Yazılar 1 – Nâzım Hikmet

yazalar1nazamhikmet

Bir şekilde hep ertelemiştim Nazım Hikmet’in düz yazılarını okumayı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Yazılar” başlıklı serideki birinci kitap ile başlayabildim nihayet. Sanat, edebiyat, kültür ve dil üzerine çoğunluğu 1924-1937 arasında, bir kısmı da 50’li yıllarda yazılan ve çoğu gazetelerde yayınlanmış kısa yazılar. Nazım hakkında ne kadar fikir verebileceği şüpheli olsa da Nazım’ı tanımayı tamamlamak için gerekli. Yazıların dilinin değiştirilmeden yayınlanması doğru bir tercih. Bu tercih yazıların sonunda bazen oldukça uzun bir listeye dönüşen ve kimi zaman bence gereksiz olan “kelimelerin yeni dildeki karşılıkları “ bölümlerinin kullanılmasına neden olmuş.

Yazıları bana düşündürdüğü cümlelere göre kabaca gruplara ayırınca;

·  Bazı şeyler hiç değişmez/değişmeyecek,

·  Benim dayanamadıklarıma başka dayanamayanlar da var (“Kültür Direktörlüğü’nde öğleden sonra iş görülebilir” cümlesindeki bozukluk üzerine yazılan yazı),

·  Hollywood her şeyi sömürebilir,

·  1920’lerde bir ülkü peşinde koşanlar varmış gerçekten,

·  Sanat ve halkın bir araya getirilebilmesi, evet, imkânsız (kitaptaki tam aksini söyleyen “İşçilerle köylüler,fakir zanaatkârlarla namuslu aydınları” gerçek sanatın bir araya getirebileceği savlı yazılara rağmen, hayır),

·  Bir ülkünüz yoksa, yaşamak mekanik bir ruh hali…

·  Daha iyi bir dünya için çabalamalı, daha iyi bir dünya olmayacak olsa da en azından daha kötü olmaması için ya da hiç olmazsa süreci yavaşlatmak için…

 

Bir Dönem Bir Çocuk / Değişim Yılları / Öfkeli Yıllar – Altan Öymen

birdonembircocuk

Altan Öymen’in anıları (veya tarihe düş(ürül)en notları sıralaması). Seçilen dilin ve kullanılan yöntemin etkisi ile –belki gereğinden fazla- rahat ve hızlı okunabilen bir anı kitabı. Kişisel gelişimin ve ülkedeki gelişmelerin –zaman zaman oldukça başarılı bir şekilde- birbirine yedirildiği, “sosyal demokrat” bir anlayışın hep kendini sezdirdiği, geçmişe tarafsız bir gözle bakma çabasının bazen “inanılan doğruların” gölgesinde kaldığı – ki bunda olumsuz bir yön görmüyorum aslında- bir derleme. Bölümler bazında bakıldığında bazen ağırlıkların yeterince iyi dengelenmediği görülüyor. Örneğin Kore savaşı bölümleri bu kitanın içeriğinde yer alması gerekmeyen detayda çarpışma günlerini içeriyor ki nerede ise tek başına ince bir kitap hacminde bu bölümler. Yine de geçmişe, konu başlarını öğrenmek /hatırlamak amacı ile yaklaşmak için ideal bir kaynak. Bu tür bir anı kitabının en çarpıcı başarısı inceleme/detaylı öğrenme için merak uyandırması olur ki bunu gayet iyi başardığı söylenebilir. Sonuçta, serinin bir sonraki kitabını bekletiyorsa yazar başarmış demektir diye düşünüyorum.

2010 Festival Notları 8

Hücre 211 (Celda 211) – Daniel Monzón : Sert, çarpıcı, hızlı, akıcı; evet. Sosyal olgulara da dokunan İspanyol filmlerine bir diğer örnek ama kalıcı mı? Hayır. Senaryoda bir yandan tahmin edilebilir gelişmeler, bir yandan önceden belirlenmiş sonuç için uydurulan zorlamalar. Goya ödüllerine boğulmuş olması şaşırtıcı. Ülkesinde çok iyi gişe yapan Avrupa filmlerinden uzak durmalı; her an vazgeçilmeye müsait bir kriter olsa da iyi bir kriter. Böylece pek çok “Fransız” olmayan Fransız filminden kaçınma şansı da olur.

(“Cell 211”)

Yepyeni Bir Hayat (Une Vie Toute Neuve) – Ounie Lecomte : Festival broşüründe hikâyenin özetini okuduğunuzda tecrübeli bir festival izleyicisi iseniz “tahmin edebileceğiniz” filmlerden. Yine de samimi anlatımı, basit/düz ama etkileyici yaklaşımı ve dozunda duygusallığı ile “yeni bir hayatın olasılığı” üzerine bağırmadan da bir şeyler anlatılabileceğine örnek. Sevdiğini/güvendiğini yitirmek ve yeniden başlayabilmek üzerine, bir çocuğun gözünden…  

(“A Brand New Life”)

 

Beyaz İnsan (White Material) – Claire Denis : Harika bir Isabelle Hupert. Festivallerde kaçırdığınızda sinema perdesinde görmenin bir daha mümkün olmayacağını bildiğiniz, alışveriş merkezi sinemalarına uğramayacak filmlerden. Beyazlar, Afrika, sömürgecilik, mülkiyet, inat, direnme ve ait olmadığı bir yeri kendisine ait olmaya zorlayan beyazların neden olduğu tahribat. Bir kez daha Stuart Staples müziği eşliğinde Isabelle Hupert’ten doyumsuz bir gösteri. Festival için mükemmel bir kapanış.

2010 Festival Notları 7

Çağrı (The Calling) – Jan Dunn : Hedefini tutturamamış bir ironik yaklaşım. Din, cinsellik, fedakârlık. Eksik kalan bir senaryo.”You’ll never walk alone” dışında vurucu olmayan espriler. Neyin amaçlanacağında kararsız kalınınca her şey kendiliğinden akıp gitmiş sanki. Tesadüfen denk gelen birkaç sahne dışında etkisiz.

 

Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mère) – Xavier Dolan : Gerçek bir keşif. İlk film için yeterince olgun, dürüst, açık sözlü, çarpıcı, samimi, “doğrudan”. Anne-erkek çocuk ilişkisi üzerine bir sevgi-nefret filmi daha. Aşılamayan ve hayatı zorlaştıran tavırlar, insan değiş(ir-emez) üzerine bir el alıştırma. Hikâye anlatmanın en temel şartının içtenlik olduğunu gösteriyor. Sonraki filmleri için çok yüksek beklenti yaratan, çarpıcı bir anlatıma sahip, elini hiç bir şeyden sakınmayacağını gösteren bir yönetmen. Salonu terk edince iz bırakan, üzerinde düşüneceğiniz o filmlerden. Sinema için umut var dedirten.

(“I Killed My Mother”)

 

Akıntıya Karşı (Contracorriente) – Javier Fuentes León : “Farklı” aşkları sıradan dünyalara taşıdığı için bile ilgiyi hak ediyor; taraflardan biri bir sanatçı olsa da. Bir parça daha olgun bir anlatımın daha üst düzeylere taşıyacağı, yerelliği vurgulamamaya çalışsa da teması yeterince ve iyi ki yerel olan bir film. Zaman zaman gereğinden fazla düz bir anlatıma geçen ama yine de Serseri Mayın’ların “pembe şeker” anlatımından çok uzakta kalan bir çalışma. Keşke yönetmen fikri oluşturduktan sonra, biraz uzaktan ve farklı bir gözle tekrar bakabilseymiş konusuna.

(“Undertow”)