Inherit the Wind – Stanley Kramer (1960)

inheritthewind

“Bu şehirde düşünen bir kişi var. O da hapiste”

 

Gerçek bir hikâyeye dayalı bir tiyatro oyunundan uyarlanan ve 1920’lerde Birleşik Devletler’de evrim teorisini öğreterek kanunu ihlal etmekle suçlanan bir öğretmenin yargılandığı davanın hikayesi.

 

Filmi birkaç farklı kavram üzerinden değerlendirmek mümkün; mahalle baskısı, düşünce özgürlüğü, hukuk sistemi, dinsel fanatizm ve (siyasi ve ekonomik sistem olarak) liberalizm. Bu kavramları tartışmaya açmaya çalışan senaryo farklı tiplemeler üzerinden karşımıza getiriyor bunları; yerleşik değerlerden farklı bir fikri öğreten bir genç öğretmenin maruz kaldığı mahalle baskısı, insanların farklı olma hakkını ve düşünce özgürlüğünü savunan bir avukat, rahip ve savcının örneği olduğu her türlü fanatizm, “girişimcilik ve serbestlik” üzerinden (ve aslında sadece bu nedenlerle) öğretmenin yanında olan bankacı ve kalabalıkları (ve yerleşik değerlerine körü körüne sadık olan) ve çoğunluğu temsil eden kasaba halkı. Tüm bu kavramlar ve tiplemeler oyunun/filmin anlatmak istediklerine birer araç görevi görüyorlar ve bu da zaman zaman belki özellikle tiplerin karaktere dönüşememesi şeklinde kendini  gösteriyor.

 

Senaryo düşünce özgürlüğüne adanmış görünüyor ve bu konuda da yeterince dürüst ama eleştirilerini herkese eşit ölçüde dağıttığı konusunda şüphelerim var. Örneğin, nerede ise nihilist bir tip olarak filmde yer alan gazetecinin bu inançsızlığı dolaylı da olsa eleştiri konusu yapılırken, kasabanın imajının bu dava nedeni ile bozulması ihtimalini düşünerek hareket eden ve bunun belki de oğlunun Harvard’a gitmesine engel olacağını düşünen bankacı veya davanın kasabada yaratacağı hareketliliğin getireceği ekonomik yararları düşünen girişimci bu eleştiriden nerede ise hiç nasibini almıyor. Filme bakınca hak etmediklerinin söylenmesi zor olan “yasaları yapan bu aptal çoğunluk” ifadesini kasaba halkı için kullananın gazeteci olması da bu taraflılığın bir göstergesi. Tüm bunlar da aslında liberal bakışlı Amerikan filmlerin genel tercihini bir kez daha tekrarlıyor bize: Sistemde değil uygulanışında ve uygulayıcılarında sorun vardır, ve sorunlar bu sistem içinde bir şekilde çözülür.

 

Ağırlıklı olarak mahkeme salonunda geçen film, her ne kadar bir oyundan uyarlanmış olsa da laf cambazlıkları, espriler ve akıllı bir mizansen ile tiyatro havasını rahatça aşmış. Bunu destekleyen elbette bir de Spencer Tracy var. Amerikan sinemasının bu dev oyuncusu tam bir oyunculuk şovu yapıyor ve filme damgasını vuruyor. Frederic March ise bazen abartıya kaçsa da etkili olmayı başarıyor.

 

Sonuçta düşünce özgürlüğü için verilen bir mücadeleyi savunması, fanatikliğin dozunu artırarak eleştirisinin gücünü zayıflatsa da katı muhafazakârlığın karşısında durması ve belki kastettiği bu olmasa da filmin sonunda mahkemenin bir “sirk kaosuna” dönüşmesini göstererek hukuk sistemini eleştirmesi ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Mahalle baskısı üzerine düşünmek, özgürlüklerden verilen ilk tavizin nasıl sonraki tavizleri doğurabileceğini görmek ve düşünce özgürlüğünün kendimiz için değil bizden farklı düşünen başkaları için savunulması gerektiğini hatırlamak için.

(“Rüzgârın Mirası”)

Keurosing – Tae-gyun Kim (2008)

keurosing

“Senin gibi genç bir adam nasıl bu kadar umutsuz olabilir?”

 

Kuzey Kore’li bir adamın ailesini diktatörlükle yönetilen bu ülkede ayakta tutma çabasının hikâyesi.

 

Kuzey Kore’de yaşayan insanların bugün içinde bulunduğu hayatın melodramatik, trajik ve propaganda havasını bolca taşıyan bir anlatımı var filmin. Açlığın, baskının ve yozlaşmanın en uç noktalarda olduğu bu hayatta kırmızı fularlı öğrenciler, başkana övgüler dizilen törenler ve zorla devlete bağlılığı ifade eden cümlelerin tekrarlatıldığı mahkumlar eksik değil. Gerçek hayatlardan esinlendiği söylenen hikâyesi ile film, tüm bunları siyah-beyaz mantığı içinde her şeyin yanlış ve her şeyin doğru olduğu dünyaları karşılaştırarak gösteriyor ve böylece söylediklerinden bağımsız olarak kendisini bir propagandanın aleti yapıyor.

 

Madencilerin sefalet içindeki hayatını gösteren film, kaçak çalışmak için gidilen Çin’deki madencilerin durumundan veya Türkiye gibi liberal dönüşümünü bir azgınlık içinde sürdüren ülkelerdeki madenlerden söz etmeyi düşünmeden, tek hedefini Kuzey Kore’deki zavallı akrabalarının durumunu Güney Korelilere ve tüm dünyaya göstermek şeklinde belirliyor. Propaganda amacı bu kadar net olunca, kullanılan sinema dili de buna uygun olarak temiz ve klasik. Diyaloglar, gösterilen sahneler ve oyunculuklar filmin hedefine uygun olarak göz yaşı döktürmeyi hedefleyen bir içeriğe sahip. Dinin de zaman zaman hikâyeye yedirildiği film bu alanda diğer propaganda alanlarının aksine doğrudan bir propagandaya girişmiyor ama tam da misyonerlerin kendisine en uygun çalışma ortamı olarak göreceği acı çeken ve İsa’yı ve inancını sorgulayan insanları getiriyor karşımıza ve bu bağlamda bakıldığında daha üstü kapalı bir anlatımı tercih ediyor.

 

Kuzey Kore’nin sefaletinden sonra karşımıza çıkan ilk uygarlık görüntüsünün caddelerinde Mc Donald’s olan Çin şehirlerinin olması, Güney Kore’li futbolcuların sağlıklı beslendikleri için iyi koştuklarının (aksine bu tür diktatörlüklerde özellikle sporcuların ve sanatçıların propaganda aleti olarak el üzerinde tutuldukları unutulmuş anlaşılan) konuşulması filmin niyetini doğru okumak için yeterli.

 

Ölçüsünü epeyce kaçırmış olan film eleştirdiği diktatörlüklerin tipik propaganda görüntülerini kullanmaktan da çekinmiyor; aydınlık ufuklara doğru yürüyen kahramanlar ve yeni siyasi/ekonomik düzeninde rehafa eren bireyler vb. Soğuk Savaş döneminin Doğu Bloku ülkelerine yayın yapan Amerikan radyolarının programlarından sinemalaştırılmışa benzeyen film, tüm bu güzel çekilmiş ve melodrama boğulmuş sahnelerdeki becerisini keşke bu kadar kaba bir propaganda aracı yapmasaymış. Sonuçta evet Kuzey Kore’de yaşayanlar gerçekten perişan ve ülke tam bir diktatörlük ile yönetiliyor.

 

Her ne kadar filmin hiç böyle bir derdi olmasa da filmden “sevgi, adalet ve eşitliğin olduğu bir dünyada yırtık ayakkabılar ve patlak bir top ile oynanan futbolun güzelliğini” vurgulayan bir mesaj alarak ve sondaki deniz kenarındaki piknik sahnesi ile bir zamanlar hedeflenen ama asla erişilemeyen “mutlu ve eşit insanlar” dünyasının neden kurulamadığını düşünerek ayrılırsanız, filme karşı direnmeyi de başarmış olursunuz.

(“Crossing” – “Geçiş”)

Dead Ringers – David Cronenberg (1988)

deadringers

“Bazen seni çok seviyorum, bazen de hiç eğlenceli değilsin”

 

Tek yumurta ikizleri olan jinekologların her şeyi paylaşma üzerine kurulu hayatlarının bir kadının araya girmesi ile dağılmasının hikâyesi.

 

David Cronenberg’den “The Fly”, “M.Butterfly” ve “Crash” vb. filmlerinde olduğu gibi seks, insan vücudu, dönüşme/değişme ve yok olma üzerine bir film. İkiz olmak, paylaşmak, varlığını ancak benzeri ile doğrulayabilmek ve kadınların “gerçeküstülüğü” kavramları üzerinden, temalarına soğukkanlılıkla yaklaşan bu çalışma bu mesafeli duruşu ile hem olumlu hem olumsuz anlamda filmin sizi içine almasını zorlaştırıyor ve seyredeni mesafeli bir duruş takınarak filme “duygularla değil düşünceler” ile yaklaşmaya zorluyor. Bu mesafeli durma çağrısı, kahramanlarına ne mutlak olumlu ne de mutlak olumsuz yaklaşmayı tercih etmesi ile de desteklenerek ikizlerin arasındaki kıskançlık, rekabet, didişme ve kopmaz bağı daha tarafsız bir gözle değerlendirme şansı sağlıyor bize.

 

Biri daha duygusal ve içine kapanık, diğeri daha umursamaz ve soğuk görünen ama her ikisi de kısmen aralarındaki kopmaz bağdan da kaynaklanan zayıflığı taşıyan ikizlerin gariplikleri daha filmin başında dokuz yaşındaki diyalogları ve bir oyuncak bebek üzerindeki çalışmaları ile gösteriliyor. Filmin atmosferindeki bu gerçeküstücülük veya bir başka deyişle tedirginlik havası çeşitli sahnelerle de film boyunca destekleniyor; kırmızılar içindeki ameliyat heyeti, garip jinekolog aletlerinin tasarımı vb. İkizleri karakterlerini herhangi bir açıklama ihtiyacı olmayacak şekilde başarı ile sergileyen Jeremy Irons elbette filmi sürükleyen isim olurken hem o hem de rolündeki kırılganlığı seyirciye geçirmeyi başaran Geneviève Bujold oyun tarzları ile tedirgin atmosferi besliyorlar.

 

Korkudan ziyade tedirginliği seçen, acayiplik ile zayıflığı aynı anda taşıyan karakterleri ile dikkatli seyredilmeyi gerektiren ama mesafeli duruşun zaman zaman zayıflattığı bir film bu. Ara sıra bir şeylerin eksik olduğu duygusunu yaratsa da ve hikâyesinin akışını oyunculukların ve atmosferinin gücüne teslim etmiş görünen bir senaryosu olsa da kesinlikle seyre değer.

(“Ölü İkizler”)

The French Lieutenant’s Woman – Karel Reisz (1981)

french-lieutenantswoman

“Sanki çektiği işkence onun zevki haline gelmişti”

 

19. yüzyılda İngiltere’de yaşanan bir aşk ve bu aşkın filmini çeken oyuncuların paralel bir süreçle anlatılan hikâyeleri.

 

Yönetmen sinemada özellikle “Özgür Sinema” akımı sırasında yaptığı filmlerle ünlenen Karel Reisz, senarist Harold Pinter ve senaryonun uyarlandığı romanın sahibi John Fowles olunca ve başrollerde de Meryl Streep ve Jeremy Irons’ı görünce beklentinin yüksekliği çok doğal ve işte film de bu beklentiyi rahatça karşıladığı gibi bazı anları ile tam bir sinema keyfi yaratmayı da başarıyor.

 

Meryl Streep pek çok filminde olduğu gibi burada da iyi bir oyunculuğun ötesinde bir yerlere geçiyor ve bir karakteri canlandırmayı aşıp o karakterin kendisi oluyor film boyunca. Karşımıza getirdiği iki farklı karakterin her biri için iki farklı tat taşıyan bir oyunculuk sergilemesi ve özellikle 19. Yüzyıl hikâyesi bölümünde karakterin çekingenliğini, hassaslığını ve dengesizliğini tarifi zor bir ustalık ile oynaması, sadece vücut dili ile bile seyredene bir hikâye anlatabilmesi olağanüstü. Jeremy Irons da benzer bir şekilde karakter(ler)inin zayıflığını inandırıcı olmanın çok üzerinde gerçekçi bir şekilde çiziyor. Diğer rollerde de usta İngiliz oyunculuğunu görmek mümkün ama bir tek Ernestina rolünde Lynsey Baxter zaman zaman aksıyor.

 

Film Reisz’in ustalığını gösterecek pek çok sahneye sahip; mendirekteki ilk karşılaşma, deniz kıyısında uzandıkları sahne, ormanda ağaç altındaki konuşma ve filmin sonundaki kayıkhaneden göle açıldıkları sahne kullanılan kamera açıları, kadrajdaki görüntünün içeriği, görüntü yönetimi ve sergilenen oyunculuklar ile dört dörtlük bölümler. Harold Pinter da zor bir romandan ustalık dolu bir çalışma ile Joseph Losey ile yaptığı işbirliklerinde (“The Servant”, “Accident” vb.) olduğu gibi sınıf farklarını da gündemde tutan incelikli bir senaryo çıkarmış.

 

Klasiğe yakın bir sinema dili ile ve sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan başarılmış anlarla dolu olan film, klasik ressamlara referanslar da içeriyor. Anlattığı 19. yüzyıl döneminin usta empresyonist ressamlarından Monet’in “Gün Doğumu” tablosunun “3 yıl sonra” bölümünde filmin hikâyesi ile çok uyumlu bir şekilde şekilde sinemalaştırılması filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken bir başka başarısı. Kostüm filmlerinin olmazsa olmaz “ağırlığı” burada da belki zaman zaman hissediliyor ve belki sinema dili biraz ağır olabilir ama film sinemanın yüz akı örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli.

(“Fransız Teğmenin Kadını”)