“İnsanlar, cehennemi dayanılmaz kılanın alevler olduğunu sanıyorlar; ama öyle değil. Asıl dayanılmaz olan, sevginin yokluğu orada”
“Vahşi Batı”nın sert dünyasında bir kadının epik hikâyesi.
Hollandalı sinemacı Martin Koolhoven’in yazdığı ve yönettiği bir western. Baş karakteri “Yeni Dünya”ya göç etmiş Hollandalı bir ailenin kızı olan hikâye, hemen tamamı İngilizce çekilmiş bir Hollanda, Almanya, Belçika, Fransa, İsveç ve Birleşik Krallık ortak yapımı. ABD topraklarında geçen hikâyesine rağmen filmin ana yapımcı ülkeleri arasında ABD olmadığı gibi, çekimler de Almanya, İspanya, Avusturya ve Macaristan’da gerçekleştirilmiş. Uzun süresine rağmen temposu ve olay bolluğu ile ilgiyi üzerinde tutmayı başaran filmi tanımlyabilecek en iyi kelime “sert” olur muhtemelen. Yıllara yayılan hikâyesini görkemli, hatta epik kılmaya özellikle çaba göstermiş Koolhoven ve bu da hem olumlu hem olumsuz anlamda gösteriyor kendisini. ABD’de değil ama başta Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerinde ilgi toplamayı başaran film Amerikan sineması tarzı bir anlatımı bir parça da olsa farklılaştırmaya çalışması ve rahatsız edicilikle birlikte etkileyici sahneleri ile de ilgi çekebilir.
Koolooven dört ana bölümde anlatmış hikâyesini ve filmin din, dinin kitleleri aldatmak ve yönetmek için kullanılması, dinsel fanatizm ve bu kurumun temsilcilerini odağında tutan içeriğine uygun bir şekilde isimlendirmiş bu bölümleri. Sırası ile “Vahiy”, “Göç” (bu kelimenin orijinali olan “exodus”, Yahudilerin Musa zamanında Mısır’dan çıkışlarını ifade etmek için kullanılıyor), “Yaratılış” ve “Ceza” (bu kelimenin orijinali olan “retribution” ise kutsal ceza anlamına da geliyor) adını taşıyan bu bölümlerin başında ve sonunda günümüzü gösteriyor hikâye. Koolhoven’in bu dört bölümü geriye doğru ilerleyen bir şekilde anlatması (“Göç” “Vahiy”den öncesini, “Yaratılış” “Göç”ten öncesini anlatıyor vs.) iki farklı katkı sağlamış hikâyeye: Senaryonun orijinalinde de olan ve hikâyeyi açıklamak için ihtiyaç duyulacak geri dönüşlerden kurtulmuş yönetmen ve seyircinin bir sonraki bölümde açığa kavuşan gerçekleri/nedenleri merak etmesini sağlamış.
Oyuncularının büyük bir kısmının aksine filmin tüm önemli teknik kadrosu Hollandalı sinemacılardan oluşmuş. Koolhoven filmin Amerikan yapımcıların önderliğinde yapılması teklifini kabul etmemiş çünkü filmi üzerinde son söz hakkına sahip olmak istemiş. Bu durumda filmin tüm günahı ve sevabını ona yükleyebiliriz içimiz rahat bir şekilde. Açılışta -kim olduğunu filmin sonunda anlayacağımız- bir kadının ağzından dile getirildiği gibi “savaşçı” bir kadının hikâyesini anlatmış bize Koolhoven ve bu hikâyeyi epik kılmak için de epey çabalamış. Başına gelmeyen kalmıyor kadının ama o hep savaşıyor: Kiliseye karşı, erkeklere karşı ve erkeklere ait bir dünya olan “Vahşi Batı”daki herkese karşı. Hikâyenin uzun bir süreye yayılmış olması da destekliyor bu epik yapıyı ve görüntü yönetmeni Rogier Stoffers’in western dünyasını çekici bir şekilde tarayan kamerası da bu duyguyu pekiştirmeye özen gösteriyor. Bu duyguyu -genel olarak baktığımızda- yaratmayı başarmış film ama zaman zaman özellikle harcanan çabayı fazlası ile hissediyorunuz. “Vahiy” bölümünde rahip ile ilk karşılaştığımız sahne örneğin, karakterin kiliseye girişinden cemaate hitabına kadar fazlası ile hesaplı görünüyor ve bu da filmin samimiyetine zarar veriyor bir parça. Stoffers’ın kamerasının başta rahip olmak üzere kimi karakterleri görüntülerken kullandığı açılar da sinema eğitiminde “şu duyguyu vermek için şu açılar kullanılır” kitabından alınmış gibi duran havası ile yine bu gayretin bir parçası gibi görünüyor.
Koolhoven hikâyesini çarpıcı kılmak için şiddeti kullanmaktan hiç çekinmemiş. Hem fiziksel hem duygusal boyutu ile sık sık karşımıza gelen şiddet, kadınların, erkeklerin, çocukların ve hayvanların kurban olduğu sahnelerde rahatsız edecek bir sıklıkla ve açıklıkla sergileniyor. Sadece şiddetin abartılı kullanımı değil rahatsız edici olan; Koolhoven’in çocukları ve cinsel şiddeti de içine alan boyutlara taşıması tercihini, rahatsız edici olan. Tanığı olmak zorunda kaldıklarımızın, pek çok western filminin nerede ise bir nostalji duygusu ile karşımıza getirdiği “Vahşi Batı”nın gerçek yüzünü sergilemek için tercih edildiği öne sürülebilir belki ama kesinlikle bu konuda fazla serbest hareket etmiş yönetmen.
Cinselliğin karakterlerin davranışlarını ve tepkilerini yönlendiren en temel unsurlardan biri olduğu filmi çekici kılan yönlerinden biri baş karakterinin (çocukluğunu Emilia Jones, büyüklüğünü ise Dakota Fanning canlandırmış bu karakterin) yaşadıklarını ilgi ile izlettirmeyi başarması. Kadının tüm mücadeleleri ve seçimleri oyuncuların performansının da desteği ile filmi ilginçleştirirken, çarpıcı bazı sahneler de filmi seyre değer kılıyor. Kilisedeki intihar başta olmak üzere seyircinin duyguları ile oynamaya niyetli bu sahneler -özellikle de sertlikten çok rahatsız olmuyorsanız- kesinlikle çok etkileyici. Yönetmenin, Guy Pearce’ın canlandırdığı rahip karakterinin de gösterdiği gibi Charles Laughton’ın “The Night of the Hunter” adlı başyapıtından esinlendiğini söylediği filmin feminist olarak nitelendirilemeyecek olsa bile, kadının bakışını öne çıkaran bir yanı var; ne var ki hikâyenin kadını kullanış biçimi ve özellikle görsel olarak kadınların maruz kaldıklarının defalarca ve ısrarla gösterilmesi iyi niyet konusunda oldukça güçlü bir kuşku yaratıyor açıkçası. Yine de dinin ve erkeklerin kadını nasıl bastırıp, “dilsiz” kıldığına değinmesi ve bunu ana konusu yapmasından dolayı takdiri hak ediyor film.
Özellikle dinî motiflerl üzerinden sembolizme sıklıkla başvuran film, özetlersek, aynı nedenle hem etkileyici hem de zayıf bir çalışma: Büyük bir hikâye anlatmaya çabaladığı ve bunun için de gereğinden fazla ileri gitmekten çekinmediği o denli açık ki bu çabanın sonucu olan kimi unsurları ile ilgiyi hak ederken bir yandan da rahatsız ediyor seyirciyi.
(“Cehennem”)