Kynodontas – Giorgos Lanthimos (2009)

“Anneniz yakında iki çocuk ve bir köpek doğuracak”

Dış dünyaya hemen tamamen kapatılmış bir evde büyütülen üç gencin hikâyesi.

Gösterilenlere değil, onların neden gösterildiğine ve her gösterilenin aslında neyin sembolü olduğuna odaklanılması gereken filmlerden. Farklı okumalara açık ve bu anlamda seyredeni boğma riski de taşıyan ama bu tuzağı ustalıkla geçmeyi bilen, etkileyici bir film.

Hiç görmedikleri dış dünyaya çıkmaları yasaklanmış ve yıllardır bu şekilde yaşayan biri erkek ikisi kız üç kardeşin tüm dünyalarının ebeveynleri tarafından tanımlanmış olması ve tüm kelimelerin, kavramların ve kuralların onlar tarafından belirlendiği ve onların doğrularının geçerli olduğu bir dünyada kısıtlanmış ve korunaklı sürdürdükleri hayatın nelerin sembolü olduğu, üzerine uzun uzun düşünülebilecek bir konu. Film anlattığı veya anlatıyor göründüğü gibi doğrudan ailenin bir kurum olarak incelemesi olarak da ele alınabilir veya daha genel olarak bir toplumun yönetiminin alegorisi olarak da görülebilir ama sonuçta altını çizdiği çok temel bir saptaması var; insanların gerçek ve doğru olarak algıladıklarının iktidar sahipleri tarafından belirlenmiş ve tasarlanmış olduğu ve bu iktidarın mutlak olduğu ortamlarda tüm kavramların nasıl manipüle edilebileceği. Dış dünyanın (diğer insanların, diğer seçeneklerin ve aslında belki de özgürlüğün) “tehlikelerinden” korkutarak ve manipülasyonlarla “korunan” insanların nasıl bu iktidarın mutlak egemenliği altına girebileceğini (ve aslında günümüz dünyasında girmiş olduğumuzu) oldukça etkileyici bir sinema dili ile anlatan film bu bağlamda başlangıçta seyirciyi zorlayan ama hikâye ilerledikçe taşların yerine oturduğu ve çarpıcı bir sonuca sahip başarılı bir çalışma.

Aldatıldıklarını, korkutulduklarını ve kısıtlandıklarını unutursanız gayet rahat ve keyifli bir hayat sürüyor gibi görünen gençler garip oyunlar oynadıkları, sürekli yarıştıkları ve kendi bireysel özgürlüklerinin ve hatta genel olarak özgürlüğün farkında olmadıkları bir hayatı sürdürüyorlar. Yönetenlerin yönetilenleri korkuttuğu her ortamda olduğu gibi asla söylenenlerin dışına çık(a)mıyorlar ve kurallara bilerek veya bilmeyerek ama çoğunlukla insan olmanın sağladığı içgüdülerin sonucu olarak her karşı çıktıklarında şiddet ile cezalandırılıyorlar. Otoriteye biat etmek tek hayat şekli burada; gücünü nereden alırsa alsın, din, silah veya başka herhangi bir araç, her türlü otoritenin arzu ettiği bir durum. Tüm otoriteler gibi özgürlüklerini ellerinden aldıkları insanlara aslında bunu onların iyiliği için yaptığını söyleyerek üstelik.

Başkalarının ve elbette aslında bir otoritenin tasarladığı bir özel dünya ne kadar ayakta kalabilir ve bireyin içinde yer alan özgürlük ve kendi gerçeğini bulma arzusu sonsuza kadar bastırılabilir mi? Film bu konuda mutlu sonla biten bir cevap vermiyor ama, işte gizli seyredilen bir kaset veya bahçeye gizlice giren bir kedi aracılığı ile, yasaklanan dünyanın bir şekilde “içeriye” sızacağı konusunda bir umut veriyor seyredene yine de.

Sinemasal açıdan bakıldığında bu çarpıcı film dikkati çeken pek çok özel sahneye sahip. “Köpek dişi” veya cezalandırma gibi seyri zor sahnelerin yanısıra absürtlüğün çekinmeden kullanıldığı “havlama” sahnesi, “Fly Me to the Moon” şarkısının sözlerinin çarpıtılarak çevrilmesi veya arzusunu, isyanını ve özgürlük talebini nasıl dile getiremeyeceğini bilen bir genç kızın histerik dansı bu özel anlardan sadece birkaçı. İnandırıcı olma yolunda ince çizgiler üzerinde yürüyen bir senaryodaki rollere can vermek hayli zor ama tüm kadro rollerinin hakkını veriyor ve özellikle gençler vücut dilleri ile zaman zaman epik tiyatro örneği olarak nitelendirilebilecek bir tarzı önümüze getiriyorlar. Baba rolündeki Christos Stergioglou otorite olarak ve nerede ise hiç mimiklere başvurmadan verdiği “soğuk” oyunu ile rolünü iyice çarpıcı bir hale getirmiş.

Özellikle başlangıcı ile seyircisinde sabır ama daha da önemlisi katılım talep eden o kendine özgü filmlerden. Kimi anları ile “The Truman Show, “Being There” ve “1984” filmlerini de hatırlatan bu özgün bakışlı film özgürlüğün ve gerçeğin şu ya da bu şekilde bir gün mutlaka ortaya çıkacağını ve asla yok edilemeyeceğini söylüyor. Umarım öyledir çünkü bir yandan da otoritenin iktidarını veya kendi yarattığı gerçekliği korumak için hangi uç noktalara gidebileceğini yüzümüze çarpmaktan da geri durmuyor. Korkutucu.

(“Dogtooth” – “Köpek Dişi”)

En Ganske Snill Mann – Hans Petter Moland (2010)

“Bu kapıdan çıktığında, hep ileri bak Ulrik. Hep ileri!”

On iki yıllık hapis cezasının ardından yeniden hayata karışmaya çalışan bir adamın hikâyesi.

Kara mizah, komedi ve dram arasında gidip gelen ve hem keyif hem hüzün veren bir film. On iki yılını kaybeden bir insanın bu kayba neden olan tutum ve davranışlarını sürdürmek veya kaçırdığı bir hayata tutunmaya çalışmak arasında kalışını anlatan senaryosu ile seyredeni kendisine bağlayabilecek bir çalışma.

Kuzey Avrupa sinemasına özgü o “komik ve garip küçük insanlar” üzerine bir hikâyesi olan film, kişisel doğrusunun peşinde olan ve o doğrunun peşinde çabalarken mizah ile süslenmiş küçük olaylar yaşayan bir insanı anlatıyor. Bu doğrunun peşinde gidişi kaba bir allegori ile de olsa bir yol hikâyesi diğer karakterleri de bu yolda karşılaşılan tuhaf karakterler olarak görmek mümkün. Bu gözle bakılınca da esprili, sıcak, tuhaf ve mutlu bir yolculuk bu.

Kendisi değişmeye çalışan kahramanımız, bu değişim çabası sırasında diğerlerini de şu ya da bu yönde ama çoğunlukla olumlu yönde etkiliyor. Örneğin aynı zamanda filmin en komik anlarına sahne olan “ev sahibinin yemek karşılığı seks talebi bölümleri”, bu bezgin kadının hem sunduğu yemeklerin gittikçe zenginleşmesi hem de giydiklerinin gittikçe güzelleşmesi ile sembolize edilerek onun da hayata belki “sahiplenme ve kıskançlık” üzerinden de olsa bağlanmasını anlatıyor. Tamircideki sekreter ve kahramanımızın oğlu ile ilişkisi de yine bu olumlu etkilenmenin örnekleri olarak gösterilebilir. Başta baş roldeki Stellan Skarsgård olmak üzere tüm kadronun rollerinin hakkını verdiği filmde, Skarsgård oğlunun mutluluğuna uzaktan eşlik ettiği sahne başta olmak üzere tüm hikâye boyunca seyredeni kendi yanına çeken ve macerasına eşlik ettiren sıcak bir oyun veriyor. Kendisi hapiste iken değişen dünyaya uyum sağlamaya çalışırken yaşadığı zorlukların bir çeşit sembolü olan kapalı alanda sigara içememek sahnelerinde ve sakin tavrını hemen hiç bozmadan kaba kuvvet kullandığı anlarda oldukça etkileyici olmayı başarıyor.

İntikam almak ile affetmek/affedilmek arasında tercihini yapmaya çalışan bir adamın bu hikâyesi insanların herhangi türden bir ilişkiye başlarken veya bir ilişkiyi sürdürürken kendilerine ket vuran ve onları bireysel güvenli alanlarında kalmaya zorlayan “korkaklıklarını da” karşımıza getiren akışı ile de ilgiyi hak ediyor. Finaldeki yüzünü aydınlatan güneşte keyifle sigarasını içen adamın hikâyesi büyük sözler etmeden hayat ve ilişkiler üzerine söyleyeceği olan, eğlendirici olabilen ve etrafımızın düşündüğümüzden çok daha fazla bireysel yalnızlıklar ile sarılı olduğunu gösteren bir içeriğe sahip. Yeterince çarpıcı değil ve belki zaman zaman kolaya kaçan bir yapıya sahip ama yine de kesinlikle kayda değer bir film. “Çete reisi ve avanesi” ise diyalogları ve karakterleri ile bazı anlarda filmin kendisini de aşan ve kendi başına küçük bir filmi hak edecek güzellikte ve oldukça eğlenceli.

(“A Somewhat Gentle Man” – “Az Buçuk Kibar Bir Adam”)

The Fake – Godfrey Grayson (1953)

“Bir Leonardo söz konusu olduğunda hiçbir galeri güvenli değildir”

Londra Tate Galeri’deki tablo hırsızlığının hikâyesi.

Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Tablolar” adlı eserini film müziği olarak benimseyerek naif bir espri ile başlayan film eski ama biraz fazla eski usul bir soygun ve hırsız/polis filmi. Ukalalığı, rahatlığı ve öz güveni ile abartılmış bir Sherlock Holmes havalarında Londra’da gezinen bir Amerikalı dedektifin baş kahramanı olduğu film, herhangi bir orijinalliği olmayan ve günümüz seyircisi için sıradan görünebilecek bir içeriğe ve biçime sahip.

Siyah beyaz görüntüleri ve konusu ile aslında bir kara filme dönüşebilecek bir potansiyeli olmasına rağmen böyle bir amacın peşinde de olmayan film daha çok televizyonun ilk dönemlerinden bir dedektif dizisinin bir bölümü havasını taşıyor. Mussorgsky ve Da Vinci’yi hatırlatması uğruna ve kısa bir rolde de olsa sonraki yılların ünlü sanatçısı Billie Whitelaw’ı görmek için göz atılabilir. Elbette siyah-beyaz eski film düşkünlerinin de ilgisini çekebilir bu kısa süreli ve aksamayan bir tempoya sahip film.

(“Sahte Tablo”)

Here We Go Round the Mulberry Bush – Clive Donner (1968)

“Tek isteğim Somerset Maugham’da olduğu gibi olgun bir kadının beni baştan çıkarması”

60’ların İngiltere’sinden bir gençlik hikâyesi.

1968 yapımı bu İngiliz filmi çekildiği dönemdeki hareketlenmenin siyasi ve toplumsal odaklarından uzakta ve o hareketlenmenin özgürlükler ile ilgili alanlarından sadece seks adını taşıyana odaklanmış bir eser. Herkes sevişirken sevişemeyen bir gencin bu hikâyesi, o dönemin tüm güzel İngiliz kadınlarına yer vermiş gibi görünen, kahramanımızın aralıksız ve sık sık da seyirciye yönelik olarak konuştuğu, yorum yaptığı ve başta kendisi olmak üzere herkesle ve özellikle kadınlarla dalga geçtiği bir filme kaynaklık ediyor. Hunter Davies’in romanından uyarlanan film dönemin “Swinging London” imajına uygun bir şekilde hareketli bir hayat, renkli görüntüler ve serbest kalmış bir gençlik imajı getiriyor karşımıza.

Filmin temel bir kusuru var; yaratmaya çalıştığı “alaycı, özgür ve hareketli” atmosferi güçlü bir şekilde destekleyecek bir yönetimden yoksun kalmış gibi görünüyor. Tüm o stil denemeleri, renkli filtrelerden geçirilmiş görüntüler bazen gerçekten ilginç olabilirken kimi zaman da seyredeni adeta yoruyor. Yeterince başarılı olamayan bir stil denemesinin en büyük riski olan görselliğin içeriği ezmesi bu filmde de zaman zaman ortaya çıkıyor. Benzer bir konuya odaklanmış olan “The Knack… and How to Get It” hatırlandığında aradaki farkın yönetmenden kaynaklandığı rahatça söylenebilir ve bu hikâye Richard Lester’ın eline geçseydi çok daha parlak bir sonuç alınırdı büyük bir ihtimal ile.

Kadın oyuncuların nerede ise tümünün oyun gücünden ziyade görselliğe katkıları için yer almış göründüğü filmin yıldızı baş roldeki Barry Evans elbette. Gerçek yaşından daha küçük birini canlandırsa da filme ihtiyaç duyduğu dinamizmi, sevimliliği ve cazibeyi fazlası ile katıyor. Film boyunca hemen tüm karelerde o var ve sonsuz enerjisi ile filmi sürekli besliyor gibi görünüyor.

68’de çekilse ve o dönemde geçse de o kuşağın asıl hassasiyetlerinden uzak duran ve başka bir hikâye anlatan bir film bu. Seks arayışı ile başlayıp aşkı bulma ile sona eren filmde yine de başta İngiliz toplumu, aileleri ve değişen tanımı ile çerçevesi genişleyen cinsel özgürlük ile ne yapacağını bilemeyip yoldan çıkan insanlar karşımıza getirilerek eleştirel bir boyut katılmış filme ama yönetmen Donner bazı seçimleri ile “tüm o güzelliklere” ticari bir bakış ile baktığını gizleyememiş görünüyor. Müziği ile ilgiyi toplayabilecek, Evans’ı seyretmek için bile zaman ayırmaya değebilecek, kimi anları ile yeterince eğlenceli olabilen ve sonuçta bir yarı başarıya sahip ama yine de eğlenceli bir film.

(“Dut Bahçesi”)