Blanco en Blanco – Théo Court (2019)

“Şu an tek ihtiyacımız güvenlik ve işletme görevlerini yerine getiren işçilerin fotoğraflarını çekmeniz. Kayıt altına almak istiyoruz, çünkü burada tarih yazıyoruz. Bir vatan kuruyoruz… sizin işiniz de bir nevi insani bir çalışma. Yapılması gerekeni yapmalıyız, olay bundan ibaret”

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Şili’de büyük bir toprak sahibinin düğününde fotoğraf çekmek için çağrılan bir adamın, yerlilerin katledilmesi ile kurulan bir vatanın inşa edilme sürecine tanıklığının hikâyesi.

Senaryosunu Théo Court ve Samuel M. Delgado’nun yazdığı, yönetmenliğini Théo Court’un yaptığı bir İspanya, Şili, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Çocuk yaşta bir kızla evlendiğini geldiğinde fark ettiği ve hiç görmediği bir adamın düğününde fotoğraf çekmek için ıssızlığın ortasındaki bir yere çağrılan adamın tanık oldukları karşısındaki tavrı üzerinden güçlü bir mesaj veren film, yönetmenin sade ve zaman zaman minimalizme kayan sinema dili ile hikâyesini “sakin güç” olarak tanımlanabilecek bir atmosfer kurarak anlatıyor. José Ángel Alayón’un yönetmenin diline çok uygun ve her karesinde tekinsiz ve tedirgin edici bir hava yaratan görüntüleri ile dikkat çeken çalışma, aksiyon görmeyi ve / veya doğrudanlığı bekleyen seyirci için bir parça zorlayıcı olabilir ama Théo Court inşa edilen bir uygarlığın neyin üzerinde kurulduğunu ve insanlık tarihinin yüzleşmesi gereken kötülüklerle dolu olduğunu hatırlatan bu eseri ile sorumlu ve dürüst bir sinemanın ilgiyi hak eden örneklerinden birini veriyor.

Geniş plan görüntü ile sergilenen bir sahne ile başlıyor film. Renksizliği ile siyah-beyaza yakın duran; ağaçların, toprağın ve dağın karla kaplı olduğu, kar fırtınası ve rüzgârın sesinin daha da ıssız kıldığı bir görüntü var bu açılışta. Bir düğünde fotoğraf çekmesi için çağrılan Pedro’nun (Alfredo Castro) gelişi ile başlıyor film ve onun eylemleri ve eylemsizliği üzerinden ilerliyor. Pedro kendisini çağıran mülk sahibini hiç görmemiştir ve hikâye sonuna kadar o da seyirci de hiç göremeyecektir bu adamı ama yaşananların arkasındaki isim de hep o olacaktır. Gizemli adamın evlenmek için seçtiği kızın yaşı çok küçüktür, evin kâhyasının (Lola Rubio) yüzü derin bir yalnızlık ve mutsuzlukla doludur, hep sarhoş gezen ve ev inşa etmek için orada olan adam (Lars Rudolph) sanki o evde sıkışıp kalmış gibidir ve patronun adamları sürekli ellerinde silahlarla gezinmektedir. Bir de yerliler, vatanlarına başkalarının kendi vatanlarını kurmak için yerleştiği yerliler var elbette; bir kısmı mülk sahibinin evinde hizmetçi veya farklı sömürü yollarının kurbanları olarak yaşarken, bir kısmı da ormanda avlanması gereken vahşilerdir beyazların gözünde. Geline klasik tablolardaki pozları verdirerek fotoğraflarını çeken Pedro işverenini kızdıracak bir hata yaptığında tüm yaşananların bir parçası ve tanığı olacaktır ister istemez.

Anlatılan, Şili’nin yerli halkının katledilmesinin ve beyazların “uygarlık”larını bu halkın yaşamları üzerine kurmasının hikâyesi bir bakıma. Théo Court’un filmini benzer konuları ele alanlardan farklı kılansa bu vahşetin ortasına bir “sanatçı”yı bırakması ve onun gördükleri karşısındaki tutumu ve kendisinin de benzer bir sömürüyü başka bir biçimde tekrarlaması üzerinden beyazların işlenen suçlarının doğrudan parçası olanlarla dolaylı olarak o suçlara karışanların veya tanığı olanların “ahlâk”ını sorgulamaya açmak. Senaryo seyirciye doğrudan bir şey söylemiyor hiç ve “mesaj”ını seyircinin kendisinin keşfetmesini, üzerinde düşünmesini ve yargısını oluşturmasını bekliyor. Bunu yaparken de, özenli ve sade bir dil kullanıyor ve şiddeti / sertliği çoğunlukla gözlerden uzak tutuyor; ama sadece tanığı olduklarımız ve ima edilenler bile yeterince açık ve net yaşananları idrak edebilmek için. İç mekânlarda doğal ışık (güneş ışığı, aydınlatmak için kullanılan mum vs.) tercih edilmesi filmin genel anlayışına çok uygun ve zaman zaman karşımıza çıkan yarı-karanlık hem hikâyenin içerik ve biçimine çok uyuyor hem de sağladığı doğallık ile gerçekçi görünümün yaratıcı unsurlarından biri oluyor.

Evet, hayli karanlık bir hikâye bu: Sevgi, mutluluk ve kahkahanın olmadığı; sertliğin kendisini hep hissettirdiği ve belki de yeni hayatların kötülükler üzerine inşa edildiğini bilmenin neden olduğu bir öfke, yılgınlık ve acımasızlığın egemen olduğu bir dünya var filmde. Cinselliğin ya zorla elde edildiği ya da sevgisiz birleşmelere dönüştüğü bu dünyada fotoğrafçı karakterini, o dünyanın tüm acımasızlığı ve şiddeti içinde bir sanatçının duruşu üzerinde düşünmemiz için kullanmış film. Bu bağlamda “kesilen bir kulak için kabul edilen ödeme” ve özellikle de final sahnesi çok önemli. Batmakta olan güneşin son ışıklarını kaçırmamak için telaş içinde yapılan fotoğraf çekimi sanatçının objeleri ile ilişkisi(zliği) üzerine çok şey söylüyor bize. O çekilen fotoğrafların beyazların uygarlığının kökenleri hakkında söyledikleri yanında, Pedro’nun eylemi de sanatçı sorumluluğu hakkında bir o kadar şeyi dile getiriyor.

Avrupalı göçmenlerin Güney Amerika’da karşılaştığı son yerel kabilelerden biri olan ve bugün yok oldukları kabul edilen Selk’nam halkının uğradığı soykırım etrafında kurulan beyaz dünyanın ilk günlerinde geçen hikâye bir olay ya da olaylar zinciri anlatmayı değil, birkaç karakter üzerinden o günleri hissetirmeyi hedefleyen ve bunu da başaran bir çalışma. Sadece sömürenlerin sesinin çıktığı sömürülenlerin ise hep suskun kaldığı (evdeki yerli hizmetlilerden birinin suskunluğunu öylesine zarif ve sade biçimde anlatıyor ki yönetmen aslında en çok onun çığlığını duymamaızı sağlıyor) hikâye, ortalama seyirci için yavaş ve hareketsiz bir havaya sahip ve onların tarafında bir parça “sabır” da bekliyor. Ne var ki başarılı görsel dili ile, karanlık bir hikâyeyi acıları sömürmeden ve hassasiyetini hep koruyarak anlatmayı başaran bu çalışma, başroldeki Şilili oyuncu Alfredo Castro’nun soğuk bir doğallıkla canlandırdığı karakterinin ilginçliğinin de katkı sağladığı, önemli bir yapıt.

(“White on White” – “Beyaz Üstüne Beyaz”)

(Visited 50 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir