Başka Dilde Aşk – İlksen Başarır (2009)

“Kızım biz seni neyini eksik ettik de, eksik bir erkek ile birlikte oluyorsun?”

Sağır bir erkek ile çağrı merkezinde çalışan bir kadının “imkânsız” aşklarının hikâyesi.

Hikâye anlatmak ve hikâyenin özüne uygun veya onunla özellikle kontrast yaratacak bir anlatım tarzı bulabilmek klasik sinemanın en başarılı olduğu alanlardan biri. Klasik Amerikan sinemasının bunca seyirciye ulaşabilmesinde en önemli etkenlerden biri bu olsa gerek. Türk sinemasının iyi senaryo, hikâye anlatma becerisi ve konuyu dağıtmadan (bir başka deyiş ile, akıldaki her konuyu tek bir ve özellikle de ilk filme yedirmeye kalkışmadan) odaklanma alanlarındaki eksikliği hep konuşulan, bilinen ve geçmişte nadiren sağlıklı bir şekilde aşabildiği hususlar. İlksen Başarır bu ilk filminde işte tam da bu alanlarda bir yandan oldukça iyi bir iş çıkarırken bir yandan da yine tam bu alanlarda aksıyor.

Kısacık sahneler ile hemen filmin başında kahramanlarını başarı ile özetleyebilen bir girişe sahip olan film bu konuda takdiri hak ediyor öncelikle. Buradaki kurgu anlayışı amaca gayet uygun ve yerli yerinde ama filmde zaman zaman belki de küçük tempolar kazandırmak amacı ile tercih edilen bu “kesik kesik” anlatım tarzı bazı sahnelere oldukça uygun düşerken kimi zaman da bir “müdahele edilmişlik” havasının doğmasına neden oluyor. Anlatım tarzı ile ilgili bir başka sorun da filmin “romantik komedi” ile “dram” arasında gidip gelmesi. Temel de bu bir problem değil elbette ama “farklı dünyaların insanları arasındaki aşk” ve “sömürülen çalışanlar” gibi dram açısından iki ağır konunun odaktan kaymasına neden olabiliyor bu seçim, film boyunca. Bir problem de bu iki ağır konunun filmde nerede ise eşit düzeyde yer alması ve bunun da ilgiyi dağıtabilme ihtimali. İnsanlarla konuşarak “anlaşamayan” bir çağrı merkezi çalışanının konuşamadan “anlaşacağı” birisi ile aşkı üzerinden düşünüldüğünde anlaşılabilir bir seçim belki bu iki konunun birlikteliği ama Türk sinemasında özellikle de günümüzde hemen hiç doğrudan yer verilmeyen emek sömürüsünün arada kaynamasına neden olabilecek bir durum bu. Yine de tüm o motivasyon saçmalıklarına, tüm o “hadi kendimizi alkışlayalım, alkışlayalım ki bu alkışın kaba gürültüsü içinde sendikasızlığın, sömürünün, birbirimize kırdırılmanın çığlığı duyulmasın” tespitlerine bir filmde rast gelebilmek gerçekten umut verici. Günümüzde çığrından çıkmış soysuz komediler (Recep İvedik vs.), büyük bütçeli ve büyük sözlü dramlar (tüm o Mahsun Kırmızıgül girişimleri vb.) ve sanat filmleri (Nuri Bilge Ceylan vb.) arasında sıkışmış durumdaki Türk sinemasında işte bu küçük ölçekli ve hikâye anlatmayı seven ve şu ya da bu ölçüde başaran bu tür filmler bulabildiğimize şükretmeliyiz sonuç olarak.

Son bir eleştiri de aristokrat havalı ve ropdöşambrlı karakter için. Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler” filmi ile birlikte evden dışarı adım atamayan bir başka karakteri karşımıza getiren filmde o aristokrasi havasına ve karakterinin trajedisinin etki gücünü azaltan o yapay duruşa ne gerek olduğunu düşünmemek elde değil.

Filmde seyirciyi etkileyecek ve hatta hayran bırakacak düzeyde başarılmış sahneleri de belirtmek gerek. Sinemamızda pek görmediğimiz ölçüde hayli iyi çekilmiş bir kavga sahnesi, sevgiyi işte tüm yüreğiniz ile hissedeceğiniz şiir okuma sahnesi ve özellikle terk edenin de edilenin de ağladığı ayrılık sahnesi yönetmenin kumaşını bize gösteren bölümler. Bir büyük takdir de baş oyunculara gitmeli. Saadet Işıl Aksoy sürekli bir direnme ve savunma mücadelesi içinde hem aşkını hem özgürlüğünü korumaya ve sömürüye karşı durmaya çalışan karakteri inandırıcı ve çekici bir biçimde canlandırıyor, senaryodaki kimi aksaklıklara rağmen. Senaryoda da payı olan Mert Fırat’ın oyunu için kullanılabilecek tek bir ifade var: mükemmel. “Normal” insanların dünyasında kendisine yarattığı dünya içinde yaşamaya çalışan, insanın yeryüzü üzerindeki en acımasız varlık olduğunu her defasında hatırlamak zorunda kaldığı koşullar ile sık sık karşılaşan bir bireyi inanılmaz bir başarı ile canlandırıyor. Öfke ve sevgi gibi iki farklı ve yoğun duyguyu aynı sahne ve bazen aynı kare içinde üstün bir oyun gücü ile gösterirken seyredene canının nasıl yandığını sizin canınızı da yakacak şekilde gösteriyor.

“Issız Adam” filminde “Zor be anne” diyen karakterin bu filme bir an için girip gerçek zorluğu yaşamasını ve şımarıklığından utanmasını isterdim açıkçası. Eksikliklerine rağmen, doğru ve sağlam duruşu, açık sözlülüğü, yanında taraf tutmayı tercih ettiği değerlere gösterdiği saygısı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Duyarsızlıklarımız ve acımasızlıklarımızla nasıl birbirimizin canını yakabileceğimizi de hatırlatan film “bugün satış için ne yaptın” tabelası altında asıl büyük güçlerin maşalığını yapan küçük güçlerin kendi odalarına “bugün çalışanlar için ne yaptın” tabelasını asacağı günlerin de habercisidir diye umalım. İmkânsız ama yine de bir umut işte.

Adoration – Atom Egoyan (2008)

“Öfkenin özelliği budur: Zekânın büyük kısmını tüketir”

Bir okul ödevinin konusunu kendi ailesi ile ilişkilendiren bir gencin ve onun etrafındakilerin gerçekleri ve kendilerini keşfetmesinin hikâyesi.

Yönetmeninin kendi ifadesi ile hayatlarındaki boşluklar veya kayıplar ile mücadele eden insanların hikâyesini anlatan bu film Atom Egoyan’ın -bence başyapıtı olan- “The Sweet Hereafter” filminin izinden giden ve onun kadar etkileyici olmasa da yine de bir şekilde seyredeni kendine çekmeyi başaran eserlerinden biri. Temelde genç bir öğrencinin, onun dayısının ve öğretmeninin etrafında gelişen hikâye tüm bu karakterlerin kendi gerçekliklerini keşfettiği, kayıpları ile barıştığı ve boşluklarını doldurmayı başardıkları finali ile son yılların sinemasında ve özellikle Ozon filmlerinde sıklıkla görülen “kan bağı ile değil, sevgi ile oluşturulan” yeni bir aileye ulaşıyor.

Egoyan’a ait olan senaryo, evet bir kayıplarla mücadele hikâyesi ama en az onun kadar öne çıkan başka temalara dalarak veya dalar gibi yaparak şaşırtıyor ve odağını kaybediyor aslında. Ödevin konusu olan hikâyeyi kendi aile gerçeğine dönüştürerek bunu gerçekmiş gibi yayan öğrencinin neden olduğu tüm o tartışmalar ve bu tartışmaların konusu olan hoşgörü, kendinden farklı olan ile birlikte yaşayabilmek, ötekinden korkmak, dini inançlar dolayısı ile yapılan veya dini inançlar ile ilişkilendirilen eylemlerin doğruluğu, inançlarımız uğruna başkalarını hatta sevdiklerimizi feda etmek gibi temalar bir şekilde hikâyenin ve karakterlerin parçası yapılıyor senaryoda ama sonuçta “The Sweet Hereafter” filminde olağanüstü anlatılan “kayıp ile hayatın değişmesi” kendi başına yeterince güçlü bir tema zaten. Bu filmi işte bu referans verdiğim filmin gerisine düşüren de sanırım bu geniş ilgi alanı olmuş.

Genç öğrenci Simon rolündeki Devon Bostick karakterinin içini doldurmayı başarıyor ama galiba rolün hak ettiği çarpıcılığa uzak düşüyor biraz. Onun dayısı Tom rolündeki Scott Speedman filmin en başarılı ismi ve öfke, başarısızlık, sorumluluk ve korku gibi farklı duygu ve durumları çok başarılı bir biçimde aktarıyor. Öğretmen rolündeki Arsinée Khanjian Egoyan’ın eşi ve onun pek çok filminde rol almış başarılı bir oyuncu. Bu filmde ise bende çelişkili duygular bıraktı doğrusu; çoğunlukla senaryodan kaynaklanan nedenlerle zaman zaman inandırıcılıktan uzağa düşerken ve bir şekilde sanki doğru tonu tutturamamış görünürken bazı anlarda da filme kattığı tuhaf bir sıcaklığı ve samimiyeti hissetmemek mümkün değil.

Sanki yeterince iyi işlenememiş gibi duran film çok etkileyici bir dram olma fırsatını kaçırmış ama yine de hissettikleri kayıpları gidermeye, hayatlarındaki boşlukları doldurmaya, gerçeği keşfetmeye ve vicdan azabı veya başka bir nedenden kaynaklanan ezikliği ve öfkeyi yönetmeye çalışan karakterleri ile ilgi toplayacak bir hikâye anlatıyor. Önyargılar ve nefretin karşısına sevgiyi ve ötekini anlama çabasını koyan bu film bazen canavarların en yakınımızdaki insanlardan biri olabileceğini de hatırlatıyor bize. Egoyan’dan biraz dağınık, başarısı yarım kalmış ama sonuçta ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Tapınma”)

Mina Olin Siin – René Vilbre (2008)

“Herkes gençliğinde en az bir kez ölüme yaklaşmalı. Böylece kendisi için neyin gerçekten önemli olduğunu anlayabilir”

Para sıkıntısı ve yaşadığı çevre nedeni ile işlediği küçük suçlardan gittikçe daha tehlikeli işlere kayan bir tıp öğrencisinin hikâyesi.

Çıkışsızlık içindeki bir gencin bir şekilde bulaştığı suç çevreleri içinde kayboluş hikâyelerinden bir başkası bu film ve problemi de tam da burada. Hareketli kamera, sık müzik kullanımı ve serbest bir anlatım tarzı artık klişeleşmeye başlayan bir yöntem zaten ve ne bu alanda ne de hikâyede orijinal bir boyutu var filmin. Kahramanımızın zaman zaman hikâyeyi açıklayan veya hayata yönelik felsefi cümleler içeren ifadeleri ise yeterince çarpıcı olmadığından etkisiz ve bazen de gereksiz kalıyor.

Filmin hikâyesine zenginlik katabilecek tek yan sık sık vurgulanan ama bu vurgusu da genellikle sadece diyaloglarla sınırlı olan “zengin okulunda okuyan yoksul genç” durumu ama bu durum da ne bir sınıf analizine veya analizi bir kenara bırakın bir net bir saptamaya dönüşebiliyor ne de belki de amaçlandığı gibi filmi zenginleştiriyor. Estonya sinemasından Avrupa sineması esintili bir deneme havasında ve finali dışında yeterince etkileyici olamayan film kalıpların içinde sıkışmış görünen bir yapıya sahip. Uyuşturucu sahnelerindeki serbest ve etkileyici anlatım tüm filme yayılabilse veya daha önemlisi doktor olmak gibi bir ideali olan gencin kendini içinde bulduğu duruma karşı hissettikleri daha başarılı bir biçimde anlatılabilse çok daha farklı bir yerlerde olabilirdi bu çalışma. Bu hali ile iyi niyetli ama yeterince başarılamamış bir sert film olarak kalmış.

(“I was Here” – “Buradaydım”)

L’iceberg – Dominique Abel / Fiona Gordon / Bruno Romy (2005)

“Madem sağırsın o zaman şunu söyleyebilirim. Çirkin bir pisliksin ve umarım benden önce ölürsün”

Sıkıldığı rutin hayatından bir buzdağını görmek için kaçan bir kadın, aşık olduğu denizci ve onu geri getirmeye çalışan kocasının hikâyesi.

Dominique Abel, Fiona Gordon ve Bruno Romy üçlüsünün birlikte yönettikleri ilk film olan “L’Iceberg” bu üçlünün daha sonra çektikleri ve İstanbul Film Festivalinde de gösterilen “Rumba” filminde tekrarlayacakları tarzın da ilk örneği. Ünlü ustalar Buster Keaton ve Jacques Tati’nin izinden giden, diyalogların çok sınırlı olduğu, oyuncuların kara mizah, parodi ve slapstick gibi farklı komedi türleri içinde zaman zaman bir palyaço havasında hikâyeyi yaşadıkları bir film bu ve sık sık yeterince eğlendiren ve arada bir sıkı bir kahkaha da attıran türden keyifli bir çalışma.

Tümü kesintisiz tek çekimden oluşan sahneler boyunca bazı anlarda bağımsız skeçler seyrediyor gibi hissetme ihtimali olsa da yine de hikâyenin bir şekilde tutarlı bir biçimde bağlanabildiği filmde Fiona Gordon ve Dominique Abel zaman zaman fiziksel komediye kayan ve eski sessiz filmleri de çağrıştıran bir hava içindeki oyunları ile seyredeni eğlendirmeyi başarıyorlar. Monoton bir hayat sürdüren bir ailede kadının kilitli kaldığı bir soğutucunun içinde geçirdiği bir geceden sonra oluşan buzdağına gitme tutkusunun başlattığı hikâye, süresi boyunca gerçekten komik sahnelere de fırsat veriyor. Abel’in yüzü ile oynadığı “esneme” sahnesi, Gordon’un yatakta bir insan bedeni ve bir çarşaf ile neler yapılabileceğini çok eğlenceli bir biçimde gösteren ve bana yedi ayrı şekilden nerede ise sonsuz sayıda resim çıkartılabilen tangram oyununu hatırlatan bölüm, fotoğraf çektirme ve soğutucuda kapalı kalma sahneleri ve sağır denizcinin kulaklarının açılması gibi anların seyredene kahkaha attırmaması mümkün değil. Bazı anlarında temposu biraz düşer gibi olsa da ki “Rumba” filminde de benzer bir durum vardı, kendisini kısa sürede toparlayan ve bittiğinde yaşattığı keyiften dolayı mutlu olacağınız filmlerden biri özetle.

Evet, filmde tarzından kaynaklanan ciddi bir Tati havası var ama anlattıklarının ciddiyeti açısından elbette Tati’den uzak bir film bu. “Les Vacances de Monsieur Hulot” filminde Fransız toplumundaki sınıfları çok başarılı bir şekilde hicveden veya “Mon Oncle” filminde kapitalizmin egemenliğinin artmasına ve Amerikanlaşmaya karşı bir duruş olan ve bu kapsamda tüketim toplumunu ve özellikle modernleşmeyi eleştiren Tati çok başka bir yerde duruyor elbette. Burada ise belki monotonlaşan ilişkiler ele alınıyor gibi ama bu daha çok hikâyeye bir vesile olması için düşünülmüş gibi duruyor. Ek olarak Tati’de daha doğal ve seyircinin sanki tesadüfen tanık olduğu bir hava varken burada sahneler seyreden için özellikle düşünülmüş, çizilmiş, tasarlanmış gibi görünüyor.

Gereksiz bir Tati kıyaslamasını bir kenara bırakırsak kendi içinde tutarlılığı olan, çelişkilere dokunmaktan çekinmeyen ve örneğin sınırdaki beyaz-zenci ayrımının altını çizen “Yes/No” bölümü ile bunu bir kara mizaha dönüştüren film başarılı, eğlendirici bir komedi. Filmi seyrederken Tati kadar ve bence ondan daha da fazla Buster Keaton’ı hatırlayacaksınız.

(“Buzdağı”)