De Battre Mon Coeur s’est Arrêté – Jacques Audiard (2005)

“Emlakçıyım. Binalara fare salıyorum, suyu elektriği kesiyorum. Bazen arkadaşlarla beyzbol sopası alıp gideriz. İnsanları evden çıkmaya zorlarız”

Piyanist olmak ile acımasız bir emlakçı olmak arasında kalan bir adamın hikâyesi.

James Toback’ın 1978 tarihli “Fingers” filminden uyarlanan bu film, Amerikalıların yaratıcılık sıkıntısı çektiğinde Avrupa ve Uzak Doğu sinemalarına dönmesinin tam tersini yapıyor ve ortaya çok başarılı bir sonuç koyuyor. Temel olarak bir ikilemin filmi bu, her bireyin hayatı boyunca karşılaşabileceği ve işte o aşamada yaptığı seçimlerin (veya seçim yapmaktan korkmanın) sonraki tüm hayatını etkileyeceği türden.

İlk sahnelerinde diyalogları ve çekimleri ile sanki bir uyuşturucu satıcılığı içinde imiş gibi gösterdiği adamların gerçek işini anladığımızda iki iş arasında fark olmadığı mesajını vererek başlayan film tüm süresi boyunca kahramanımızın içinde bulunduğu ikilemde hangi tarafta olduğunu açıklıkla ve sıkça vurguluyor. Bir tarafta günümüzün geçerli değerlerinin öne sürdüğü yasal ama etik olmayan bir iş var ve kahramanımızın bu işteki yetkinliği ortada. Diğer tarafta ise tüm enerjisini ve tutkusunu adamasına rağmen arzu ettiği seviyeye gelemeyeceği bir iş var. Film boyunca bu iki seçeneğin arasında bocalayan adamı, ve yaşadığı ikilemin boyutlarını ve karakteristiklerini seyirciye taraf tutmaktan çekinmeden gösteren senaryo filmin en başarılı öğelerinden biri. Bu senaryoya bir eldiven gibi uyan mizansen anlayışı ve özellikle Romain Duris’nin oyunculuğu filmin başarı düzeyini oldukça yukarıya taşıyor.

Filmin hemen tüm karelerinde görünen Duris zaman zaman “fiziksel” bazen de duygu yüklü oyunculuğu ile özellikle babasının cesedini bulduğu sahnede zirveye çıkan bir gösteri sergiliyor. Abartılı bir oyunculuğa kaymaya çok uygun olan bu sahnede Duris karakterini yapaylıklardan arınmış bir şekilde tüm çıplaklığı ile karşımıza getiriyor. Benzer şekilde, arkadaşının eşine söylediği yalanın ortaya çıktığı sahnede takındığı “beceriksiz” tavırda da yaşadığı tüm panik, tereddüt ve şaşkınlığı bize aynen geçiriyor. Tüm film süresince “özdeşleşmeye” inanılmaz bir doğallıkla çağırıyor ve hikâyesine ortak ediyor bizi oyuncu ve onun sık sık karşımıza gelen hareketli elleri ve parmakları bile iyi bir oyuncunun nasıl tüm vücudu ile oynayabileceğini ispatlıyor seyredene.

Tüm süslemelerden arınmış görünen basit bir hikâyeden böylesine bir başarı elde edilmesinde bir diğer büyük payın sahibi yönetmen Jacques Audiard. Bir şekilde filme zarafet katmayı başarmış, bu başka bir yönetmenin elinde çok farklı yerlere gidebilecek senaryoya. Hareketli bir kamera kullanımı, zaman zaman stilize bir anlatım ve baş kahramanın serbest bırakılmış görünen oyunculuğunda da kendini gösteren oyuncu yönetimi filmi geldiği o başarılı noktaya taşıyan önemli faktörler.

Yok etmenin karşısına yaratıcılığı koyan film, sanatın yaratıcılık yolu ile insanları yukarılara taşıması ile içinde bulunduğumuz ekonomik düzenin gereklerinden biri olan ve güçlüye hizmet etmek anlayışı üzerine kurulu diğer işin insanları yok etmesi ve onlara yaşam hakkı tanımamasını karşı karşıya getiriyor böylece. Bir tarafta boş evlere yerleşen kaçak göçmenleri o evlerden atmaya odaklı bir iş, diğer tarafta ise bir göçmenden alınan dersler ile edinilmeye çalışılan bir kariyer; ötekini yok eden bir anlayış ile ötekinin zenginliğinden beslenen bir anlayış. Film bu karşılaştırmayı başka araçlar ile de sık sık yapıyor; bir tarafta bir sanatçı anne, diğer tarafta kaba bir baba veya bir tarafta sertliğe prim veren bir baba diğer tarafta o babanın aşağıladığı ince ruhlu bir emprezaryo. Birbirlerinin dillerini bilmeyen iki insanın sanatın o birleştirici dili üzerinden bir araya gelebilmelerini ve birlikte yaratabilmelerini samimi duygular ile gösterebilen ve kalbimizin ritimlerini kaçırmamak ve/veya birini kaçırdığımızda her zaman yakalanabilecek yeni bir ritim olduğuna inanmak üzerine şık bir film.

(“The Beat That My Heart Skipped” – “Kalbim Bir An Durdu”)

Depuis qu’Otar est Parti… – Julie Bertucelli (2003)

“Ölülerle yaşamaktan nefret ediyorum. Onları yağmalamaktan daha da çok nefret ediyorum.”

Gürcistan’da üç ayrı nesilden kadının, ailenin Fransa’da kaçak çalışan erkeğinin varlığı/yokluğu üzerinden şekillenen hikâyesi.

Asıl teması ortalarda olmayan bir adam üzerinden üç farklı nesilden kadının ilişkileri olan film, süresi boyunca bu temel temanın yanında çöken Sovyet rejimi sonrası oluşan yeni ülkelerdeki sorunları ve bu sorunların bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini de anlatan başarılı bir dram. Etkinin yıkıcılığı filmde hem mühendis kadının pazarda ikinci el eşya satması ve doktor olan bir adamın bir Batı ülkesinde kaçak işçi olarak çalışması gibi çok bilinen sonuçlar üzerinden hem de filmde sık sık karşımıza gelen elektrik ve su kesintisi, bireylerin ruhsuz bürokrasi karşısındaki durumu ve yaşadıkları ekonomik sıkıntı üzerinden sık sık karşımıza geliyor. Komünizm sonrasında bireylerin durumunu bu bağlamda ele almış olan film bu konuda bir taraf tutmadan sadece insanların hissettikleri üzerinden bir resim üretiyor ve Bolşeviklerden saklanan Fransızca kitaplarla büyüyen bir büyük annenin ağzından “Stalin olsaydı bu rezaleti düzeltirdi” sözlerini dillendirmekte de bir sakınca görmüyor.

Öncelikle bir kadın filmi bu. İlk filmini çeken yönetmen Bertucelli’nin ve üç baş oyuncusunun kadın olması ile ilgili bir durum değil bu ama. Oldukça yumuşak ve gerçekçi bir biçimde üç farklı kadının hem Sovyet döneminde hem sonrasında yaşama/ayakta kalma mücadelesine düzülen bir övgü var filmde. Filmin adının da vurguladığı gibi önce gözden uzakta olan sonra ise gerçekten ortada olmayan bir erkek üzerinden şekillenen hikâye aslında kadınların tam da bu yokluk üzerinden ürettikleri mücadeleyi anlatıyor. Büyük anne Sovyetlerin parlak dönemlerinde yaşamış olmanın verdiği bir gururu hâlâ taşır ve “pis emperyalistler, gösterirler ama elletmezler” ifadesi ile bakışını çekincesizce ortaya koyarken, bir yandan da kendisine söylenen bir yalanı farkettiğinde yıkılmamayı ve diğer kadınları üzmememyi başarıyor. Anne ise erkek arkadaşının da belirttiği gibi hayatları boyunca bir yalana inanarak yaşayan ve kendilerine eğlence bitti denildiğinde artık çok geç olduğunu farkeden bir neslin üyesi olmasına rağmen aileyi ayakta tutmaya çalışırken, bir yandan annesinin Otar’a olan sevgisi ile rekabet etmeye ve kendi özel hayatını korumaya çalışıyor. Kız ise yeni nesilin temsilcisi olarak daha rahat, sorgulayan bir hayat sürerek kendi bireysel çözümünü üretmeyi deniyor. Bu yıl ölen büyük anne rolündeki Esther Gorintin, anne rolündeki Nino Khomasuridze ve genç kız rolündeki Dinara Drukorava tam bir takım oyunu vererek senaryonun da yardımı ile birbirlerini ezmeden filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyorlar.

Üç farklı neslin Stalin hakkındaki fikirlerinden (büyük adam, bir katil ve kim takar onu) yola çıkarak bir aile üzerinden hikâyesini anlatan film özellikle yaşlı kadının oğlu üzerinden hayata tutunma çabasını sergilediği sahnelerde oldukça duygusal bir sonuç elde ediyor. Büyük annenin oğlu ile telefonla konuşmaları, yine büyük annenin tek başına yaptığı gezi ve özellikle Paris’te oğlunu arama ve gerçeği keşfetme sahnesi filmin iç sızlatan bölümleri. İster kişisel ister toplumsal olsun bir yalanı yaşatmanın alçak gönüllü bir analizi olarak da görülebilecek olan film ortak coğrafyamıza özgü kahve falı, dilek ağacı ve tane ile satılan sigara gibi günlük hayat pratiklerinin sergilendiği etkileyici bir dram sonuç olarak. Otar “eski güzel günlerin” bir sembolü ve onun yokluğu da yeni hayat düzenini mi sembolize ediyor? Kim bilir.

(“Since Otar Left” – “Otar Gittiğinden Beri”)

Bi-mong – Ki-duk Kim (2008)

“Ne yapmamı istiyorsun. Bir gecede bütün anılarımı sileyim mi?”

Bir adamın rüyaları ile bir kadının uyurgezer halde yaptıklarının örtüşmesinin hikâyesi.

Filmdeki diyaloglara göre birinin rüyadaki mutluluğu diğerinin kederi olan ve yin/yang gibi birbirlerini bütünleyen iki zıt karakterin eski sevgililerinin hayalinden kurtulma mücadelesi olarak özetlenebilecek bu film, Ki-Duk Kim’in diğer filmlerine benzer temalarda gezinen ama onlar kadar etkileyici olamayan, senaryosunun bir parça dağınık yapısı ile de sanki elindeki hikâye ile yönetmenin nereye gideceğini tam belirleyemediği bir çalışma olmuş. Eski aşkların hayalleri bu kadar korkunç mudur bilinmez ama filmdeki iki karakter bu hayallerin pençesinde kaybolup gidiyorlar.

Mistik, doğaüstü ve gizemli yanları ağır basan bir filmde elbette normal bir dünyanın normal kuralları beklenmemeli ama en azından filmin kendi içinde bir tutarlılığa ve inandırıcılığa sahip olması gerekiyor. Burada sorun yönetmenin sanki bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırması ve bunun sonucunda da bizi karakterlerin hikâyesine ortak etmeyi yeterince başaramayarak filme yaklaşmamızı zorlaştırması. Seyri zor birkaç sahnenin varlığı da seyircinin işini pek kolaylaştırmıyor.

İkinci yarısında ilginç bir şekilde hikâye iyice yoldan çıksa da bu yarı filmin sinemasal anlamdaki en başarılı sahnelerini barındırıyor bir yandan da. Örneğin dörtlü yüzleşme/karşılaşma/didişme/kavga sahnesi gerçekten çok parlak bir sinema anlayışına sahip. Görselliği, planları ve diyalogları ile yönetmen bu sahnede etkileyici bir iş çıkarmış. Filmin bütününe yayılan semboller belki ancak Koreliler için gerçek anlamına sahip olsalar da, diğerleri için sadece görsellikleri ve gizemleri ile de dikkat çekmeyi başarıyorlar. Hem maddi hem manevi anlamda kaderlerin örtüşmesini ifade eden “kelepçeli” sahneler örneğin, çok başarılı bir buluşun ürünü ve filmin meramını seyredene geçirmeyi başarıyorlar.

Gizem-acı-umut-trajedi ile özetlenebilecek bir akışı olan film bu farklı katmanları birbirine yeterince iyi bağlayamasa da kaçırdığımız sevgilere takılıp kalmanın yaratabileceği trajedileri karşımıza getirmesi ile ve içinde bir parça boğulma riskiniz olsa da sembolleri kullanımı ile ilgiyi hak eden bir sinema örneği.

(“Dream” – “Rüya”)

The Knack … and How to Get It – Richard Lester (1965)

“Daha büyük bir yatak almamın faydası olur mu?”

60’ların değişen İngiltere’sinden dört gencin cinsellikle ilgili arayışlarının hikâyesi.

60’lar İngiliz sinemasından çok parlak bir örnek. 1965’te Cannes Festivalinde Altın Palmiye kazanan film o günden bu yana tazeliğini, parlaklığını ve gençliğini hiç yitirmemiş gibi görünüyor. O yılların özgür ruhundan epeyce nasiplenmiş olan film mizanseni, senaryosu, diyalogları, kurgusu ve oyunculukları ile bir tüy gibi hafif ama seyredeni de havalandıran bir çalışma.

Film cinsellikten kuşak çatışmasına, modadan muhafazâkarlığa pek çok alana serbest stilde uçup duruyor ve bir yandan sorgular ve sorgulatırken, diğer yandan epeyce güldürüyor. Genel havası ve anlatım tarzı açısından bakıldığında sanki bir İngiliz filminden çok Fransız Yeni Dalga akımından bir eser seyrediyor gibi oluyorsunuz. Baş karakterlerden Colin rolündeki Michael Crawford adeta bir Truffaut filmindeki Antoine Doinel karakteri. Diğer oyuncular da (Nancy rolünde Rita Tushingham, Tolen rolünde Ray Brooks ve Tom rolünde Donald Donnely) tıpkı Crawford gibi, bir oyundan uyarlanan bu filmde konuşuyor, koşuyor, atlıyor, zıplıyor ve sürekli hareketlilik halinde ve nefis diyaloglar ile filmi çok başarılı bir noktaya taşıyorlar. Bir oyundan uyarlanmasına rağmen, hikâyeye başarı ile yedirilmiş dış mekan sahneleri, toplumun “mahalle baskısı” olarak sık sık karşımıza gelen dış ses kullanımı ve slapstick/parodi/burlesk esintili sahneleri ile çok keyifli ve “genç” bir komedi olan film hiçbir şekilde tiyatro havası taşımazken, tek bir mekanda geçen bol diyaloglu sahnelerinde bile sürekli patlayan enerjisi ile alıp sürüklüyor seyredeni.

Tümü ile oldukça eğlenceli olan film bazı anlarında ise seyredeni deyim yerinde ise koparıyor. Motosikletle kovalamaca sahnesi ve yatağın alınması/taşınması bölümü fiziksel komedi özellikleri ile, “tecavüze uğradım” bölümü ve bir kadınla evi paylaşma fikrini sorgulama/anlama/sindirme bölümü ise diyalogları ve oyunculukları ile filmin zirve noktalarından sadece birkaçı. John Barry’nin müziği de caz ve “yeni dalga” esintileri ile filmin eğlencesine katkıda bulunuyor. Zaman zaman stilize bir anlatıma giden ama bunu yönetmenin kendini göstermek için giriştiği teknik oyunlar olarak değil, senaryonun karşılığı olan anlatım tarzı olarak karşımıza getiren bu film eğlenceli havasını kapanış jeneriklerinde de sürdürmeyi başaran parlak bir sinema örneği.

Bu muzip film, kırk beş yıl sonra bile bir filmin nasıl hâlâ genç kalabildiğine hayret etmek, dört başarılı oyuncuyu alkışlamak, eğlenmek ve özgür/serbest bir stilin nasıl aynı zamanda kalıcı bir esere kaynak olabildiğini görmek için mutlaka seyredilmeli.

(“Erkekler Arasında”)