Can-Can – Walter Lang (1960)

“Günah Montmartre’da icat edilmedi. Burada sadece mükemmelleştirildi”

1896’da kankan dansının yasak olduğu Fransa’da dansın ve gerçek aşkı anlamanın müzikal hikâyesi.

Cole Porter’ın sahne müzikalinden uyarlanan film müzikal sinemanın başyapıtlarından olmasa da şarkıları, oyuncu kadrosu, dönem kostümleri ve kankan başta olmak üzere dansları ile keyifli bir çalışma.

Hollywood’un kendi ürettiği gerçekliği vardır ve bunu cüretkârca sunmaktan ve doğalmış gibi kabul görmesini beklemekten hiç çekinmez. Bu filmde de klasik Hollywood klişelerinden biri film boyunca pervasızca kendini gösteriyor. Fransa’da geçen ama çoğunlukla Amerikalı oyuncuların yer aldığı filmde oyuncuların aksanları üç kategori arasında dağılmış; Başta Frank Sinatra olmak üzere katıksız Amerikan aksanı ile İngilizce konuşan Amerikalı oyuncular, Fransız aksanı ile İngilizce konuşan Fransız oyuncular ve Fransız aksanı ile İngilizce konuşmaya çalışan Amerikalı oyuncular. Bu dil cümbüşünü (aslında garipliğini) bir kenara koymak gerek çünkü Hollywood öyle diyorsa öyledir.

Maurice Chevalier’nin biraz da yaşının gereği bir parça durgun, Louis Jourdan’ın tüm yakışıklılığı ile sevimli ve canlı, Frank Sinatra’nın oynadığı filmden bağımsız tekrarladığı standart oyunu ile idare eder göründüğü ve sanki Montmatre’da bir Amerikalı gibi dolaştığı filmin yıldızı elbette Shirley MacLaine. Sanatçı güldürüyor, eğlendiriyor, şarkı söylüyor, dans ediyor ve tüm filmi sürükleyen isim oluyor.

Bir dönem filmi olmasından dolayı kostümlerin çok göz alıcı olduğu bir film bu. Elbette tümü rengarenk, gösterişli ve çekici. Bu kostümler eşliğinde sergilenen dans ve şarkı bölümlerinin özellikle bir kısmı çok başarılı. MacLaine’in denizcilerle yaptığı dans sert koreografisi ile dikkat çekerken, yine MacLaine’in nişan törenindeki “gösterisi” sanatçının komedi yeteneğini de ortaya koyması ile öne çıkıyor. Doğrudan hikâyenin bir parçası olmayan ve bu nedenle bir parça filmin dışında gibi duran “Adem ve Havva” balesi bölümü de bir elmanın nelere yol açabileceğini gösteren ve üzerinde özenle çalışıldığı belli olan karelere sahip. Ayrıca “Just One of Those Things” ve “It’s All Right with Me” şarkılarını ve Jourdan’ın evlilik teklifine kadar uzanan çıkma teklifi bölümünü de unutmamak gerek.

Başrolde Frank Sinatra olunca tahmin edilebilir bir final ile bitiyor film ama filmdeki tüm gelişmeler ve tarafsız bir değerlendirme bu seçimin yanlışlığını çok açık bir şekilde gösteriyor. Bir tarafta Fransız aristokrasisi ve burjuvazisini, diğer tarafta Fransız lümpenlerini (aslında bu görüntü altında, Frank Sintra’nın varlığını düşünürsek, tarihi ve birikimler üzerine kurulu bir kültürü olmayan Amerikalıları) tutarak bir sınıf çatışması hikâyesi de anlatır gibi görünse de kuşkusuz böyle bir derdi olmayan bir müzikal. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi görmedikleri, okumadıkları ama yine de ahlâksız olduğuna emin oldukları şeylere günah yaftası yapıştırmaktan kaçınmayan püriten ahlâk sahiplerine yüzeysel de olsa çatan film, eğlenceli bir seyirlik sonuç olarak.

(“Paris Dansözü”)

Stage Fright – Alfred Hitchcock (1950)

“Umarım nasıl olduğu sorulduğunda, gerçekten nasıl hissettiğini söyleyen insanlardan değilsindir”

Bir ünlü sanatçı, onun sevgilisi, o sevgiliye aşık bir oyuncu adayı ve bir dedektif arasında geçen cinayet, masumiyet ve aşk hikâyesi.

Alfred Hitchcock’un başyapıtlarının arasında nispeten gölgede kalan bir film. Bir romandan uyarlanan senaryo bir yandan dram ve polisiye üzerinden bir gerilim filmine aracılık ederken diğer yandan da bu gerilim atmosferini zaman zaman mizah ile dengelemeye çalışmış. Bir başyapıt değil ve pek çok Hitchcock filminden geriye kalan kült olmuş sahneler açısından zayıf ama yine de ustanın izlerini taşıyan, seyri keyifli ve klasik sinemanın tadını taşıyan bir film karşımızdaki.

Marlene Dietrich ve Hitchcock iş birliğinden daha üst düzey bir sonuç çıkabilir ve Dietrich daha çarpıcı bir karakter aracılığı ile daha etkileyici bir performans verebilirdi belki ama sonuçta onu bir filmde ve örneğin “La Vie en Rose” söylerken izlemek her zaman cazip bir aktivitedir. Buradaki eksiklik belki filmin finali ile tutarlılığı sağlamak adına filmde zaman zaman beliren “femme fatale” havasının yeterince işlenmeden kalmış olması. Jane Wyman rolünde idare eder bir havada oynarken Michael Wilding ise zeki ve esprili dedektif rolünde filmdeki en başarılı isim oluyor.

Yönetmenin kendini gösterdiği ve diğer filmlerine göre daha kısıtlı sayıda olduğu görülen klasikleşmiş karelerin başında barda geçen “dedektife yaklaşma ve sarhoş adamdan kurtulma“ sahnesi gösterilebilir. Burada Hitchcock özellikle kurgu ve diyaloglar aracılığı ile filmin en çok gülümseten anlarını yaratmayı başarıyor. Wyman’ın oyuncu adayı ve hizmetçi karakterleri arasında gidip gelirken içine düştüğü durumlar ve kimliğini saklama gayreti de tam da Hitchcok filmlerinde bekleyeceğiniz türden bir “kahramanımız zor durumda” gösterisi. Diyaloglar demişken burada birkaç örnek de vermek gerekiyor. O günlerin sineması için biraz sıra dışı bir karakter olan boşanmış babayı canlandıran Alastair Sim’in alaycı ve zeki cümleleri filmin en sarkastik anlarını oluşturuyor. Polisin cinayet için tanıklığına başvurduğu hizmetçi kadın ise kendisine çok soru sorulmasını “kendisini Sovyetler Birliği’ndeymiş gibi hissetmek” ifadesi ile anlatarak Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarından bir tipik karşıya bakışı getiriyor filme.

Finali ve gerçeğin keşfi zaman zaman eleştiri konusu olmuş bu filmin ama bu eleştirilerin geçersizliği başlardaki flash-back sahnesi dikkatli bir şekilde seyredilirse görülecektir. Burada yönetmen seyircinin çabuk yargıya varma alışkanlığını ve klişelere olan eğilimini kullanarak seyirciyi bir anlamda ters köşeye yatırıyor. Sürpriz finali, günümüz gözü ile bakıldığında çok komik duran “gizli dinleme” sahnesi, herkese kısmet olsun dedirtecek bir fedekâr sevgili karakteri ve bazen doğruların en inanılmaz görünen olduğunu hatırlatması ile en üst düzeyden olmasa da keyifle seyredilecek bir Hitchcock filmi.

(“Sahne Korkusu”)

The Terminal Man – Mike Hodges (1974)

“İnsanları ameliyat edip sebzeye çevirdiler ve sebzeleri idare etmek akıl hastaneleri için daha kolaydır””

Geçirdiği kaza sonucu engel olamadığı öfke ve şiddet nöbetleri yaşayan bir adamın, beynine yerleştirilen bilgisayar kontrollü çiplerden sonra başına gelenlerin hikâyesi.

Michael Crichton’ın bir romanından uyarlanan film biraz bilim kurgu biraz gerilim havası ile idare eden orta karar bir çalışma. Konusu düşünülünce filmden elbette başarı hırsına kapılan doktorlar, daha aklı başında doktorlar (ki genellikle kadın olurlar), bir şekilde yolunda gitmeyen bir deneme (yolunda giden bir deneme film yapmaya değer bir sonuç değil diye düşünerek) ve bir kurban beklenir ki bunların tümü de var bu filmde.

Müzik bandında Glenn Gould yorumu ile Bach dinleyebileceğiniz ve baş rolünde George Segal’i görebileceğiniz film bu iki seçimi ile de şaşırtabilir biraz çünkü müziğin filmin atmosferi ile çok da bir ilişkisi yok gibi ve Segal böyle bir rolde görmeyi bekleyeceğiniz ilk aktörlerden biri değil. Biraz eğreti duran peruğu taktığı sahneler dışında Segal yine de aksamadan idare ediyor ve kimi sahnelerde, örneğin elektronlara küçük şoklar verilerek deneme yapılan sahnelerde, verdiği tepkiler ile etkilemeyi de başarıyor.

Filmde dikkat çeken yönlerden biri bu kategorideki bir Amerikan filminden bekleneceğinin aksine çoğunlukla sakin ve yavaş bir anlatımı seçmiş olması. Örneğin ameliyat sahnesi alış(tır)ılanın aksine oldukça uzun tutulmuş ama tüm bu bölüm hem yapılan operasyonun “soğukluğunu” hem de “doğa dışılığını” vurgulayarak filmin temasına destek olmuş. Olmuş ama film bu sakin anlatım seçimini cazip kılacak şekilde hikâyenin altını ne kadar doldurabilmiş, tartışılır. Filmin en başarılı sahnesi ise yönetmenin de varlığını hissettirdiği tek sahne belki de. Ameliyattan sonraki ilk cinayet sahnesi ve sonrası çekimleri, stilize anlatımı ve su yatağı, kan, bıçak ve su gibi malzemeleri kullanışı ile çok başarılı. Film boyunca sık sık karşımıza gelen “gözetleme deliğinden bakıp konuşan insanlar” insanın tüm bu teknolojik gelişmelerin asıl yararlanıcısı olmasının yanında bir anlamda aslında bazı bireylerin diğer bireyleri bu gelişim sürecinde kobay olarak kullandığını ve belki de temel amacın birilerinin diğerleri üzerindeki hükümranlıklarını kalıcı kılmak olduğunu hatırlatıyor.

Tedavi yönteminin etikliği, suçu önlemek için insanın doğasına ne kadar müdahele edilebileceği gibi soruları karşımıza getiren bir romandan orta karar bir uyarlama sonuçta. Genç bir yaşta ölen Joan Hackett ve kısa bir rolde karşımıza gelen Jill Clayburgh’ü hatırlamak, beyin kontrolü ve tıp biliminin karmaşıklığı üzerine düşünmek için de seyredilebilecek bir “terminal (ama dummy olanlardan değil!) adam” filmi. 70’lerde çekildiği unutulmamalı ve komik robot tasarımı dikkate alınmamalı elbette. Teknoloji son analizde iyi midir sorunsalını hatırlatan hikâyesi ile de ilgi çekebilir.

(“Beyin Nakli”)

Abril Despedaçado – Walter Salles (2001)

“Aklımdan çıkmayan başka bir şey var: ben, abim ve rüzgarda uçuşan gömlek”

Yirminci yüzyıl başında Brezilya’da bir kan davasının kısır döngüsü içinde kalan bir gencin hikâyesi.

İsmail Kadare’nin bir romanından uyarlanmış olan film hikâyenin zamanını değiştirmemiş ama olayların geçtiği yer Arnavutluk’tan Brezilya’ya alınmış. Bu değişiklik hikâyenin özünde çok da bir değişikliğe yol açmamış görünüyor; hikâyenin özünde dinsel bir motif olmadığı için ve adına kan davası denen ilkellik dünyanın herhangi bir yerinde dinden bağımsız bir olgu olarak var olabildiği için olayların çarpıcılığında herhangi bir etkilenme olmamış.

Altlarında kara toprağın ve üzerlerinde güneşin olduğu ve bunun dışında hiçbir şeyin yer almadığı bir köyde geçen filmin hikâyesinin çarpıcılığı ve dramatik gücü filmin hem güçlü yanını hem de zayıf olarak nitelendirilebilecek en temel yanını oluşturuyor. Hikâye bu kadar dramatik olunca ve yönetmen de bu hikâyenin sinemasal açıdan bir arayış veya yeniliğe girişmeden çok başarılı da olsa sadece görsel karşılığını üretiyorsa bunu bir zayıflık olarak görmek mümkün ama bu durum çıkan sonucun ne kadar etkileyici olabildiği gerçeğini değiştirmiyor. Belki de romanda/edebiyatta bir ölçüde okuyanın hayal gücüne (ve dolayısı ile entellektüel kapasitesine ve her anlamdaki birikimine) bırakılan “imaj” bu kadar net ve gösteren/açıklayan bir tavırla karşımıza getirilince oluşan bir histir bu sadece.

Toparağın ve güneşin renklerinin hâkim olduğu bir görselliği var filmin. Geniş perde özelliği ile uçsuz bucaksız ve ıssız görünen mekanlar, üzerlerinde epey düşünülmüş ve bu nedenle bazen fazla ölçülüp biçilmiş gibi görünen karelerde dünyadan soyutlanmış gibi duruyorlar ve bu da dramatizasyonun gücünü iyice artırıyor. Zaman zaman tabloya benzer görüntülerin bu “klasik güzelliği” bir yandan da ilave bir etki sağlamış aslında; bazı kareler dramatik bir dinsel hikâyeyi anlatan on yedinci ve on sekizinci yüzyıl klasik resim sanatının örneklerini ve dolayısı ile o hikâyelerin “büyük” ve “kutsal” kavramlarının etkisini taşıyor filme. İpte sallanan/dans eden kızın çağrıştırdığı özgürlük ve hayatın karşısında, ipe asılı ve rüzgârda dalgalanan bir kanlı gömleğin çağrıştırdığı ölüm görüntülerinde olduğu gibi sembolik anlamda da görselliği zengin olan bir film bu.

Etkileyici cinayet sahneleri (özellikle kahramanımızın intikam amacı ile işlemeye zorlandığı cinayetin sahnesi çok başarılı) ve filmin farklı anlarında farklı seçim yapılan yol ayrımı gibi sembolik görüntüleri ile görsel açıdan oldukça etkileyici anları olan filmde oyuncular da üstlerine düşeni yerine getirmiş gibi görünüyorlar. Burada senaryodan kaynaklanan nedenlerle yaşına göre bazen fazla büyük düşünen ve konuşan Pacu rolünün belki bir parça daha iyi işlenebileceği söylenebilir.

Babadan izin almadan dışarı çıkamayacak kadar küçük ama aynı babanın bir insanı –ne amaçla olursa olsun- öldürmesini isteyeceği kadar büyük bir insanın içine düştüğü ikilemi ve aşkın vaat ettiği bir yeni dünya ile geleneklerin acımasızca sınırladığı bir eski dünya arasında kalmışlığını sonuçta hayli bir etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu. İnsanların –kendilerinin veya kendinden öncekilerin yarattığı- bir ilkelliğe kutsallık ve dolayısı ile değişmezlik atfetmeleri, ve öldürene ölenin cenaze evine gittiğinde, geleneğe uygun bir davranış gösterdiği için doğru zamanı gelene kadar dokunulmayacak kadar bu kutsallığı yüceltmeleri insanlığın içinde bulunduğu tüm dogmalara da etkileyici bir örnek olmuş. Sonunda “denize kavuşmanın” yolunun planlananın dışında veya bir başka deyişle geleneğin ön görmediği trajik bir olay sonucu ile değil, insanın aklın yönetimindeki iradesi ile olması gerektiğini düşündürten hayli etkileyici bir film sonuç olarak.

(“Behind the Sun” – “Güneşin Ardında”)