“Gerçeğe hizmet etmek için yalan söylüyorsun”
Bir politika muhabirinin popüler bir oyuncu ile yaptığı röportajın hikâyesi.
Hemen tamamı tek bir oda içinde geçen ve bu nedenle başarısı oyunculuklara, diyaloglara ve yönetmenin becerisine çok bağlı olan ve bu bağlamda bakıldığında da aksamayan bir film. Sinemada pek çok örneği olan bir durum bu; bir oda içinde iki kişi. Birkaç başarılı örnek vermek gerekirse, Joseph Mankiewicz’in Anthony Shaffer’ın oyunundan uyarlanan filmi “Sleuth”, Richard Linklater’ın üç kişi arasında geçen filmi “Tape” gösterilebilir. Bu örnekler dışında da tümü olmasa bile sıradan seyirci için yorucu olabilecek iki kişinin karşılıklı diyaloglarına dayalı uzun bölümleri olan filmler de var. Steve McQueen’in 2008 yapımı filmi “Hunger” uzunca bir bölümünde bir hapishane ortamında karşılıklı bir masada oturarak konuşan bir mahkum ile bir rahibi karşımıza getiren çok başarılı bir filmdi. Tüm bu örnekleri hatırladığımızda -bu tür filmlerin ayakta kalabilmesinin yukarıda saydığımız temel ön şartlarını hatırlayarak- diyalogların bariz bir şekilde öne çıktığını görüyoruz ve diyaloglar doğal olarak kahramanlarının zekâlarını yarıştırdığı ifadelerle dolu oluyor.
Üstteki girişten yola çıkarak bu filme baktığımızda filmin belki çarpıcı bir şekilde olmasa da başarılı olduğunu söylemek mümkün. İstemeden ve küçümseyerek gelinen bir röportajın hikâyesi olan bu film türünün diğer örnekleri gibi çekişme, didişme, zekâ yarışı, itiraf, ironi, baskı ve sürpriz son içeriyor. Karşılıklı sırların ortaya döküldüğü, yaraların deşildiği, rollerin sık sık değiştiği, önyargıların gizlendiği/ortaya döküldüğü ve genelde olduğu gibi üstün görünenin küstahlığına yenildiği bir son.
İki oyuncunun da başarılı performans verdiği filmde gerçek hayatta da ağırlıklı olarak popüler TV dizilerinde oynayan bir oyuncu olan Katja Schuurman ve Peter Bokman özellikle bazı bölümlerde zor rollerinin altından başarı ile kalkıyorlar. Bokman’ın “soğuk itiraf” sahnesi veya Schuurman’ın yalanlarla dolu sahneleri gibi.
Diyalogların bazen komik anlar da yarattığı, süresi dozunda tutulmuş bir film bu. Bir başyapıt değil kesinlikle ve bir süre sonra filmin nereye gideceğini tahmin etmeye başlıyorsunuz ama yine de seyre değer. Heyecanı “rüya içinde rüya içinde rüya” felsefeleri ile süslenmiş baştan çıkarıcı aksiyon filmlerinde değil de hayatın gerçek savaşlarının geçtiği “ilişkilerin” filmlerinde arayanlar için. Kapanış jeneriğinde filme de gayet uygun bir şarkı ile Dusty Springfield’ı da karşımıza getiriyor.
(“Görüşme”)