Target – Arthur Penn (1985)

“Ajan olacağımıza çılgın olduk. Hepimiz. Bilgi bulmaya çalışacağımıza birbirimizi yok etmeye başladık”

Karısının kaçırılmasından sonra sıradan bir adam ile ilgili ortaya çıkan sırların hikâyesi.

Amerikan sinemasının televizyon kökenli yönetmenlerinden Arthur Penn’in altmışlı ve yetmişli yıllarda çektiği başarılı filmlerden sonra formunun düşmeye başladığı dönemden bir film. Penn’den ziyade Holywood’un aksiyona daha yatkın isimlerine yakışan, tonunu yeterince tutturamamış ve aksiyon kahramanına dönüşen bir sıradan adamın yarattığı komik durum ile iddialı bir gerilimli ajan hikâyesi arasında gidip gelen bir çalışma bu film özetle.

Gene Hackman’ın sürüklediği filmde oğlu rolünde genç bir Matt Dillon vasat bir performans sergiliyor. Yan karakterler ise ağırlıklı olarak senaryodan kaynaklanan ve zaman zaman sıradanlaşan diyalogların da etkisinin olduğu gereksiz karikatürize edilmiş rollerde pek de başarılı değiller. Arabalı takip sahnelerinin filmin genel performansı düşünüldüğüne başarılı olduğu filmde hani nerede ise acemice kotarılmış sahneler de yer alıyor. Örneğin Paris’te havaalanında geçen ve kahramanımızın öldürülmeye çalışıldığı sahne bir parça daha ileri gidilse bir ZAZ komedisine yakışır hale gelecekmiş gibi duruyor. Tüm casus filmlerinin alamet-i farikası olan farklı ülkelerde geçen hikâye burada da var elbette ve kahramanlarımız Dallas-Paris-Hamburg-Batı Berlin rotasında ilerleyerek kaçırılan kadını kurtarmaya çalışıyorlar.

Soğuk savaş döneminde geçen hikâyenin ciddi bir “aile güzellemesi” olduğu da rahatça söylenebilir. Hem kahramanımız ile oğlu arasında pek de iyi olmadığı başlarda birkaç kez vurgulanan ilişki finaldeki hayli uzun süren kucaklaşma sahnesi ile huzura kavuşturuluyor hem de en sert dünyalardan biri olan casusların dünyasında bile ideolojiler ne olursa olsun en temel kuralın ailelere dokunmamak olduğu anlatılıyor. Zaten tüm patırtı da on sekiz yıldır yaşatılan bir “ailenin intikamını alma” arzusundan kaynaklanıyor filmde.

Bu tür filmlerde gerilimin zirve noktalarının ve bu noktaların sıklığının çok iyi belirlenmesi gerekir ama burada bir dağınıklık söz konusu bu alanda. Bu nedenle ne film seyredeni avucunda tutabiliyor ne de filmin sizden ne beklediğini tam olarak kavrayabiliyorsunuz. Yine de Gene Hackman için, soğuk savaş günlerini hatırlamak için ve yeterince keyif vermese de bir casus filmi seyretmek için tercih edilebilir. Naif yanlarına karşın Avrupa şehirlerinin sokaklarında geçen bir gerilim hikâyesi ne olursa olsun doğası gereği bir çekicilik taşır ne de olsa.

(“Hedef”)

Allotment Wives – William Nigh (1945)

“Bir şey yapmam gerekiyordu. Namlu size doğrultulmuştu”

İkinci Dünya Savaşı sırasında ölürlerse sigortalarından yararlanmak üzere genç kadınları askerlerle evlendiren bir çetenin hikâyesi.

Küçük bütçeli filmleri ile tanınan Monogram şirketinin çektiği B sınıfı bir film. Özellikle Fransız yönetmenlerin ilgilendiği ve örneğin Yeni Dalga akımının referanslarından biri olan bu tip filmlerin genel özellikleri düşük bütçelerle çekilmeleri, yıldız oyunculara fazla yer verilmemesi ve genellikle aksiyon, korku veya benzeri türlerden olmalarıydı. Bu film de bu özellikleri taşıyan çalışmalardan ama örneğin yine bir Monogram filmi olan “Dillinger” gibi klasik olmuşlardan değil.

Kara film havası taşıyan hikâyesi zorlama tesadüfleri de içeren akışı ile subayın teklif edilen görevi kabul etmesi için ikna edilmesi veya çetenin reisi olan kadının kızının yanına girebilmek için subayı iknası gibi sahnelerde olduğu gibi başarısız diyaloglar ve dikkat çekici kötü oyunculuklar ile oldukça göze batıyor. Subay rolündeki Paul Kelly herhalde en kötü oyunlarından birini veriyor bu filmde. Çetenin lideri rolündeki Kay Francis ise B sınıfı filmlere uygun oyunu ile idare ediyor. Oyunculukla ilgili en iyi özet, filmde hizmetçinin bile kötü oynaması!

Şantaj, tehlikeleri kadın(lar), sırlar, iyiler, kötüler, kahramanlar, becerikli ve beceriksiz polisleri ile B tipi bir film sonuç olarak. Filmin çekildiği yıl düşünüldüğünde düşebileceği milliyetçilik tuzağına fazla kapılmaması ve çete liderine bir kötü karaktere değil bir insana yaklaşır gibi yaklaşmayı tercih etmesi gibi erdemlerinden de söz ederek bu türün gerçek klasiklerine göz atılması daha doğru bir seçim olur diyeyim.

(“Asker Eşleri”)

Der Siebente Kontinent – Michael Haneke (1989)

“Sürdürdüğümüz hayatı düşününce, bir son olduğu fikrini kabul etmek kolaylaşıyor”

Avusturya’lı bir ailenin seçtiği farklı bir yolun hikâyesi.

Yönetmen Michael Haneke’nin ilk sinema filmi ve “Buzlaşma” üçlemesinin de ilk filmi. Ya seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz yönetmenlerden biri Haneke ve burada da tarzının tüm karakteristik özelliklerini ortaya koyarken kimilerinin hayranlıkla kimilerinin ise aşırı sıkılmışlıktan kaynaklanan bir nefretle seyredeceği bir film var karşımızda. Bir gazete haberinden yola çıkarak senaryosunu yazdığı film yönetmenin tüm soğuk ve soğukkanlı anlatımı ile modern Batılı insanın kısılıp kaldığı kapanın dehşetini ortaya koyuyor.

1987, 1988 ve 1989 yıllarından birer günü anlatan üç bölümden oluşan filmin birinci bölümünde genel normlara göre “normal” bir orta sınıf ailenin sıradan bir günü söz konusu ve bu bölüm sonraki tüm gelişmelerin açıklayıcı anahtar anlarını içeriyor. Bu bölümde sakinlik, sıradanlık, rutin ve farkedilmeyen ama gizlice büyümeye başlayan mutsuzluk var. Açılışta uzun bir süre karakterlerinin yüzünü göstermeden onların günlük rutinlerini sabırla ve hiç çekinmeden uzatarak aktarıyor film. Bu bölümden hemen önce yer alan ve açılış jeneriğinin geçtiği giriş sahnesinde tüm ailenin içinde olduğu arabanın otomatik yıkamada geçirdiği dakikaları ve karakterlerini hiç konuşturmadan ve hareket ettirmeden seyrettiriyor bize. Bu anın boşluğu, anlamsızlığı ve insan doğasına aykırılığı uygarlığın geldiği noktanın korkunçluğunu tüyler ürperten bir yalınlık içinde ve doğrudan iletiyor. Sıradan pop şarkıları eşliğinde yenen akşam yemeği ve Eurovizyon şarkı yarışmasının finalini seyrederken sarf edilen ve muhtemelen her gece tekrarlanan boş sözler kendi hayatlarımızdaki anlamsız tekrarları gözden geçirmemizi sağlayacak kadar etkileyici sahneler. Ailenin küçük kızının birdenbire kör olduğunu iddia etmesi, annesinin bu duruma tepkisi ve kızın odasındaki gazetede gördüğü “kör ama yalnız değil” başlıklı haber bu sıradan ve mutlu insanların hayatında (aslında hepimizin hayatında) bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyor.

İkinci bölüm, kırılmanın netleştiği ve üçüncü bölüme giden yolu açık biçimde gösteren sahnelere sahip. Adamın işyerinde yaşananlar insan hayatının düzenin çarkları içinde ne kadar önemsiz olduğunu ve birilerinin başına gelenlerin diğerleri için ne kadar önemsiz olduğunu sıradan bir tavırla ama çarpıcı bir biçimde söylerken, bu sahnedeki diyaloglar sanki umursamaz bir tavırla aracılık edilen bir zalimlik hikâyesinin çarpıcılığını taşıyor. Bu bölümde otomatik araba yıkama sırasındaki ağlama sahnesi seyircinin hiç hazırlanmadığı ve işte tam da o nedenle şaşırtan, şoka uğratan bir an oluyor yine.

Üçüncü bölüm ise başından sonuna tam bir şok anı ama nasıl soğuk bir dille, nasıl bir kayıtsızlık içinde ve bir belgesel havasında anlatılıyor, inanılmaz. Seyredeni ürküten, korkutan ve eline geçiren anlar bunlar. Yönetmenin kendi deyimiyle klozette paraları yok etme sahnesi pek çok seyirciyi ölümlerden bile daha çok rahatsız etmiş. Doğru veya yanlış, bu yorum filmin tüm derdinin de ne olduğunu çok iyi açıklıyor aslında. Hayli uzun süren bu sahne ile yönetmen pek çok şeyin hesabını soruyor ve seyirciyi sarsarak onunla oynuyor sanki. Filmde sık sık görüntüye giren akvaryumun parçalanması ve içindeki balıkların can çekişmesi, marketteki alışveriş bölümü ve yazar kasa görüntüleri, yukarıda bahsettiğim araba yıkama sahneleri gibi sembolik sahnelerle dolu bir film bu. Kendilerini “normal” yapan her şeyi yok ettikleri bu bölüm ve aile bireylerinin geldiği son nokta Haneke’nin seyircisini rahatsız etmekten de öteye sanki onu da kendini “yok etmeye” çağırdığı bir yaklaşımı içeriyor.

Başrol oyuncuları Birgit Doll ve Dieter Berner filmin hak ettiği veya daha doğru bir deyişle talep ettiği soğuk oyun tarzları ile kendilerini değil filmi öne çıkararak bu “insanlığın hali” hikâyesine ilave bir tedirginlik katmayı başarıyorlar. Filmin adını aldığı Avustralya’ya aitmiş gibi gösterilen ama gerçek dışılığı açık olan deniz, kumsal ve dağ görüntüsü bu perişan halimizden bir kurtuluş olmadığını söyler gibi. Sonlarda televizyonda görüntüsü yer alan Jennifer Rush şarkısı “Power of Love” ile sanki seyredenle dalgasını da geçen film, soğuk ve çarpıcı bir çalışma. Film bir kez daha bana hatırlattı ki modern insanın tarihe bırakacağı en acınası miraslardan biri telefonda konuşurken boş kağıda yapılan karalamalar olacak. Haneke seyircisini ezip geçeceğini böylece işte ilk kez bu filmde gösteriyor.

(“The Seventh Continent” – “Yedinci Kıta”)

Yo – Rafa Cortés (2007)

“O bir kez ölmüştü ve sonra Hans olarak geri döndü. O Hans değildi ama artık Hans. Anlıyor musun?”

Mallorca’ya bir Alman çiftin evine çalışmaya gelen bir Alman işçinin kendisinden önce görev yapan ve onunla aynı adı taşıyan adamın “hayaleti” ile başa çıkmaya çalışmasının hikâyesi.

Farklı okumalara açık, neyin tam olarak ne olduğu konusunu açık bırakan ve cevaplar vermekten çok sorular soran ve sorduran bir film. Altını çizmeden ve kendi doğal akışı içinde gittikçe yükselen bir belirsizlik duygusunu aksamadan aktaran ve özellikle başrol oyuncusunun performansı ile dikkat çeken bir çalışma.

Herhangi bir rolü doldururken sizden önce o rolü üstlenen kişinin ardında bıraktığı iyi veya kötü izlenimler ile de mücadele etmeniz gerekir. Bir yandan kendi farklılığınızı, tarzınızı ve doğrularınızı geçerli değerler haline getirmeye çalışırken diğer yandan sizden öncekinin hayaleti ile uğraşmakta olduğunuz bu dönem en azından başlangıçta sizin değil sizden öncekinin, bir başka deyiş ile halefin değil selefin güçlü olduğu zamanlardır. Bu filmdeki kahramanımız kendisi ile aynı adı taşısa da kendisinden hayli farklı bir karaktere sahip olan selefinin hayalinden önceleri biraz rahatsız olup onun kim olduğunu anlamaya çalışırken daha sonra çok farklı bir yöne gitmeye başlıyor ve başlangıçtaki biraz ezik ve çekingen tavır finalde yerini çok farklı bir karaktere bırakıyor.

Kim olduğumuzun başkalarının bizi nasıl algıladığına bağlı olarak değişebileceğini ve eğer gerçekten bir “gerçek ben” varsa da bunun dönüşebileceği üzerine de düşümeyi sağlayan film, kahramanımızın
Alman ev sahibinin kendinden önceki ev sahibinin konumuna geçmesine benzer şekilde başka bir hayatın içine sokuyor kendini. Belki de temel olarak aslında bir “gerçek ben” olmadığını ve kimliğimizi iki temel parametrenin belirlediğini söylüyor bu film: kim olmak istediğimiz ve başkalarının bizi kim olarak görmek istediği.

Hans rolündeki Àlex Brendemühl adındaki Katalan oyuncunun özellikle yüzünü çok başarılı bir biçimde kullandığı bir film bu. Başlarda sergilediği çekingen ve uysal tavrın zamanla sosyal ve güçlü bir kişiliğe dönüşmesini bir parça dışavurumcu bir tarz içinde ve oldukça etkileyici bir biçimde aktarıyor. Diğer tüm yan karakterler merkezinde Hans’ın olduğu bu filmde başarılı bir takım oyunu ile onun varlığını keyifli bir biçimde destekliyorlar.

Zeki Demirkubuz filmlerindeki kapanmayan kapıların burada da yerini aldığı film, siyah beyaza yakın görüntüleri ve tedirgin (tedirgin edenden çok, kendisi tedirgin olan) kamera hareketleri ile dikkat çekiyor. Turistik bir bölge olan Mallorca’da geçen hikâyesine rağmen güzel görüntülerden uzak duran film belki çok çarpıcı veya büyük bir film değil ve zaman zaman fazla belirsizliği ve tekrarları ile hafif düşüşler yaşıyor ama yine de atmosferi, oyunculuğu ve temaları ile bu küçük aksaklıkları umursamamanızı sağlıyor.

(“Me” – “Ego”)