandırması. Gerçekleri çarpıtması ve hatta yalan söylemesi gerçeklerden dolayı kapıldığı dehşetten veya çektiği acıdan dolayı seçtiği bir yol da olabilir, etrafını gerçekten o şekilde algılamasından da. Sonuçta günümüz dünyasının masumiyetin izinin kalmadığı ortamında bir İsa karakteri bu rahip. Dövüldüğü sahnede kilisenin içinde İsa’yı çarmıha gerilmiş olarak gösteren tüm eserlerdeki gibi uzanarak yatması, bir yanağına tokat atıldığında diğerini çevirmesi (veya en azından tepki vermemesi), etrafında olan biten tüm kötülükleri, şanssızlıkları şeytanın işleri olarak görmesi ve oyuncunun fiziksel benzerliği rahibin İsa rolünde olduğunun açık göstergeleri. Bu modern ama bir yandan da dengesini yitirmiş ve şaşkın rahip filmdeki en eğlenceli sahnelerin de odağı oluyor. Örneğin hamile kadının rahip ile konuşması, elma ağacı ile ilgili hemen tüm sahneler ve başlangıçta ve finaldeki yeni suçluları karşılama sahnesi. Bee Gees grubunun “How Deep is Your Love” şarkısının maalesef Take That yorumu ile sık sık çaldığı filmde, şarkının sözleri (en derin karanlıktaki ışığım, düştüğümde beni kurtaran kişi ve özellikle sevginin ne kadar derin olduğunun sorgulanması vs.) rahibin inancı üzerinden düşünülünce senaryoya çok uygun olduğu ve araba içinde çalındığı tüm anların katıksız bir komedi atmosferi yarattığını söylemek gerek.

Karakterlerin ve özellikle Pakistanlı karakterinin Kuzey Avrupa toplumlarında İslama olan tedirgin bakış düşünüldüğünde politik doğrucu bir tavır takınmaktan uzak olduğu söylenebilir ama açıkçası bu da bir haksızlık olur çünkü film herhangi bir dinden bağımsız tüm inançlar ile inancın günümüz toplumundaki yeri ve hristiyanlık referansı ile bakarsak insanların bir çobanı bekleyen masum kuzular olmaktan çoktan uzaklaştığı bir havanın üzerinden dalgasını geçiyor. Elbette sadece inanç değil alaya alınan; doktor karakteri üzerinden bilim de sık sık payını alıyor bu tavırdan.

Görselliği de eğlenceli biçimde kullanarak ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor film. Kurtlanan elmalar, tipik bir gerilim yaratma klişesi olan fırtına ve çarpan kapılar ve yere düşen kitabın hep aynı sayfasının açılması gibi sahneler yönetmenin eğlendirmeyi bildiğinin açık kanıtları. Tüm kadro kendi tiplemelerinin altından başarı ile kalkıyor bu filmde. Bu da ciddi bir başarı aslında çünkü zaman zaman karikatüre dönüşen bir rolü oyuncunun kendisinin bir karikatüre dönüşmeden canlandırması oldukça zor olsa gerek.

Bizden nefret edenin şeytan değil belki de Tanrı olduğunu düşünmekten kaçınmanın ve bunun için sınırsız Tanrı sevgisine inanç duymanın yarattığı absürt dünyanın bu keyifli betimlemesi oldukça hoş bir film. Belki zaman zaman karikatürlük/absürtlük fazla gelebilir ama tüm karakterleri fazla derin analizlere girmese de yeterince iyi bir şekilde ele alan, etraftaki kötülüklerin yaratıcılarından biri olmak yerine o kötülüklere gözünü abartılı bir saflıkla kapamayı tercih eden karakterleri ile belki de yapacak başka bir şey olmadığını söyleyen sevimli bir kara mizah örneği.

(“Adam’s Apples” – “Adem’in Elmaları”)

Uro – Stefan Faldbakken (2006)

“Onlardan nefret etme, onlara yardım etme. Sadece işini yap”

Teşkilatı içinde biraz ayrıksı duran bir polisin olayları kendi başına çözme kararından sonra gelişenlerin hikâyesi.

Çizginin üzerindeki polisiye sinemanın sevdiği temalardan biridir sıradışı polislere el atmak. Amerikan ve Fransız sinemasının sık sık gündeminde yer alan bu konu bu kez bir Norveç filminde karşımıza çıkıyor. Yalnız, sert, özgür, gerektiğinde aşkı için fedekârlıkta bulunacak kadar romantik ve elbette geçmişinde bir sır, bir trajedi, filmin finaline doğru ne olduğu anlaşılacak bir büyük acı olan bir polisin bu hikâyesi benzerlerinden çok da farklılık göstermese de ve bu anlamda orijinallik açısından sıkıntısı olsa da sonuçta iyi ve temiz bir anlatımı olan bir filme kaynaklık ediyor.

Kuralların sık sık dışına çıkan polisimiz bir defasında bu durumunu “Biri kaçarsa peşine düşersin, bu iş böyledir” diye özetleyerek kendisini yerleşik kuralların dışında tutuyor ve filmdeki olaylar onun kişisel kararları ve aksiyonlarına bağlı olarak gelişiyor sürekli. Hikâyeye katılan gizem, romantizm ve şiddet unsurları aslında hikâyenin pek de kompleks olmayan içeriğini bir parça zenginleştiriyor ama sonuçta filmin zaman zaman vermeye çalıştığı epik havasını taşıyacak bir havası yok olan bitenin. İnandırıcılık açısından da sıkıntıları var hikâyenin; polisimizin herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda giriştiği çok riskli kimlik değişikliği ve bu değişikliğin ortaya çıkmaması için dayandığı güvencenin alkolik annesi olması, veya kendisi ile bu kadar dayanışma içinde olan bir organizasyonda kendi başına işlere kalkışmasının nedeni pek de inandırıcı biçimde aktarılamıyor seyredene.

Oyuncu kadrosu içinde özellikle öfkeli ve yalnız olduğu karelerde dikkati çeken başroldeki Nicolai Cleve Broch ve Mette rolündeki Ane Dahl Torp öne çıkan isimler. Bu iki karakter arasında gelişen aşk hikâyesi özellikle sondaki karşılıklı fedakârlıklar düşünüldüğünde pek de iyi anlatılmamış görünüyor. Bu eksiklikler bir yana bırakılırsa özellikle hızlı sahneleri ile (filmin başındaki baskınla sonuçlanan sahne başta olmak üzere) ve Broch’un kendini iyice gösterdiği zamanlardaki performansı ile dikkat çeken film tam anlamı ile olmasa da sıradan bir ayrıksı polis hikâyesinin ötesine geçmeyi başarıyor ve geçmişi anlamadan ve onunla barışmadan geleceğe ilerlemenin mümkün olmayabileceğini söylüyor. Filmin kapanış jeneriklerinde söylenen “No one would ever know” şarkısı başta olmak üzere, orijinal müziğinin hem kendi başına hem de hikâye ile ilişkisi açısından oldukça başarılı olduğunu da belirtmek gerek. Özetle yalnız, duygusal ve huzursuz bir polisin temiz anlatılmış bir hikâyesi bu film.

(“Restless” – “Huzursuz”)

Plein Sud – Sébastien Lifshitz (2009)

“Onu son görüşümde ellerini saçlarımda gezdirmişti. Hiçbir şey söylememişti ama gözlerinde tuhaf bir şey vardı”

Çocukluğunda yaşadığı trajedinin etkisindeki bir adam üzerinden bir yol hikâyesi.

Eşcinsel temalarla çektiği filmlerle tanınan Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz’ten çelişkili duygular yaratacak bir film. Geçmiş, bugün, geçmişle yüzleşme anları arasında gidip gelen ve geleceği belirsiz bırakan bir film bu ve temel olarak iki farklı anı (geçmişi ve bugünü) anlatırken sanki iki farklı tavır benimseyerek bu farklı anlar arasında da bir kopukluğa neden oluyor yönetmen.

Dört farklı karakter (hamile genç kız, onun açık eşcinsel erkek kardeşi, yolda arabaya aldıkları ve kızla yakınlaşan genç adam ve yolculuk ettikleri arabanın da sahibi olan ve geçmişinde bir trajik hikâyesi olan gizli eşcinsel adam) içlerinden sadece birinin hedefinin olduğu bir yolculuğu yaparken tanışıyor, çekişiyor, kavga ediyor, aşık oluyor, acı çekiyor, eğleniyorlar. Film bir yandan biraz kaygısız, biraz soğuk bir biçimde tüm bunları hareketli bir kamera ve bazen de oyunculardan birinin el kamerası ile aktarırken sık sık ve kısa süreli geriye dönüşlerde çok başka bir sinemanın, trajedi ile iletişimin odak noktaları olduğu oldukça etkileyici bir sinemanın havasını taşıyor. Filmi seyrederken keşke film sadece bu geçmişten ve sondaki yüzleşmeden oluşsaydı, diğer tüm yol sahneleri ise sanki ayrı bir hikâye gibi akmak yerine sadece kahramanımızı ve trajedisini anlamak için daha akıllıca tasarlanmış bir zemin olsaydı diye düşünmemek elde değil. Oysa film yolculuk bölümü ile başka bir filmin konusu olabilecek sunulan aşkın reddi veya kabulü, güven, normlar dışında olmanın getirdiği yalnızlık, dürüstlük gibi başka temalara ve sık sık hissettirilen bir eşcinsel estetik üzerinden el atmayı tercih etmiş. Bir başka deyişle yolculuk bölümünün “gürültüsü” geçmişin ve yüzleşmenin sessiz estetiğini bastırmış görünüyor.

Yannick Renier’in oyuncu kadrosunun içinden öne çıktığı ve özellikle sessiz anlarında bakışları ile etkileyici olduğu film, annelik ve anne-çocuk ilişkisine de dokunan bir çalışma aynı zamanda. Baştaki ultrason sahnesi ile birlikte sık sık hissettirilen genç kızın hamileliği ile karışan kafası ve filmin asıl kahramanının geçmişteki trajik olaydan sonra annesi ile hesaplaşmak için yaptığı yolculuk annelik üzerine de bir şeyler söylemeye çalıştığını söylüyor filmin ama bunun ne olduğu pek de açık değil doğrusu.

Yönetmenin oyuncularının ve özellikle erkek olanlarının fiziksel güzelliklerini peşinde olduğu temalara uygun ve dozunda kullanmış göründüğü filmin en başarılı anları arasında trajik olayın gerçekleştiği sahne, sondaki anne ile yüzleşme ve ıssız sokaklarda birlikte hiç konuşmadan yürünen bölüm yer alıyor. Bu sahneler bir kez daha filmin sadece bu sessiz anlara odaklanması durumunda çok başka bir noktada olabileceğini gösteriyor seyredene. Özetle, filmin başarısını zedeleyen ve yolculuğun nedensiz görünmesine yol açan o yol bölümleri olmasa çok parlak bir başarının sözünün edilebileceği ama bu hali ile de yetenekli bir elden çıktığını hissettiren ve geçmişle yüzleşme ve affetme üzerine söyleyeceği anlamlı sözleri olan bir film.

(“Going South” – “Güneye Giderken”)