“Kötü olan fakirlik, kötü olan açlık, kötü olan iyi bir eğitim alamamak”
Yedi “kayıp” çocuk ve annelerinin hikâyesi.
Tek bir günün hikâyesi bu film. Önce “Çocuklar” başlığı altında çocukların gözünden, daha sonra “Anneler” başlığı altında annelerin gözünden anlatılan bu tek bir günün finalinde her iki taraf bir araya getiriliyor ve hikâye trajik olduğu kadar mutlu ve kötümser olduğu kadar iyimser bir son ile kapanıyor.
“Who’s Afraid of Working Class” adında bir tiyatro oyununa dayanan senaryonun oyunun sinemasal karşılığını çok başarılı bir şekilde oluşturduğunu belirtmek gerek öncelikle. Evet karakterlerin konuştuğu, tartıştığı ve diyalogları çok olan bir film bu ama hem diyalogların güzelliği hem de tüm bu konuşmaların görsel karşılıklarının etkileyici bir biçimde yaratıldığı bir yönetim anlayışı filmi özellikle kimi anlarında has sinemanın tadını taşıyan bir noktaya götürüyor. Hikâyenin anlatmayı seçtiği ailelerin acıda buluşmak gibi bir ortak noktaları var ama hikâyeye politik bir yan getiren bir ortak özelliği daha var ailelerin; filmin konu ettiği ailelerin orta veya alt sınıftan olmaları, daha net bir deyişle filmin dayandığı oyunun adının da belirtttiği gibi çalışan sınıftan olmaları. Bu politik boyuta bir ilave de filmin karakterlerinden birinin Marx’tan Lenin’e ve Kafka’ya ünlü yazarların kitapları ile dolu olan evi. Evde oturan yaşlı kadının çocuklardan birine okumaya başlaması için vermeyi tercih ettiği ilk kitabın John Steinbeck’in “The Grapes of Wrath – Gazap Üzümleri” romanı olması ve son olarak hikâyenin Avustralya’nın yerlilerine yapılan haksızlıklara da uzanan boyutu filmi politik açıdan dürüst ve tutarlı bir noktaya taşıyor. Özetle bu kaybolan çocukların Amerikan sinemasının anlatmayı tercih ettiği “zengin ve güzel ailelerden” değil sıradan orta veya alt sınıflardan seçilmiş olması filmin gerçekçiliğine de ciddi bir katkıda bulunuyor.
Ailelerin içinde bulundukları koşullardan kaynaklanan acıları, hataları ve günahlarının sonuçlarını doğrudan üzerlerinde hisseden çocukların içkiden sigaraya, hırsızlıktan cinsel istismara uzanan yoksul ve acı hikâyeleri film boyunca sürüyor. Tüm bu trajedi belki bir parça fazla gelebilir seyredene ama filmi bu tür bir trajik hikâyenin üzerine oynayan pek çok ticari filmden farklı kılan boyutları var ve bu boyutlara erişmesini sağlayan iki de temel unsur: samimiyeti ve tüm ekip olarak çok başarılı bir performans veren kadrosu. Samimi bir film bu çünkü daha çok çocuklarının yanında durur gibi görünse de anneleri ve genelde aileleri de anlamaya çalışıyor; içinde bulundukları koşullar ve genel olarak ekonomik düzenin kurbanlar olarak gösteriyor onları da. Evet çocuk ve genç oyuncuları ile tüm oyuncu kadrosu başarılı ama özellikle Frances O’Connor’dan söz etmek gerek; hikâyenin en trajik acılarını yaşayan kahramanını yürek parçalayıcı bir güzellikte canlandırıyor, özellikle hastane ve gece kulübü sahnelerinde.
Ruhları örselenmiş büyüklerin ve onların ruhları parçalanmış çocuklarının bu hikâyesi tüm film boyunca taşıdığı ve seyredene de geçirdiği trajik ve karamsar havayı finalde belki biraz fazla kolay ve çabuk dağıtıyor ama sanırım hem filmin hem seyredenin ihtiyaç duyduğu sahneler bunlar ve bu nedenle zorlama görünmüyor ve rahatsız etmiyor bu seçim.
Paralel olarak anlattığı hikâyelerin kahramanlarını doğrudan bir iletişim içine sokmayan senaryonun sanki tek bir hikâyeyi aktarıyor gibi görünmeyi başardığı, hastanede geçen tüm sahne veya bardaki para sahnesi gibi çok iyi çekilmiş ve anlatılmış görünen anlara sahip olan filmin en temel başarısı, ticari sinemanın özenmemiz için yaratılan yapay dünyalarını değil gerçek dünyaları getirmesi karşımıza. Annelik üzerine korkunç güzel sahneleri olan bu film karanlık ve sarsıcı bir etkiye sahip ama bir dürüst ve samimi tavır ile karşımıza getirildiği sürece bu çarpıcılığın sadece olumlu bir etkisi olabilir. Çocuklardan birinin hırsızlık için girdiği evde evin sahibine “Das Kapital” kitabını fırlatması gibi hoş politik duruşları da olan film seyretmek ve düşünmek için.
(“Kutsanmış”)