Barış Bıçakçı’nın kitabından ilk kez Seyfi Teoman’ın sinemaya yaptığı uyarlamadan sonra haberim olmuştu. Teoman’ın kendine özgü ve çekici bir havası olan filminde bir şeylerin eksik kaldığı duygusuna kapılmıştım seyrettikten sonra. Bu eksikliğin ne olduğunu da kitabı -nihayet- okuyunca anladım. Hadi anladım demeyeyim de filmin yarattığı ama sonra çok da adımını atmadığı alanı daha net fark edince taşlar yerine oturdu sanki.
Her zaman doğru olan bir filmden önce uyarlandığı kitabı okumak gibi gelmiştir bana; bir başka deyişle ya kitabı filmi görmeden okumalı ya da belki de hiç okumamalı kitabı sanki. Aksi takdirde filmden zihine yerleşen görüntüler zaman zaman kitaptaki satırları egemenliği altına alıp yeni bir “okumaya” izin vermeyebiliyor. Burada ise bu endişem tamamen boşa çıktı. Bıçakçı’nın yalın, zarif ve hafif “dalgacı” üslubu o denli güçlü ki filmi seyretmiş olsanız bile yepyeni bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. Filmin de en başarılı sahnelerinden biri olan ve iki erkeğin ve geçici olarak bakımını üstlendikleri kızın birlikte yaptıkları pikniğin anlatıldığı bölüm örneğin, güzelliği ile gerçekten göz yaşartacak derecede güçlü. Aslında tüm kitabın bir özeti var burada sanki; aşk var, hüzün var, korku var, ulaşamamanın ve ulaşamayacak olmanın yarattığı melankoli var, kabullenme var, büyümek ile çocuk kalmak arasında yaşanan sıkışmışlık var… Kitabın tümünde yer alan duygular bunlar. Birbirlerine “aşkla” bağlı ve çocukluklarından beri aralarında sarsılmaz bir bağlılık olan iki erkeğin ve şimdi her ikisinin de aşkının nesnesi olan genç kızın yaşadıkları, erkeklerden biri olan Ender’in ağzından anlatılan ve kelimenin her türlü anlamını barındıracak şekilde diğer erkeğe, Çetin’e yazılmış bir “aşk mektubu” olan kitap edebi süslere ve büyük laflara başvurulmayan, okuyucuya karşı dürüstlükten vazgeçilmeden yazıldığı her satırı ile tekrar tekrar kanıtlanan bir eser.
Film kitabın Ender’in ağzından anlatma tercihini benimsemeyip sanki çok doğru bir seçim yapmamış gibi göründü bana. Çünkü burada bir insanın bir diğerine (evet, bir erkeğin diğerine) seslenişinin yarattığı tat filmde yok olmuş ki bu da benim filmi seyrederken kapıldığım eksiklik duygusunun nedenlerinden biri olsa gerek. Bu iki erkek kahramanın birbirleri ile inanılmaz bir uyum, sevgi, güven ve dayanışma içeren yakınlıklarının bir adı konmuyor yazar tarafından ama kitabı okuyunca buna gerek olmadığını anlayabiliyorsunuz. Şu satırların daha fazlasını söylemeye, ille de bir isim, bir sınıflama ve dolayısı ile bir sınır koymaya gerek var mı?: “Seni aramıştım Çetin, çünkü sen ilktin. Biz ilktik”, “Sınır var mı? İlişkiler için gerçekten bir sınır var mı?… İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu”, “…Evli olduğumu söylediğimde aklıma hanginizin geldiğini gerçekten bilmiyordum… Seninle mi evliydim, yoksa… Nihal’le mi?”
Ender ve Çetin’in Nihal’e karşı hissettikleri (veya daha önce başka kadınlarla yaşadıkları) bana sık sık bu iki erkeğin başka türlü ifade edemedikleri/etmedikleri bir duygunun serbestçe ifade edilebilmesinin bir aracı gibi göründü. O nedenle Nihal’in varlığı ve “kaybı” bu denli etkiliyor bana Eflatun’un “Şölen” adlı kitabından bir bölümü hatırlatan iki karakteri. Herkesin bir zamanlar aynı bedeni paylaştığı öteki yarısını aradığını söyler Eflatun ya, işte bu iki adam bu arayışlarını mutlu sonla bitirebilmişler sanki. Kitabın hüzünlü son bölümü ise bana Ingmar Bergman’ın otobiyografisindeki bir paragrafı hatırlattı. Hani Bergman “Bizi çiftliği gölgeleyecek bir ağaca dönüştürecek dost bir Tanrı da yok” der ya sevdiği kadına ölümden sonrası için, burada Bıçakçı bu iki adamın ölmeden bir ağaca zaten dönüşmüş olduklarını söylüyor bize.
1980 darbesi sonrasının “iktidarsız” kalan toplumunun iki örnek bireyi olarak da görmek mümkün bu iki erkek karakteri. İktidara ihtiyaç duymamak için aslında büyümemeyi tercih eden iki insan belki de bir başka deyişle; yukarıda bahsettiğim sınırların hiç olmadığı o dönemde kalmayı tercih etmişler sanki. Şu satırlar da bunu söylemiyor mu?: “Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu”. Her iyi kitabı bitirdiğimde kapıldığım “neden bu kadar gecikmişim” duygusunu ve onun beraberinde getirdiği hayıflanmayı bana sıkı bir şekilde yaşatan bir kitap, özet olarak.