Gururi No Koto – Ryosuke Hashiguchi (2008)

“Aynı resim yapmak gibi, bir yetenektir yaşamak”

Evli bir çiftin etraflarını saran tüm kötülüklere rağmen kişisel mutluluklarını bulma ve beraberliklerini ayakta tutma mücadelesinin hikâyesi.

Yaklaşık beş yıla yayılan bir zaman dilimi boyunca bir adam ve bir kadının hikâyesini anlatan film kimi yanları ile oldukça başarılı ama kimi yanları ile de oldukça uzun süresinin de nedeni olan gereksiz sahnelerin yer aldığı bir çalışma. Bir evli çiftin anatomisi, bir depresyon hikâyesi, tuhaf insanlar geçidi, bir seks komedisi veya birçok başka başlık altında sınıflanabilecek bir film bu ve tümünün bir arada olması da işte hem filmin süresini uzatmış hem de örneğin ilk iki başlığın öne çıktığı ve üçüncü başlığın da zemin oluşturduğu bir yapı çok daha başarılı olabilirmiş.

Cinsel hayatları hakkında konuşan karakterler ile başlayan filmin daha sonra bu konuşmaları sadece filmin başındaki önceden planlı seks hayatına bağlaması ve sonra unutup gitmesi dikkat çekiyor. Bir başka sıkıntı da tüm o oldukça fazla sayıdaki duruşma sahneleri. Kahramanlarımızın birlikteliklerini mutluluğa taşıma çabaları sırasında insanların çirkin yüzünü ve yapabilecekleri kötülüklerin potansiyel büyüklüğüne bu sahnelerde tanık olmamız tam olarak neyi ifade ediyor, çözmek güç.

Tae Kimura’nın güçlü bir oyunculuk ile canlandırdığı kadının depresyon süreci etkili bir sinema dili ile anlatılıyor ve filmin kimi başarılı sahneleri de bununla ilgili. Lily Franky’nin oyunculuğu ise güçlü kelimesinden daha fazlasını hak ediyor. Gülümsemesi, sabrı, şaşkınlığı ve naifliği ile canlandırdığı karakterin filmin en cazip öğelerinden biri olmasını sağlıyor. Bu iki karakterin konuşmaları ile dolu ve genellikle tek çekimle gerçekleştirilen uzun sahnelerin doğallığı ve doğaçlama havasını taşıyan diyalogları da filmin başarılı diğer yanlarına örnek oluşturabilir. Aşkın çocuksuluğunu ve güneşli havasını çok sevimli bir yönetim ve oyunculuk becerisi ile gösteren sahne ile annenin itiraf sahnesi de akılda kalan bölümlerden ikisi.

Kimi eleştiriler filmi Ozu filmleri ile yan yana anmış ama bir filmin Japon sinemasından olması ve uzunluğu böyle bir referansı geçerli kılmamalı. Kaldı ki Ozu filmleri ile kıyaslandığında bu filmde epey bir şeyler oluyor! Lily Franky’nin oyunu, sanatçı yanı ve insanoğlunun garipliğini aktarma biçimi ile yine de çizginin üzerine çıkmayı başaran ve keşke kurguda iyice bir kısaltılsaydı ve senaryo ilgi alanını bu kadar dağıtmasaydı dedirten bir film.

(“All Arounds Us” – “Etrafımızdakiler”)

Lindje Perendim Lindje – Gjergj Xhuvani (2009)

“Oradaki elçiliğimize buraya iltica etmek için hücum ederlerken, siz gerçekten geri dönmek mi istiyorsunuz?”

Yarış için yurdışına giden Arnavut bisikletçilerin ülkelerindeki rejim değişikliği ile ortada kalmalarının hikâyesi.

Komünizmin son günlerinde yurtdışına yarış için giden amatör bisikletçilerin rejimin yıkılması ile içine düştükleri durumu ve ülkelerine geri dönmeye çalışmalarını anlatan film amaçladığı kadar komik olamayan, eleştirilerinde ve alaycılığında biraz kolaya kaçan ve klişelere dayanmayı tercih etmiş görünen bir çalışma özetle. Batı dünyasına özenerek hayat sürdüren insanların renkli televizyon, kırmızı iç çamaşırları ve Fransız kadın düşkünlükleri bir yana ama televizyonda hayranlıkla seyredilen bir içki reklâmı pek de özenilecek bir unsur olmasa gerek. Yıkılan doğu rejimlerinin sanatçıları eski rejimleri için, bu rejimin kuralları ve sonuçları üzerinden dramatik veya alaycı hikâyeler anlatması anlaşılabilir bir durum ama dilerim gerek eskiye yaklaşımlarında gerekse eski-yeni karşılaştırmalarında daha analitik, daha objektif, daha entelektüel bir bakış taşıyan filmlerin peşinde olanların sayısı artar yakın bir zamanda.

Balkan filmlerinde sıkça görmeye alıştığımız ve bir süre sonra seyredeni sıkma potansiyeli taşıyan şaşkın ama eğlenceli küçük insan karakterlerinin yer aldığı filmin ilgiyi hak eden başarılı yanları da var şüphesiz. Kahramanlarımızın ülkelerine dönme yolunda kendilerini arafta bulmaları ve vize sorunu nedeni ile iki ülke arasındaki sahipsiz topraklarda kalakalmaları tema olarak başlı başına çarpıcı bir dramatik güce sahip. Bunun dışında Türk sinemasının Arzu Film ekolünden gelen filmlerindeki “dayanışma” içindeki karakterleri de oldukça sevimli gelecektir seyredene. Türk sinemasında bu bahsettiğim ekoldeki filmlerde yer alan şehire ilk kez gelen köylü karakterlerin yaşadıkları ile hayli benzerlikler taşıyan kahramanlarımızın Batı uygarlığı ile ilk karşılaşma anları ve artık eski bildikleri biçimde var olmayan ülkelerine mutsuz ve perişan dönmeye çalışırken etraflarını sarmış gibi görünen öpüşen Batılı çiftler yarattığı kontrast filme artı puan getiriyorlar.

Sınırları geçme sahnelerindeki küçük olayları da sevimli bir biçimde anlatmayı başaran film hedeflediği komikliğin uzağında ve bir parça “basit” kalmış bir çalışma ama ne olursa olsun insanın vatanına kavuşma arzusunu hatırlatması, dayanışmanın getirdiği gücü göstermesi ve klişeleri atlatmayı başarabilirseniz sevimli ama yeterince iyi işlenmemiş karakterleri ile bir göz atılmayı hak ediyor yine de.

(“East West East: The Final Sprint” – “Doğu Batı Doğu: Son Sprint”)

Le Voyou – Claude Lelouch (1970)

“Kötü ve çirkin oyunu oynayacağız. Yazı gelirse seni ben vuracağım, tura gelirse o. Dik gelirse kurtulursun”

Yüklü bir soygun peşindeki bir hırsızın hikâyesi.

Fransız sinemasının kendine has yönetmenlerinden ve özellikle stilize anlatımı ile tanınan ismi Claude Lelouch’tan klasik polisiyelerden çok farklı bir film. “Un Homme et Une Femme” filmine aşık olduğum yönetmenin bu çalışması belki adını andığım bu film kadar çarpıcı değil ki bunun da en temel nedeni o filmde ilk kez sergilediği yaratıcı anlatım yöntemlerini burada tekrarlıyor olması ama yine de kendine has başarılı bir garipliği olan bu fim de yönetmenin farklı teknikleri kullanması ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Filmi tanımlamak için en uygun kelime stilize ifadesi olsa gerek. Bugün belki bir parça eskimiş görünebilir ama filmi stilize kategorisine sokan unsurlardan söz etmekte yarar var. Milcho Manchevski’nin 1994 yapımı “Before the Rain” filmindeki kullanımı hayli çarpıcı bir sonuç veren “dairesel anlatım”, hikâyenin sonunun başlangıcına bağlanması, o filmden yirmi dört yıl önce burada kullanılmıştı bile. Lelouch bu anlatım biçimi ile seyircisini şaşırttığı gibi, sık sık değişen kurgu anlayışı ile de çarpıyor seyredeni. Francis Lai imzalı ve kendini gösteren müziği ile de dikkat çeken çalışma mekanik bir hava veren diyalogları ve oyunculukları ile bu filmin öncelikle bir yönetmen filmi olduğunu sık sık hatırlatıyor bize. Tüm bu ifadeler yapay ve rahatsız edici bir film ile karşı karşıya olduğumuz düşüncesini yaratmamalı çünkü Lelouch filmi sık sık o tehlikeli noktaya götürür gibi yapsa da her defasında toparlamayı başarıyor hikâyeyi. Çocuğu kaçırılan ailenin polis ile konuştuğu ve tek çekim ile oluşturulan sahne boyunca en az konuşan aile kadar polisin ensesini ve sırtını göstermekten çekinmeyen yönetmen bu farklı tercihleri ile pek çok başarılı sinemasal anı da yaratmayı başarıyor film boyunca.

Kadınlarla arası hayli iyi ve buyurgan bir eda taşıyan baş karakteri Fransız sinemasının dev oyuncusu Jean-Louis Trintignant soğuk ama muzır bir çocuk havasında etkileyici bir biçimde canlandırırken yönetmenin biçim denemelerine oyunculuk açısından da katkıda bulunuyor. Onun hayat verdiği bu becerikli, usta ama öncelikle zeki hırsız film boyunca sergilediği irili ufaklı oyunları ile ve özellikle de soymak için seçtiği yer ile seyircinin gönlünde yer ediyor. Kapitalizmin göbeğindeki bir kurum olan bankayı düşürdüğü zor durum hayli eğlendirebilir politik duyarlılığı olanları ama bu durumu bile kendi çıkarı için kullanmayı başaran kurum düzenin kimlerin düzeni olduğunu söylüyor. Yine de en azından soymak için doğru yeri seçtiğini düşünerek avunabilirsiniz. Lelouch kendi hikâyesinden senaryolaştırdığı filmde reklâmcılar ve onların biçimlendirdiği hayatları yaşayan küçük burjuvalar ile dalga geçmeyi de ihmal etmiyor.

Belki zaman zaman fazla stilize, belki bir parça çarpıcılığını yitirmiş ve özellikle başlangıçta havasına girmesi kolay olmayan ama kesinlikle değişik, çekici ve farklı bir film. Kahramanın bilmişliği, emredici tavrı ve rahatlığı kendisini sevmeyi zorlaştırabilir belki ama bu durumu onun Fransızlığına verirseniz, hikâyesine eşlik etmek çok doğru ve eğlendirici bir seçim olacaktır.

(“The Crook” – “Serseri”)

Happy Ever Afters – Stephen Burke (2009)

“Bizimki ilk görüşte aşktı. Sen böyle şeylerden anlamazsın. Her şeyi iki kez yapman gerekiyor”

Çakışan iki düğün töreninde oluşan kaosun ve yeni aşkların hikâyesi.

Aynı kadın ile ikinci kez evlenen bir adam ve para karşılığında bir göçmenle sahte evilik yapan bir kadının bu romantik komedi türündeki hikâyeleri türünün öne çıkacak filmlerinden biri değil ve zaman zaman taşıdığı sitcom havası ile yeterince çarpıcı değil ama yine de eğlen ve unut kategorisinde görülebilecek ve bazen de keyifli bir kahkaha attırabilecek bir film olarak nitelendirilebilir. Romantik komedilerin çoğu gibi sonu başından belli bir film bu ki belki de başarılı romantik komedileri çekici kılan da budur ama burada sonucun başarılı kelimesini hak ettiğini söylemek pek mümkün değil.

Başrollerdeki Hugh Grant’e benzeyen Tom Riley ve Shelley Duval’i hatırlatan Sally Hawkins senaryoya uygun fiziklerini de kullanarak filmi sürüklemeyi başarıyorlar. Shelley Duvall’in rol aldığı Stanley Kubrick başyapıtı “The Shining” filmine gönderme yapan balta ile kapı kırma sahnesi bu benzerlikten mi esinlenmiştir bilmiyorum ama filmin de başarılı anlarından biri olmuş. Yardımcı oyuncu kadrosu da üzerlerine düşeni yapıyorlar film boyunca.

Filmin bir parça daha başarılı işlenebilse çok daha etkili olacak karakterleri göçmen bürosundan gelen ikili. Zaman zaman sessiz filmlerin sözsüz espri gücünü kullanmaya çalışan ama bunu her zaman başaramayan filmde bu iki karakter sessiz sinema döneminin ünlü Keystone Kops karakterleri gibi beceriksizlikleri ile eğlendiren resmi görevliler rolünde filmin çok fazla olmayan başarılı komik anlarında yer alıyorlar. Lezbiyen kadınlar ise filmin olmasa da olur (hatta belki olmasa daha iyi olur) karakterleri ve çoğunlukla bir otelin içinde geçen filmin gereksiz dış sahnelerinin de kaynağı olmuşlar. Daha derinlikli bir senaryonun ve daha sıradışı karakterlerin eksikliği nedeni ile başarılı bir film olmanın uzağına düşen bu çalışma daha çok uzun bir sitcom bölümü tadını taşıyor. Yine de tüm engellere rağmen kendilerine uygun kişileri ve hayatı bulmayı başaran sevimli karakterleri ve kimi anlarındaki gerçekten komik sahneleri ile seyredilebilir bir film.

(“Sonsuza Dek Mutlular”)