Boogie – Radu Muntean (2008)

“Bogdan! Çocuğun uykusu geldi”

Evli ve ikinci çocuğunu bekleyen bir adamın ailesi ile çıktığı tatilde gençlik arkadaşları ile karşılaşması sonucu başlayan kafa karışıklığının hikâyesi.

İlk sahneleri ile bize filmin erkek kahramanı olan Bogdan’ın artık uzaklaşmış olduğu gençlik dönemini ve o günlerdeki kendisini özlediğini başarı ile aktaran film temel olarak baba ve eş olmanın gereklilikleri ile karşılaştığı arkadaşlarının çağrıştırdığı “özgürlük” günlerinin özlemi arasında kalan bir adamın sakin, doğal, yalın ve belgesel havasında aktarılan hikâyesi. Eski arkadaşlar ile birlikte tekrar aklına takılan içki, sigara, erkek sohbetleri ve elbette kadınlar bu hikâyede kahramanımızın aklını epeyce çeliyor.

Tamamı bir gün içinde geçen hikâye inanılmaz doğallıktaki sahici diyalogları ile dikkat çekiyor öncelikle. Başından sonuna tüm konuşmalar o yaşta ve o konumdaki kadın ve erkekler nasıl konuşursa tam da öyle. Diyaloglarda en ufak bir fazlalık yok ve ağızlardan çıkan tüm kelimeler karakterlerin kendi öz kelimeleri gibi. Muhtelemen doğaçlamayı da içeren bu konuşmalar kimi zaman tek planda ve tek çekimle gerçekleştirilmiş sahnelerde ve bir süre telaşına düşmeden kotarılmış. Bu anlarda kamera kendisini hiç fark ettirmiyor ve kendinizi başkalarının gerçek hayatına bir süreliğine misafir olmuş gibi hissediyorsunuz. Filmin başarısının sırrı da tam burada yatıyor. Film ne bazı “konuşmalı” filmlerin düştüğü tuzağa düşüp karakterlerini büyük veye entelektüel tartışmaların içine atıyor ne de seyredeni dışlayacak kadar karakterlerin kendilerine özel konularının içinde bırakıyor bizi. Tümü gerçekliğin büyüsü ile sarılmış didişmeler, özlemler, gençlikten olgunluğa geçiş sancıları, bir şeylerin eksik kalması korkusu, özgürlük ve sorumluluklar film boyunca birbiri ardına ve inanılmaz bir doğallık içinde sıralanıyorlar. Kabaca aile ile plaj, arkadaşlar ve aile ile yemek, arkadaşlar ile eğlence, aile ile otel, arkadaşlar ile eğlence ve aile ile otel başlıklarını taşıyan bölümler halinde ve belirttiğim bu sıra ile anlatılan filmde her bir bölüm kendi içsel bütünlüğüne ve hem kendinden önceki bölümün doğal bir devamı hem de bir sonrakinin ustalıklı bir hazırlayıcısı havasına sahip. Erkek ve kadının hem oteldeki ilk kavgaları hem de sondaki “uzlaşma” bölümleri kendinizi gerçek bir hayatın içine izinsizce girmiş gibi kötü hissedip utanacağınız kadar başarılı. Benzer şekilde çok parlak bir diğer bölüm üç arkadaşın bir hayat kadını ile geçen otel odasındaki sahneleri.

Finalinde kahramanımızın seçimi hakkında doğru veya yanlış yargısında bulunmuyor senaryo, sadece tüm film boyunca yaptığı gibi tanık olmamızı sağlıyor. Tarafsız bir havada kalmaya çalışan ve bunu başaran senaryonun bir erkek tarafından yazıldığı ve bir erkek gözü ile duruma baktığı açık yine de. Bunu özellikle kadının tüyler ürpertici bir gerçekçilik taşıyan ve pek çok erkeğe çok tanıdık gelecek sitem ve imalarında sezmek mümkün. İlave olarak senaryonun bir çözüm önermek veya bir doğruyu işaret etmek gibi bir amacının olmadığını sadece ezeli ve ebedi ve çözümsüz bir konuyu bir kez daha hatırlattığını belirtmekte yarar var. Tüm oyuncular ama özellikle Bogdan rolündeki Dragos Bucur’un yapaylıktan uzak oyunları filme çok şey katıyor. Özellikle Bucur ile aynı yaş ve konumdaki erkeklerin oyuncunun müthiş doğallığı sayesinde kendilerini veya çok yakın bir tanıdıklarını seyrettikleri hissine kapılmaları mümkün bu filmde.

Gerçek hayatlar ne kadar sıradansa veye ne kadar heyecanlı ise bu film de işte o kadar sıradan veya heyecanlı. Taşıdığı hafif eğlence havası ile de artı puan toplayan film, seyrederken eğlendirecektir de ama dikkatli seyredenler kendilerine tutulan aynada gördükleri resimden dehşete de kapılabilirler. Her dönemin kendi güzelliği var diyerek atlatmalı bunu. Aksi takdirde hayatın bir sonraki dönemine yumuşak geçiş için kendimizi inandırdığımız bu sözün aslında seçim hakkımız olsa belki de hiç yitirmek istemeyeceğimiz bir dönemden ebediyen uzaklaştığımızı gizlemek için uydurulmuş olduğunu anlayacağız.

(“Summer Holiday” – “Yaz Tatili”)

Love Story – Arthur Hiller (1970)

“Aşk pişman olduğunu asla söylemek zorunda kalmamaktır”

İki üniversiteli gencin aşk hikâyesi.

Sinema tarihin en çok bilinen ve ilgi toplamış aşk filmlerinden biri. Tam da adının ifade ettiği gibi bir aşk hikâyesi. 70’li yılların hitlerinden biri olan bu filmin sinemasal değerinden çok kitleler üzerindeki etkisi önemli bugün. Sonuçta hikâyenin acı ile sonuçlanan bir aşkın yüreklere dokunan ve gözyaşınızı çekinmeden talep eden benzerlerinden bir farkı yok belki ama Erich Segal’in sinemaya uyarlanmadan önce yayıncılara kabul ettiremediği romanından uyarlanan film çeşitli nedenlerle yine de diğerlerinden birkaç adım öne çıkıyor.

Öncelikle filmin girişinden söz etmeli; jenerikler olmadan doğrudan ve çok güzel bir kare ile başlayan film böylece seyrettiğinizin bir film olduğu algısını kırmayı hedefliyor. Ryan O’Neal’in uzaktan ve sırtından çekilmiş görüntüsü onun iç sesi aracılığı ile hikâyenin sonunu baştan söyleyerek seyircinin ne olacağına değil, olaylar kaçınılmaz sona doğru ilerlerken kahramanlar ile özdeşleşmeye odaklanmasını sağlıyor ve bunu da başarıyor. İki baş kahramanımızı canlandıran Ryan O’Neal ve Ali MacGraw (her ne kadar filmin çekildiği tarihte biri 29, diğeri 31 yaşında olsa da) gençlikleri, enerjileri ve güzellikleri ile sinemanın o klişe tabiri ile kimyalarının müthiş uyumunu seyredeni duygulandıracak kadar başarı ile ile sergiliyorlar. Amerikan sinemasının oyunculukları ile en üst düzeye çıkmış isimlerinden olmadı hiçbir zaman bu iki isim ama işte bu filmde bir büyüyü birlikte yaratmayı başarıyorlar.

Şüphesiz filmin sinema tarihin en bilinen çalışmalarından biri olan Francis Lai imzalı müziği var bir de. Sadece birkaç giriş notası ile kendini hemen hatırlatan müzik işte o “tearjerker” dedikleri türden arsızca ağlatacak havası ile pek çok sahnenin altını dolduruyor. Doğrudan yüreklere (aslında gözyaşlarına demek daha doğru belki de) seslenen pek çok hikâye gibi burada da aşıkların mutluluk yolunda karşılaştıkları engeller, kötüler ve önlenmesi mümkün olmayan büyük bir trajedi (burada adı nedense doğrudan telaffuz edilmeyen kanser) var. Müzik bandının işte o anlar diye bize sık sık işaret ettiği bu sahnelerde çok katı yürekli olmak gerek etkilenmemek için.

Evet Türk sinemasında da sıklıkla kullanılan hatta bir zamanlar nerede ise tüm filmlerin teması olan zengin genç/fakir genç aşkı bu filmin de ana konusu. Evet zengin tarafın ki burada erkek tarafı oluyor katılığı, fakir tarafın ki bu da kız tarafı alçakgönüllü ve hoşgörülü yaklaşımı burada da var. Evet tüm bu klişeler ve benzer diğerleri bu filmde de baş köşede yerlerini almışlar ama burada ne kadar direnirseniz direnin ret edilemeyecek bir büyü var.

Yönetmen Arthur Hiller’ın bu popüler filme katkısını hisettirdiği anların arasında bir yandan sürekli çalan filmin unutulmaz müziği eşliğinde O’Neal’ın müzik binasındaki kapıları tek tek açması ve açılan her kapıdan gelen farklı enstrüman sesleri eşliğinde kahramanımızın gittikçe artan paniğini gösterdiği sahne, kardaki neşeli oyun bölümleri ve elbette finalde hastane odasındaki veda sahnesi ön plana çıkıyorlar. Ana akım Amerikan sinemasında o yıllarda rast gelmesi pek de mümkün olmayan Tanrı’ya inanmayan karakterlerin baş rollerde olduğu bu film 70’lerin liberal havasından da esintiler taşıyor.

Bu aşk filminin ciddi politik kusurları var bir yandan da. Zenginlerin anlayışsızlığı ve soğukluğuna karşılık fakirlerin alçakgönüllü ve sevecen tavrının ön plana çıkarılması şüphesiz bir politik duruştan ziyade filmi seyreden yoksullara nerede ise ama siz daha mutlusunuz diyen yatıştırıcı bir yaklaşım içeriyor aslında. Babasının zenginliği ve bu zenginliğin atalarının 18. yüzyıla kadar uzanan yoksulların ve kölelerin sömürülmesine dayanmasından rahatsız olan erkek karakterin bir yandan da son model araba ile gezip durması ve mezun olur olmaz herhalde yoksullara destek için kurulmuş olmayan büyük bir hukuk firmasına kapağı atması ciddi çelişkiler olarak görünüyor. Babası ile arasındaki soğukluğun ikisinin de aşırı gururlu olması nedeni ile çözülememesi mi yoksa tüm zenginlikler gibi o zenginliğin de geçmişinde bir kötülüğün olması mı vurgulanmalıydı tartışılır.

Bu romanın ve filmin devamı olarak yazılan ve çekilen “Oliver’s Story” kapitalizmin bir objeyi niteliği ne olursa olsun sonuna kadar sömürme anlayışının sonucu olan bir eserdi ve işte bu filmdeki büyüye ihanetti aslında. Benzer bir ihaneti Claude Lelouch da unutulmaz “Un homme et une femme” filminin karakterlerini yirmi yıl sonraya taşıyarak çektiği devam filminde yapmıştı. İnsanın “efendiler, dokunmayın kutsallarımıza” diyesi geliyor.

Sinemasal açıdan değil, katarsis etkisi açısından önemli olan bu kült film sevmek, sevilmek ve yitirmek üzerine çok başarılı bir çalışma sonuç olarak. Evet klişelere dayalı ve bir parça yüzeysel elbette ama büyülü bir aşkın yüzeysel olduğunu kim iddia edebilir?

(“Aşk Hikâyesi”)

Gururi No Koto – Ryosuke Hashiguchi (2008)

“Aynı resim yapmak gibi, bir yetenektir yaşamak”

Evli bir çiftin etraflarını saran tüm kötülüklere rağmen kişisel mutluluklarını bulma ve beraberliklerini ayakta tutma mücadelesinin hikâyesi.

Yaklaşık beş yıla yayılan bir zaman dilimi boyunca bir adam ve bir kadının hikâyesini anlatan film kimi yanları ile oldukça başarılı ama kimi yanları ile de oldukça uzun süresinin de nedeni olan gereksiz sahnelerin yer aldığı bir çalışma. Bir evli çiftin anatomisi, bir depresyon hikâyesi, tuhaf insanlar geçidi, bir seks komedisi veya birçok başka başlık altında sınıflanabilecek bir film bu ve tümünün bir arada olması da işte hem filmin süresini uzatmış hem de örneğin ilk iki başlığın öne çıktığı ve üçüncü başlığın da zemin oluşturduğu bir yapı çok daha başarılı olabilirmiş.

Cinsel hayatları hakkında konuşan karakterler ile başlayan filmin daha sonra bu konuşmaları sadece filmin başındaki önceden planlı seks hayatına bağlaması ve sonra unutup gitmesi dikkat çekiyor. Bir başka sıkıntı da tüm o oldukça fazla sayıdaki duruşma sahneleri. Kahramanlarımızın birlikteliklerini mutluluğa taşıma çabaları sırasında insanların çirkin yüzünü ve yapabilecekleri kötülüklerin potansiyel büyüklüğüne bu sahnelerde tanık olmamız tam olarak neyi ifade ediyor, çözmek güç.

Tae Kimura’nın güçlü bir oyunculuk ile canlandırdığı kadının depresyon süreci etkili bir sinema dili ile anlatılıyor ve filmin kimi başarılı sahneleri de bununla ilgili. Lily Franky’nin oyunculuğu ise güçlü kelimesinden daha fazlasını hak ediyor. Gülümsemesi, sabrı, şaşkınlığı ve naifliği ile canlandırdığı karakterin filmin en cazip öğelerinden biri olmasını sağlıyor. Bu iki karakterin konuşmaları ile dolu ve genellikle tek çekimle gerçekleştirilen uzun sahnelerin doğallığı ve doğaçlama havasını taşıyan diyalogları da filmin başarılı diğer yanlarına örnek oluşturabilir. Aşkın çocuksuluğunu ve güneşli havasını çok sevimli bir yönetim ve oyunculuk becerisi ile gösteren sahne ile annenin itiraf sahnesi de akılda kalan bölümlerden ikisi.

Kimi eleştiriler filmi Ozu filmleri ile yan yana anmış ama bir filmin Japon sinemasından olması ve uzunluğu böyle bir referansı geçerli kılmamalı. Kaldı ki Ozu filmleri ile kıyaslandığında bu filmde epey bir şeyler oluyor! Lily Franky’nin oyunu, sanatçı yanı ve insanoğlunun garipliğini aktarma biçimi ile yine de çizginin üzerine çıkmayı başaran ve keşke kurguda iyice bir kısaltılsaydı ve senaryo ilgi alanını bu kadar dağıtmasaydı dedirten bir film.

(“All Arounds Us” – “Etrafımızdakiler”)

Lindje Perendim Lindje – Gjergj Xhuvani (2009)

“Oradaki elçiliğimize buraya iltica etmek için hücum ederlerken, siz gerçekten geri dönmek mi istiyorsunuz?”

Yarış için yurdışına giden Arnavut bisikletçilerin ülkelerindeki rejim değişikliği ile ortada kalmalarının hikâyesi.

Komünizmin son günlerinde yurtdışına yarış için giden amatör bisikletçilerin rejimin yıkılması ile içine düştükleri durumu ve ülkelerine geri dönmeye çalışmalarını anlatan film amaçladığı kadar komik olamayan, eleştirilerinde ve alaycılığında biraz kolaya kaçan ve klişelere dayanmayı tercih etmiş görünen bir çalışma özetle. Batı dünyasına özenerek hayat sürdüren insanların renkli televizyon, kırmızı iç çamaşırları ve Fransız kadın düşkünlükleri bir yana ama televizyonda hayranlıkla seyredilen bir içki reklâmı pek de özenilecek bir unsur olmasa gerek. Yıkılan doğu rejimlerinin sanatçıları eski rejimleri için, bu rejimin kuralları ve sonuçları üzerinden dramatik veya alaycı hikâyeler anlatması anlaşılabilir bir durum ama dilerim gerek eskiye yaklaşımlarında gerekse eski-yeni karşılaştırmalarında daha analitik, daha objektif, daha entelektüel bir bakış taşıyan filmlerin peşinde olanların sayısı artar yakın bir zamanda.

Balkan filmlerinde sıkça görmeye alıştığımız ve bir süre sonra seyredeni sıkma potansiyeli taşıyan şaşkın ama eğlenceli küçük insan karakterlerinin yer aldığı filmin ilgiyi hak eden başarılı yanları da var şüphesiz. Kahramanlarımızın ülkelerine dönme yolunda kendilerini arafta bulmaları ve vize sorunu nedeni ile iki ülke arasındaki sahipsiz topraklarda kalakalmaları tema olarak başlı başına çarpıcı bir dramatik güce sahip. Bunun dışında Türk sinemasının Arzu Film ekolünden gelen filmlerindeki “dayanışma” içindeki karakterleri de oldukça sevimli gelecektir seyredene. Türk sinemasında bu bahsettiğim ekoldeki filmlerde yer alan şehire ilk kez gelen köylü karakterlerin yaşadıkları ile hayli benzerlikler taşıyan kahramanlarımızın Batı uygarlığı ile ilk karşılaşma anları ve artık eski bildikleri biçimde var olmayan ülkelerine mutsuz ve perişan dönmeye çalışırken etraflarını sarmış gibi görünen öpüşen Batılı çiftler yarattığı kontrast filme artı puan getiriyorlar.

Sınırları geçme sahnelerindeki küçük olayları da sevimli bir biçimde anlatmayı başaran film hedeflediği komikliğin uzağında ve bir parça “basit” kalmış bir çalışma ama ne olursa olsun insanın vatanına kavuşma arzusunu hatırlatması, dayanışmanın getirdiği gücü göstermesi ve klişeleri atlatmayı başarabilirseniz sevimli ama yeterince iyi işlenmemiş karakterleri ile bir göz atılmayı hak ediyor yine de.

(“East West East: The Final Sprint” – “Doğu Batı Doğu: Son Sprint”)