The Limits of Control – Jim Jarmusch (2009)

“Hissiz nehirlere inerken, kayıkçılar kılavuzum değildi artık”

Gizemli ve kuryelik yapar gibi görünen bir adamın garip hikâyesi.

Jim Jarmusch’dan farklı okumalara açık ve “altında ne var” yaklaşımı kullanılmazsa sadece üslupçu ve gizemli olarak nitelendirilebilecek bir film. Oysa filmin adı, finaldeki suikast sahnesinin başta diyalogları olmak üzere tümü ve kapanış jeneriğindeki son cümle beklenenin aksine bu farklı okumayı hayli teşvik eden ve bu okumanın peşine düşenlere oldukça yardımcı olacak unsurlar barındırıyor.

Hayli zengin bir kadroyu barındıran bir film bu. Küçük rollerde karşımıza Tilda Swinton, John Hurt, Gael García Bernal, Hiam Abbass ve Bill Murray isimler geliyor film boyunca ama filmin asıl yıldızı elbette hemen her karede görünen Isaach De Bankolé. Sessiz, soğuk, titiz ve evet gizemli kahramanı çok az yüz ifadesi kullanarak tam da rolün hak ettiği bir şekilde canlandırıyor.

Madrid, Sevilla ve Almería’da geçen film görüntü yönetmenliğini üstlenen ve konusunun uzman ve entelektüel ismi Christopher Boyle’un imzasını taşıyan kamera çalışması ile benzersiz görüntülere de sahip. Özellikle Madrid’deki ilginç mimarili mekânlarının üzerinde duran ve zaman zaman kamera hareketleri ile elde edilen ilginç görüntüleri aktaran film pek çok referans ile de dolu; sinemadan şiire ve mimariye, müzikten resime ve bilime pek çok konu üzerinde gezinen diyalogları ile bu tür referanslardan hoşlananlara epey keyif verecek anlara sahip. “Suspicion” filminden “La Vie de Bohème” filmine sinema ve Madrid Ulusal Müzesi’ndeki tablolar ve bu tabloların gerçek hayattaki karşılıkları ile resim bu referansların ağırlıkta olduğu sanat dalları.

Filmin adı “ego” olabilirmiş diye düşünüyor insan filmi seyrederken. Ego ve başta bilincimiz ile ilgili olanlar olmak üzere kendimize koyduğumuz sınırlar üzerine bir entelektül deneme olarak görülebilecek film tam bir görev adamı şeklinde hareket eden kahramanının bu kontrollü hayatını konu ediniyor temel olarak. Sanatçı bohemliğinin bu kavramın içi boşaltılmış karşılıklarını da karşımıza getirerek bu yeni “denetlenebilir ve kontrollü” kopyalarını da eleştiri konusu yapıyor. Film boyunca sık sık karşımıza gelen helikopterin finaldeki varlığı gizemli adamın yaptığı tüm yolculuğun aslında kendi bilincine doğru yaptığı bir seyahat olduğunu ve finalde ortadan kaldırılanın da bilinci üzerindeki kontroller olduğunu söylüyor sanki. Net ifadeler ile sınırsızlığı ve daha geniş anlamda özgürlüğü kısıtlayan ve bohemliği küçümseyen tüm kontrollere bir karşı duruşu da işaret ediyor filmimiz. Bireyin abartılı bireyselliğini, kendini önemli görmesini ve hayatın anlamsızlığı karşısında bunun saçmalığını hem karakterlerinin diyalogları aracılığı ile hem de kimi görüntüleri ile sık sık ve açık bir şekilde ifade eden film kahramanına duygularını gösterme fırsatını tek bir sahnede veriyor; kısa bir flamenko dansını yüzündeki belirgin bir takdir duygusu ile alkışlıyor kahramanımız ve film boyunca herhangi bir duyguyu yansıtmaktan uzak duran adamın bu hali ile de çarpıcı bir zıtlık yaratıyor. Sanata övgü olarak adlandırabileceğimiz bu sahne önemli bir tema olarak gerçek hayatın anlamsızlığının ve sınırlayıcı yapısının karşısına sanatın özgürleştiriciliğini koyuyor sanki.

Hitchcock’tan Orson Welles’e, Kaurismaki (Aki)’den Nicholas Ray’e has sinemaseverlerin takdir ettiği isimlerin referans olduğu bir film elbette cazip bir filmdir sonuç olarak. Bu eser de hem bu referansları ile hem de metaforları ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Amerika’ya da epey bir dokundurduğunu söylemekte yarar var. Amerikalı gansgter konuşmalarından, Matriks filmindeki Ajan Smith karakteri gibi giyinmiş kötü adamlarına ve bu kötülerin başını ortadan kaldıran kahramanımızın finalde giydiği kıyafeti ile de vurgulanan Afrikalı kişiliğine dikkat etmeli.

Finalde kötü adamın kendisini dışarıya karşı korumak için aldığı tedbirlerin boşunalığı ve hatta bu tedbirlerin onun sonunu kolaylaştırmış olması ile tüm kendimize koyduğumuz sınırlara, kontrollü hayatlarımıza sert bir direniş var bu filmde. Tüm bu bahsettiğim okumaları bir kenara koyarsanız sessizliği ve anlatır gibi görünüp anlatmadıkları ile yine de çekici olabilecek bir film. Evet, “güzel filmler rüya gibidir; görüp görmediğimize emin olmadığımız rüyalar.”

(“Kontrol Limitleri”)

Croupier – Mike Hodges (1998)

“Onlara seçimlerini yapmalarını söyleyecekti: Kumarbaz ol veya krupiye”

Yazar olmaya çalışan bir adamın bir kumarhanedeki krupiyeliği sırasında gelişen olayların hikâyesi.

Sarıya boyalı saçları ile hayli yadırgatan bir Clive Owen görüntüsü ile başlayan film bir yandan zeki bir numara anlattığı iddiasını taşıyan bir yandan da sanatın gözde temalarından biri olan yaratan sanatçı ile onun yarattığı karakterler arasındaki ilişkiyi ve iç içe geçmeyi anlatmaya soyunan bir çalışma. Sonuç ise tuhaf bir “soğuk çekiciliğe sahip” ama ağızda bir eksiklik tadı da bırakan bir film olmuş.

Owen’ın oldukça soğuk bir tonlama ile canlandırdığı karakterinin yazar parçası pek de inandırıcı değil ama film onun “tek kitaplık bir yazar” olduğunu vurgulayarak bitiyor ve bu bağlamda karakterinin yazarlık çabasının boşuna olduğunu kendisi de söyleyerek bu inandırıcılık eksikliğinin filme zarar vermemesini de sağlıyor. Karakterin krupiyer parçası ise filmin hikâyesinin asıl aktığı mecra oluyor ama orada da hikâyenin iddiasının aksine yeterince zeki olmadığını belirtmekte yarar var.

Filmin en çekici yanı zaman zaman araya girerek hikâyenin akışını ve kahramanın duygu ve düşüncelerini açıklayan dış ses. Bu seçim filmi bir romanı okur gibi izlememizi sağlıyor ve bir yandan kahramanımızın yazdığı romanı okur gibi hissetmemizi sağlarken diğer taraftan da sanat, sanatçı, edebiyattaki karakterlerin yaratılma süreci ve yazar ile karakterinin birbirine karışması üzerine düşünmemize de imkân sağlıyor.

Clive Owen’ın başta yadırgatan ama sonra filmin tarzına çok uygun düştüğünü gösteren oyun tarzı, vasatı aşmayı başaran bir suç filmi havası ve seyircinin özdeşlemesini zorlaştıran ve böylece de filmin “soğukluğuna” uygun düşerek onun olayları mesafeli bir bakış ile izlemesini sağlayan anlatım biçimi ile ilgiye değer bir film. Yönetmen Mike Hodges hikâyenin gerilim yanının imkân verdiği kolaycılığa kapılmayıp farklı bir yöne gitmeyi tercih etmiş. Sonuç tam anlamı ile bir başarı olmasa da bu tercihi ile de çok iyi yapmış. Dozunda tutulmuş bir entelektüel çabanın kimseye zararı olmasa gerek ve burada da bu çaba filmin artı puanlarının çoğunun kaynağı olmuş.

(“Krupiye”)

2010 – Peter Hyams (1984)

“Kendileri kolayca yalan söyleyebilen insanlar HAL’a yalan söylemesini söylediler. HAL yalan söylemeyi bilmez. Bu yüzden paranoyaklaştı”

“2001: A Space Odyssey” filminin devamında Discovery’e ne olduğunu anlamak için Jüpiter’e gönderilen Sovyet-Amerikan karma ekibinin başına gelenlerin hikâyesi.

Bir başyapıtın devamını çekmek cesaret isteyen bir iş, eğer Holywood’da değilseniz. Sevenlerinin kutsal bir konuma yerleştirdiği bir filmin devamı tek başına ne kadar başarılı olursa olsun ilki ile kıyaslanmaktan kurtulamaz çünkü. İlkinde olduğu gibi yine Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanan film bu karşılaştırmadan bekleneceği gibi yenik çıkıyor ama yine de bilim kurgu sevenlerin keyifle seyredeceği bir çalışma. Bu nedenle Kubrick’i ve onun eserini unutup Peter Hyams’in eserine bağımsız olarak bakmamak bu filme haksızlık olur ama yine de dürüst bir karşılaştırmanın zararı yok. İlk film gibi Richard Strauss’un “Also Sprach Zarathustra” adlı eseri ile ve yine yükselen bir güneş görüntüsü ile başlayan filmin ilkinin başarısının gerisinde kalmasının iki temel nedeni var. Öncelikle kameranın arkasındaki isim Kubrick değil ve onun gizemli, titiz ve muhteşem yaratıcılığının eksikliği hissettiriyor kendini. İkinci neden ise en az birincisi kadar önemli olan hikâyenin kendisindeki problem. İlk hikâye içerdiği gizem ile ciddi bir dramatik etkiye sahipken, ikincisi bu gizemi çözmeye, açıklamaya ve dolayısı ile sıradanlaştırmaya çalışması ile dramatik etkiyi oldukça azaltıyor. Hyams’ın senaristliğini, yapımcılığını, görüntü yönetmenliğini ve yönetmenliğini üstlendiği film özetle ilkinin içerdiği şiirselliğe sahip olmayan onun yerine macera ve gerilim yanına ağırlık vermiş olan bir çalışma.

İlk filmde olduğu gibi burada da Sovyet-Amerikan ortaklığı var ama bu kez hikâyeye klişeler girivermiş ve sert Rus kadın subaydan soğuk ve şüpheci Rus mürettabata kadar Sovyetlere tipik Amerikan bakışının izleri yer almış filmde. Rusların içinde bir tane esprili görevli var ama o da erkenden uzayın derinliklerinde kayboluveriyor. Amerikalılar ise esprili ve yapıcı karakterler. Tüm bunların üzerine oldukça başarılı bir şekilde çekilmiş “hava freni” sahnesinde Rus kadın görevlinin kollarına sığınmak için ilk kez gördüğü Amerikalıyı tercih etmesi de ayrı bir rahatsızlık konusu.

Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde ilkinde olduğu gibi başrolde yine “HAL” var. HAL ile programcısı arasında geçen veda sahnesi diyalogları ve atmosferi ile çok başarılı. Bowman’ın göründüğü sahnelerde sürekli olarak hayatının farklı yaş dönemleri arasında gidip gelmesi etkileyici ama –yine karşılaştırma!- ilkinin çarpıcılığından yoksun bir parça. “Siyah taş bloğun” gizemi burada da tam anlamı ile açıklanmıyor belki ama ilkine kıyasla hikâye bu konuda oldukça açık sözlü. Özellikle finaldeki mesajın abartılmış naifliği düşünüldüğünde bu çok daha net anlaşılabilir. Mesajın bu kadar naif olması finalin gücünü de azaltıyor ve ilk film bir koca gizem ile biterken ikincisi her şeyi çözüme kavuşturarak seyirciye de haksızlık ediyor aslında. Özetle ilk film finali ile seyircinin beynine hitap ederken bu film kalbini tercih ediyor hitap için.

Çok sevdiğiniz bir hikâyeyi ve o hikâyenin kahramanlarını (sadece insanları değil, HAL ve siyah taş bloğu da kastediyorum) uzun bir aradan sonra tekrar karşınızda görmek riskli ve tedirgin edici. Bu filmin kendi başına hiç de az olmayan tadını çıkarmak için ilkini unutmalı çünkü Kubrick hayli yüksek bir noktaya taşımıştı ilk filmi. Hyams’a haksızlık etmemeli çünkü karşımızda hikâyesini severek anlatan, ilkine saygıda kusur etmeyen, bilim kurgu sinemasının kimi has özelliklerini barındıran bir çalışma var. Kaldı ki ne kadar naif söylenirse söylensin barışa yönelik her mesaj saygı ve ilgiyi hak eder. Etkileyici görselliği ve insanın ne yaparsa yapsın uzayın o korkunç boşluğunda her zaman aciz ve küçük kalacağını hatırlatması ile de önemli.

(“2010: The Year We Make Contact”)

L’ora di Punta – Vincenzo Marra (2007)

“Dalgalı sularda yüzmekte olan iki kişinden boğulmakta olan, kötülükten değil ama içgüdüsel olarak, diğerini kendine doğru çeker”

Roma’da bir maliye polisinin rüşvet ve tehditle ilerleyen kariyerinin hikâyesi.

Sinemanın en kötücül karakterlerinden biri olan bir polis var karşımızda; rüşvet alıyor, tuzağa düşürüyor, yalan söylüyor, aldatıyor, insanları kullanıyor. Filmimiz onun bu olumsuz karakteri üzerinden hem bireysel hırsların hem de genel olarak onun içinde bulunduğu kurumun ve toplumun yozlaşmasının eleştirisini yapıyor ama sonuç arzuladığı kadar çarpıcı değil.

Filmin yeterince etkileyici olmamasında ve üstelik Fanny Ardant’ın varlığına rağmen sonucun böyle olmasında iki temel etken var: Başroldeki Michele Lastella’nın rolünün altından kalkamaması ve yönetmenin filmin gerilim ve dramatik anlarını yeterince vurucu biçimde aktar(a)maması. Lastella sanki sıradan bir pembe dizi oyuncusu seviyesinde oynuyor ve vücut dili ve mimiklerinde doğallığın eksik olması filme de zarar veriyor. Yönetmenin temel eksikliği ise hikâyesinde ne seyircinin ilgisini sürekli kılacak “kreşendolara” yer vermesi ne de anlatımını bir tarafsızlık ve belgesel havası içerecek bir mesafeden yapması. Filmin tarzı bu ikisi arasında kalınca hikâyenin dramatik çekiciliği de azalmış.

Fransız sinemasının asil kadınlarından biri olan Fanny Ardant filmde polisin kendisinden yaşlı sevgilisi rolünde göründüğü her sahnede rol çalıyor Lastella’dan ve filmi sadece kendisinin varlığı için bile seyredilir kılıyor. Odaya girerkenki hafif yan yürüyüşü (2008’de İstanbul tiyatro festivalinde “Ölüm Hastalığı” adlı tek kişilik oyununda onu seyretmiş biri olarak oyun sırasında hissettiğim duygular hala canlı bugün, özellikle de oyunun sonunda seyirciye kısa bir bakış atıp kulise yürüdüğü sahnenin atmosferi), kocaman ağzı ile güldüğü anda dışarıya verdiği enerji ve hüznünü sadece gözleri ile yansıtması filmin en çekici anlarını oluşturuyor.

Oldukça dokunaklı bir müzik eşliğinde ve beklenmedik bir final ile sona eren film eksilerine rağmen İtalyan toplumuna getirdiği eleştiri, insanın kötülüğünde sınır olmadığını gösteren kahramanı ve kadınlarının (polisin eski ve yeni veya bir başka deyişle genç ve yaşlı sevgililerinin) zaafları ile ilgiyi hak eden bir film. Ardant’ın aşkın başlangıcındaki gülen kocaman ağzını ve yüzündeki saf mutluluğu kaçırmayın.

(“Rush Hour” – “The Trial Begins” – “Dava Başlıyor”)