Il Resto Della Notte – Francesco Munzi (2008)

“Batı maddi anlamda zengin ama yorgun ve bunalmış. Refaha giden bu yolculuk onun ruhunu çaldı”

Kuzey İtalya’da geçen ve zengin bir aile ve etraflarındaki mültecileri anlatan bir hikâye.

Zenginlik, mülteciler, göçmenler, refahın paylaşımı ve ötekine karşı duyulan korku üzerine hedefini tutturamamış bir çalışma. Başarılı bir müzik çalışmasının eşlik ettiği hikâye başlangıcının vaat ettiğinin aksine zengin-göçmen ilişkileri veya zenginin bu konudaki korkuları üzerine gitmeyi bir süre sonra unutuyor ve süratle göçmenlerin de karıştığı bir suç hikâyesine dönüşüyor. Filmin zengin-göçmen ilişkisini bir kenara bırakmasının zayıflattığı hikâyenin en başarılı anları da sadece göçmenlere ve onların içinde bulunduğu çıkışsızlığa odaklandığı bölümler.

Zengin aile, göçmenler ve bu iki farklı dünyanın karşı karşıya gelmesi üzerinden çok daha parlak bir fikir veya bir analiz çıkabilirmiş ama bu hali ile film başlangıç ve final bölümü dışında sanki iki farklı hikâyeyi anlatmaya soyunan ve çoğunlukla vasat kalan bir çalışma olmuş. Bu iki farkli hikâye de iki farklı sinemasal tarza sahip; zengin ailenin hikâyesi sıradan ama profesyonelce anlatılmış bir dram, göçmenlerin bölümü ise zaman zaman belgesele kayan tarzı ile iç burkan bir tespit filmi gibi. Belirsiz bırakılan finali ile sorunun çözümsüzlüğünü vurgular gibi görünen film anlatmaya soyundukları ile değil anlattıkları ile ele alınması gereken bir çalışma. Bu gözle bakılınca da özellikle ikinci yarısı ile etkileyici olmayı başaran ama yarım kalmış bir başarı olarak özetlenebilir. Oyuncu kadrosunun içinde yoksul kesimi temsil edenlerin ve özellikle Stefano Cassetti, Laura Vasiliu ve Victor Cosma’nın başarılı oyunculukları ile öne çıktığını belirtmekte yarar var.

Zenginin yoksuldan veya daha genel olarak Batılının mültecilerden korkusu üzerine yetersiz kalan incelemesi ile değil ama zaman zaman iç burkmayı başaran hikâyesi ile değerlendirilmesi gereken orta karar bir çalışma.

(“The Rest of the Night” – “Gecenin Devamı”)

Wolfsbergen – Nanouk Leopold (2007)

“Özür dilerim. Ağlamak istemiyorum. Bir yere gitmeye korkuyorum çünkü ağlayacağımdan korkuyorum”

Bir mektup yazarak ölmek istediğini söyleyen bir yaşlı adamın ve yakınlarının bu mektuptan sonraki hayatlarının hikâyesi.

Ancak Avrupa sinemasından çıkabilecek bir sevme, sevilme, iletişim ve mutluluk hikâyesi. Yakın plan çekimlere çok az yer veren film çoğunlukla insanın normal görme açısı ile anlatılmış ve ilişkiler ve bireysel mutluluk üzerine duygusal bir konuya sahip olmasına rağmen kamerayı tarafsız ve herkese eşit bir mesafede tutarak soğuk ve durağan bir anlatımı benimsemiş bir çalışma. Hiç bir karakterinin bireysel hikâyesini atlamıyor gibi görünen film yine de karakterlerin analizinden çok içinde bulundukları koşulların ve atmsoferin analizini yapmayı tercih eden bir tarz tutturmuş.

Hikâyenin başında herkesin bir diğeri ile sorunu var bu filmde. Filmin sonunda ise roller, düşünceler ve hatta çiftler değişiyor ve karakterler huzura kavuşuyor bir şekilde. Ailenin en büyüğünün mektubu hiç de içeriğinin çağrıştırdığı gibi bir hareketlenme, bir sarsılma yaratmıyor karakterlerimizde. Bunun da temel bir nedeni var; herkes kendi dünyasının, kendi mutsuzluğunun içine kapatmış durumda kendini ve dış dünyadan gelen bu radikal ses bile onları bu dünyadan koparamıyor ve mektup yokmuş gibi davranmalarına neden oluyor. Tüm bu dışa kapalılık içinde sağduyuyu temsil eder gibi görünen ama onun da kendi sorunları olan ve Jan Decleir tarafından incelikle oynanan Ernst karakteri.

Hikâyenin en teşvik edici olduğu anlarda bile sesini yükseltmemeyi tercih eden film ayna önündeki dokunma sahnesi, ölünün temizlenmesi veya filmin son yarım saatinin geçtiği babanın kır evindeki bölüm gibi kimi kısacık kimi uzun bölümleri ile seyredeni “soğuk bir duygusallığın” içinde tutuyor sürekli. Karakterlerin dönüşümünün bir ölüm etrafında ve ondan sonra başlaması sanki karakterlerine ve bizlere yaşamın devam ettiğini ve kendimizi içimize kapattığımız kafeslerden sıyrılıp dışarıda elde edebileceğimiz her ne varsa buna sahip çıkmamızı söylüyor. Bu elde edeceğimizin adının mutluluk olup olmadığını belirsiz bırakan film o kendine özgü sakinliği ve atmosferi olan filmlerden. Karakterlerini konuşturmakta acele etmeyen senaryosu, durgunluğu ve “basitliği” ile herkes için değil bu film elbette ama doğru zamanda çekip gidebilmeyi ve bunu büyütmemeyi, ve işte o zamana kadar yaşamayı ve yaşatmayı öneren tarzı ile ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

All My Friends are Leaving Brisbane – Louise Alston (2007)

“Anthea ile tek konuştuğumuz onun aşk hayatı. Çıkmaya başlarsak ne hakkında konuşacağız?”

Mutsuz ve bekâr bir kadının mutluluğuna ulaşma yolu olarak gördüğü bütün arkadaşları gibi yaşadığı şehri terk edip başka ülkelere gitme çabasının hikâyesi.

Oğlan kızı sever ama açıl(a)maz, kız unutamadığı eski erkek arkadaşının hayalinin peşindedir, etraftakiler ya evlenir ya da şehri terk eder… Bu şekilde özetlenebilecek bir romantik komedinin sonunun ne olacağı da açıktır elbette. Bir parça “The Office” ve bir parça “Will and Grace” havası ve bunların üzerine eklenmiş eğlenceli bir hikâye, sevimli karakterler ve onları canlandıran oyuncuların kendileri de eğlenmiş gibi görünen oyunculukları. Film bu hali ile zaman zaman uzun metrajlı ve modern bir sitcom havası yaratıyor özetle.

Tüm kadronun rolünün hakkını verdiği filmde iki baş kahramanı canlandıran Charlotte Gregg ve Matt Zeremes filmi sürükleyen isimler ve samimiyetleri, komiklikleri ve zayıflıkları ile seyirciyi kendi taraflarına çekmeyi başarıyorlar ve elbette kaçınılmaz mutlu sonu onların adına umut etmesini sağlıyorlar. Filmin öyle çok da derinlere inmeyen ama kendini takip ettirmeyi başaran hikâyesi doğru insanı bulmak üzere eğlendiren bir akışa sahip ve şikayet etmek yerine gözlerimizi açık tutmamızı salık veriyor. Gerçek hayatın gerçek problemleri ve yalnızlıklarının bu şekilde çözülebilir olup olmadığı ayrı bir konu ama sonuçta bu da bir romantik komedi; kahramanlarımız acı çekerken de güldürecek ve sonuçta doğru insanı bulacaklar elbette.

Özetle filmin dinamizmini ve arada giriştiği üslup denemelerini atlamadan ve keyifli bir günde seyredilmesi gereken eğlenceli bir film. 20’li yaşların ortalarından itibaren başlayan ruh ikizini bulamama endişesi üzerine hoş ama sinemasal önemi düşük bir çalışma.

(“Bütün Arkadaşlarım Brisbane’i Terkediyor”)

Il Grande Sogno – Michele Placido (2009)

“Devrim büyük bir rüya ama sonra uyanıyorsun”

1968 yılında tüm dünyayı saran devrim rüyasının İtalya’daki yansımalarının hikâyesi.

Daha çok oyunculuğu ile tanınan İtalyan sinemacı Michele Placido’dan devrim rüyasının parçası olan bireyler üzerine yetersiz kalmış bir deneme. Hikâyenin iki temel kahramanı, aktör olmaya çalışan bir polis ile olayların göbeğinde aktif olarak yer alan bir üniversite öğrencisi, arasındaki aşkın da paralelde anlatıldığı film temasını yeterince işleyememiş ve bir parça yüzeysel kalmış görünüyor.

Filmin temel eksikliği hikâyenin akışında sahneler arasındaki geçişlerin gerektiği kadar akıcı olmaması veya bir başka deyişle kopuk olması. Sanki yönetmen her sahneyi kendi başına ele almış ve çekmiş gibi görünüyor. Bu tercih de hem “devrim” gibi büyük bir rüyanın kendi doğal çekiciliğini hem de devrim rüyası sırasında –en azından başlangıçta- karşı taraflarda olan iki insan arasındaki aşkın çekicilik potansiyelini zayıflatıyor. Aşkın veya polisin dönüşümünün ne zaman ve neden başladığını anlamak da pek kolay olmayınca film senaryosunun zayıflığına yenik düşen bir çalışma olarak kalmış. Yönetmen seyirciye sinemasal bir heyecan duygusu geçiremeyince ve senaryo da işte böyle zayıf olunca ortaya vasat bir film çıkmış sonuç olarak. İlk sevişme anına denk gelen polisin üniversitedeki boykotu basması sahnesi veya polisin kendini savunmak için “tam sana itiraf edecektim ki” diye başlayan diyalogları hikâyenin yapay çarpıcılık çabasının ve inandırıcılık alanındaki eksikliklerinin diğer örnekleri. Tüm bunlara bir de erkek kahramanın aktörlük okulundaki hocası ile ilişkisindeki hocanın öğrenciyi baştan çıkarması gibi ergen fantezileri eklenince hikâyenin pek elde tutulacak bir yanı kalmıyor doğrusu.

Tüm bunlar bir yana filmi cazip kılan bir yan var yine de; anlatmaya soyunduğu ama etkili bir görsellik ile aktaramadıkları: devrim, isyan, boykot, provokasyon, iktidar gibi bizleri de yakından ilgilendiren (veya ilgilendirmesi gereken) kavramlar. Arada gerçek görüntülerin de eşlik ettiği boykot, direniş sahneleri filmin geneli ile kıyaslandığında nispeten daha başarılı ve o günleri yaşamış veya üzerine düşünmüş insanların gönül telini titrecek görüntüler sunuyor. 60’ların kimi klasikleşmiş şarkılarından oluşan başarılı bir müzik bandı eşliğinde ama iyi kurgulanamamış bir şekilde anlatılan hikâye yine de ilginç olabilir konusu nedeni ile ama filmin arkasında bıraktığı temel izlenim başka maalesef: “Devrim çok daha iyi bir sinemayı hak ediyor”

(“The Big Dream” – “Büyük Hayal”)