Vse Umrut, a ya Ostanus – Valeriya Gay Germanika (2008)

“Tanrım lütfen bir sevgili bulayım ve partiye gidebileyim”

Günümüzde Rusya’da orta öğrenim çağındaki gençlerin ve özellikle kızların hikâyesi.

Hayatlarında sadece aşk, seks, sigara, içki ve müzik olan ve bunların dışındaki her şeyi ve diğer insanları dışlamış olan gençlerin zaman zaman özellikle genç oyuncularının büyük bir kısmının doğallığı ile belgesel tadı veren hikâyeleri, sergilediği manzara ile çok karamsar bir görüntü getiriyor karşımıza. Olumlu hemen hiçbir karakterin yer almadığı, büyüklerin acizlik ve anlayışsızlık içinde ne yapacaklarını bilemeden ortalıkta dolaştıkları bir film bu. Filmin odağında olan dokuzuncu sınıftaki üç genç kızın film boyunca üzerinde birkaç cümleden daha fazla konuşabildikleri tek konu gitmeyi planladıkları parti. Bunun dışında birkaç dakika içinde kıyafetlerden müziğe, seksten okul dedikodularına kadar geniş bir aralıktaki konuları tüketmeyi başarabiliyorlar. Belki de filmin söylemek istediği de bu; bu gençlerin hayatında “değer” taşıyan hiç bir şey olmaması ve tüm zamanlarını bir şeyleri “tüketerek” geçirmeleri. Etraflarındaki tüm yetişkinlerden nefret eden bu gençlerin bir an önce kadın ve erkek olma telaşlarındaki çelişki de dikkate değer.

Kameranın dışarıdan hiç müdahele etmediği bir havada çekilen film sadece göstermeyi hedefleyen ve yorum yapmayan tavrı ile inandırıcılığını yükseklerde tutuyor ama bir yandan da sinemasal açıdan derdinin ne olduğu ya da bir derdinin olup olmadığı sorusunu cevapsız bırakıyor. Filmin sık sık tehlikeli bir noktanın da etrafında dolandığını ve anlattıklarının aracı olan oyuncuları ve özellikle genç kızları “kullanmanın” sınırına yaklaştığını da belirtmek gerek.

(“Everbody Dies but Me” – “Ben Hariç Herkes Ölsün”)

Man in the Wilderness – Richard C. Sarafian (1971)

“Sabaha kadar ölmezse, öldürün ve gömün”

1800’lü yıllarda arkadaşları tarafından ölüme terk edilen bir kürk avcısının hayatta kalma ve intikam hikâyesi.

Bir tavşanın hem şefkat gösterilen bir arkadaş hem de yemek olarak görülebildiği bir hayatta kalma mücadelesinin biraz epik havası da taşıyan bu hikâyesi kahramanı ile kendinizi özdeşleştirebildiğinizde daha da keyifle seyredilebilecek bir içerik taşıyor. Temel olarak önce ölüme direnme sonra da intikam üzerine odaklanan film taşımaya çalıştığı epik havanın her zaman altını dolduramasa da gerek Richard Harris ve John Huston’ın oyunları gerekse müziği ve bireyin doğada yalnızlığını vurgulayan sahneleri ile etkileyici olmayı başarıyor. Huston’ın kaptan rolündeki performansı başarılı olmakla birlikte senaryodan kaynaklanan eksiklikler nedeni ile karakteri hak ettiği kadar işlenememiş gibi görünüyor ve bu da intikam duygusunun etkisini azaltıyor.

Kızılderililere yaklaşımı açısından tarafsız bir noktada duran film, kahramanımızın intikamın akıbeti ile ilgili kararını yerlilerden etkilenmesine bağlayarak bu anlamda dürüst bir yaklaşım da sergiliyor. Benzer şekilde, gerek kahranımızın geçmişindeki dini figürlerin gerekse kendisini ölüme terk edenlerin yüzeysel din yaklaşımlarının karşısına zaman zaman doğayı ve doğa ile barışık yaşayan yerlilerin “basit” hayatını koyması da aynı kapsamda değerlendirilebilir.

Yalnızlığı ve belirsizliği vurgulayan sisli görüntüleri, suya kavuşma anındaki ışık dolu kareleri, Harris’in fiziksel zorluklar içeren bir rolün üstesinden gelmesi ve sondaki hayata/sevgiye övgüsü ile de ilgiyi hak eden film sonu ile belki bazılarında hayal kırıklığı yaratabilir. Burada da senaryoyu yarattığı beklentinin dışındaki bir gelişmeyi yeterince iyi işlemeden ve acele çözmesi nedeni ile eleştirmek gerekiyor. Paranoya, korku, vicdan azabı ve yalnızlığı, ve elbette ruhsal olarak olgunlaşmayı karakterlerinin daha iyi ifade etmesine yardımcı olacak daha olgun bir senaryo ile çok daha başarılı bir film olabilirdi.

(“Vahşi Adam”)

North by Northwest – Alfred Hitchcock (1959)

“Görünen o ki sizi tatmin edecek tek performansım bir ölüyü oynadığım zamanki olacak”

Yanlışlıkla ajan zannedilen bir adamın peşine düşenlerden kurtulma çabasının hikâyesi.

“Reklam dünyasında yalan diye bir şey yoktur. Sadece çıkarcı abartılar vardır” prensibine inanan kendine güvenli, esprili, rahat bir reklamcının yalanlar, yanlış anlamalar ve olduğundan farklı gör(ül)meler üzerine olan hikâyesi Hitchcock ustalığının zirve noktalarından biri ve her karesi ile sinema keyfi veren, her bir sahnesi sinema antolojilerine geçmeyi hak eden ve işte o ölmeden önce mutlaka görülmesi gerekli filmlerden biri. Yalanı mesleğinin doğal bir parçası haline getirmiş bir adamın anlattıklarına kimseyi inandıramadığı başlangıç bölümleri de tüm reklamcılara verilen keyifli bir cevap.

Cary Grant’ın aksiyon adamına dönüşmek zorunda kalan bir reklamcıyı oynarken aldığı keyfi seyredene de yansıtmayı başardığı filmde, Eva Marie Saint tüm kırılganlığı ve seksapeli ile sinema tarihindeki ölümsüz Hitchcock sarışınlarından biri oluyor. Yan kadroda ise annede Jessie Royce Landis ve kötü adam rollerinde iki büyük isim, James Mason ve Martin Landau da bu keyifli filmin iz bırakan isimleri olmayı başarmışlar.

Film sinema tarihine geçen pek çok kült sahneye sahip; sigara yakma sahnesi sinema tarihindeki en seksi anlardan biri, kompartımandaki öpüşme sahnesi ise koreografisi ile yönetmenin ustalığının unutulmaz örneklerinden biri. Elbette dört ölümsüz bölümden de bahsetmek gerek; geniş bir açık alanda uçaktan kaçma, müzayede salonu bölümü, Rushmore dağındaki kaçış ve tüm final bölümü. Özellikle ilk bölüm mizanseni, kamera açıları, sürekliliği ve seyredeni gerilime hazırlayan sessiz tereddüt anları ile dört dörtlük bir klasik artık. Kahramanımızın başına gelecekleri haberleyen çok yukarıdan çekilmiş ve onu o geniş alanda iyice küçülmüş olarak gösteren kare bile başlı başına alkışı hak ediyor. Otobüsün uzaktan ilk göründüğü an ile başlayıp araba çalarak kaçılana kadar süren bu bölüm gerçekten unutulmaz bir keyif anı.

Duşta ıslıkla çalınan “Singin’ in the Rain” şarkısı ve müzayede sahnesinde Cary Grant’ın Charles Adams’dan bahsetmesi gibi sanatsal referansları da içeren filmin, Hitchcock’un yapımcıların senaryoya müdahele ederek yaptıkları bir eklemeden kaçınmak için eklenen diyalogları gürültülü bir uçağın motoru önünde çekerek konuşulanları seyircinin anlamasına engel olması gibi keyifli hikâyeleri de var. Son sahnede uçurum kenarından ani bir kesme ile kompartımana geçen ve kahramanlarımız öpüşmeye başladığında tünele giren tren görüntüsü ile sansüre de selam gönderen film esprili, heyecanlı ve kısacası çok keyifli bir çalışma. Mizahın, maceranın ve aşkın unutulmaz bir kombinasyonu. Evet, bir baş yapıt.

(“Gizli Teşkilat”)

The Wrong Man – Alfred Hitchcock (1956)

“Kıyma makinesinden geçmek gibi. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatıyorlar.”

Silahlı soygun suçlaması ile tutuklanan bir adamın masumiyetini ispatlama çabalarının hikâyesi.

Alfred Hitchcock tarafından gerçek bir olaydan uyarlanan film, yönetmenin diğer filmlerinden farklı bir noktada duran ve Fransız Yeni Dalga ustalarının çok sevdiği ve önemsediği bu yönetmenin Godard tarafından üstüne uzun bir eleştiri yazdığı bir çalışması. Hemen tüm filmlerinde kendisine çok kısa bir rol veren (yoldan geçen adam, otobüsü son anda kaçıran adam vs.) Hitchcock bu filmde hemen başta filmin kısa bir sunumunu yaparak farklı bir rol seçmiş. Yönetmenin diğer hiçbir filminde böyle bir sunum yapmadığı düşünülürse, filmin hem onun için öneminden hem de belki de filmin diğer eserlerinden farklı bir noktada ve tipik gerilim (burada hem “suspense” hem de “thriller” anlamları ile düşünmek gerek) öğelerinden uzak olmasından söz edilebilir.

Bir insanın işlemediği bir suçtan dolayı suçlanmasının ve adalet mekanizmasının kağıt üzerindeki tanımının aksine suçluluğun değil suçsuzluğun ispatlanması üzerine işlemesinin neden olduğu psikolojik sonuçlara ve adalet arayışına odaklanan film baş oyuncusu Henry Fonda’dan sıkı bir destek alıyor ama burada Fonda’nın kontrbas çaldığı sahneleri ayrı tutmak gerek. Bu sahnelerdeki donukluğu gerçekten şaşırtıcı. Eş rolündeki Vera Miles ise filmin son bölümünde yer alan depresyon sahnelerinde gerçeklikten kopan kadın rolündeki “başını yana ve öne eğme, ve donuk bakma” gösterileri hariç tutulursa üzerine düşeni yerine getirmeyi başarıyor.

Usta bir sanatçı mı yoksa usta bir zanaatkâr mı olduğu gibi bugün artık geride bırakılmış tartışmaların da odağı olan Hitchcock filmde özellikle teknik ustalığını sık sık konuşturuyor ve yine sinema tarihinde iz bırakan plan ve sahneler getiriyor bize; sigorta şirketinin veznesindeki yakın plan yüz çekimleri, kahramanımızın ilk sorgusunda içine düştüğü durumu yavaş yavaş anlamaya başladığı andaki öfke ve acizliğini vurgulayan yukarıdan çekilmiş sahne, karakoldan çıkarken tökezlemesi gibi incelikli bir buluş, ve bugün belki biraz naif görünebilecek olan hücresindeki gittikçe hızlanarak dönen kamera ve bu sahnede müziğin kullanımı. Pek çok filminde birlikte çalıştığı besteci Bernard Herrmann bu filmde de görev alıyor ve bugün için belki kullanımı biraz fazla öne çıkmış olarak görülebilecek film müziği ile psikolojik atmosfere katkı sağlıyor.

Haksız bir suçlama altındaki masum bir insanın sadece kendisinin değil etrafındakilerin de hayatının nasıl dağılabileceğini gösteren film, diğer Hitchcock filmlerinde pek görülmeyen dini motiflerin de (elbette teması dinsel bir motif olan “I Confess” hariç olmak üzere) yer aldığı bir örnek yönetmenin filmografisinde. Ucunda İsa heykeli olan tespih, İsa’nın resmini fark ederek dua etmeye başlayan kahramanın bu sahneden itibaren bir “mucize” ile karşılacağını vurgulayan üst üste bindirilmiş masum adam ve gerçek suçlu yüzleri görüntüsü –ki Hitchcock’un bu sahnede gösterdiği ustalığın altını çizmek gerek- adamın masumiyetini bir şekilde İsa’nın masumiyeti ile örtüştürüyor.

Hayal kırıklığı ve acizlik içine düşmenin dayanılmaz yükünü başarılı bir biçimde hissettiren ve siyah-beyaz görüntüleri anlattığı psikolojik gerilim hikâyesini destekleyecek şekilde ustalıkla kullanan film klasik bir Hitchcock ustalığı ile onun favorilerinden biri olan ve “Frenzy”, “North By Northwest”, “The 39 Steps” ve Vertigo” gibi filmlerinde de tekrarladığı “suçlanan masum adam” teması ile görülmesi mutlak gerekli olan bir sinema eseri.

(“Lekeli Adam”)