En Mand Kommer Hjem – Thomas Vinterberg (2007)

en-mand-kommer-hjem

“Kanepemde uyuyabilirsin. Bütün yemeğimi yiyebilirsin. Hatta beni biraz daha dövebilirsin.”

 

Yıllar önce terkettiği kasabaya geri dönen ünlü bir operacının ve onun dönüşü ile başlayan olayların hikâyesi.

 

İşte o garip karakterlerin olduğu veya sıradan karakterlerin garip davranışlar sergilediği mizah içeren sıcak ve küçük filmlerden biri. Benzerlerini Kuzey Avrupa sinemasında bulabileceğiniz türden bir film bu ve özelllikle öne çıkan bir yanı da yok.

 

Şaşırtıcı olan filmin görüntü çalışması. Hikâyenin bir Kuzey Avrupa ülkesinde (Danimarka’da) geçtiğini hissetmenizin mümkün olmayacağı bir şekilde çok “güneşli” bir film var karşımızda. Dış sahnelerde sarı renklerin bariz bir ağırlığı var ve iç sahnelerde de güneşin girmesinin mümkün olduğu her mekanda oyuncuların yüzlerinde güneş ışığını görmek mümkün. Buna sarı tarlaları ve klasik tabloları hatırlatacak şekilde bu sarı tarlalarda yoldan geçen arabalara el sallayan çiftçilerin görüntülerini ekleyince daha çok güneşli bir Akdeniz ülkesinde olduğunuzu düşünebilirsiniz.

 

Aşçıların sanatkâr yanının müzisyenlerden geri kalmadığını ispatlayacak keyifli “yemek yapma ve yedirme stresi” sahneleri içeren bir “babayı bulma-kaybetme-tekrar bulma” hikayesi. Güneşli ve “çok parlak” bir film.

(“When a Man Comes Home” – “Eve Dönüş”)

Pour Elle – Fred Cavayé (2008)

pour-elle

“Kaçmak kolay. Zor olan özgür kalabilmek”

 

İşlemediği bir cinayet için hapse atılan karısını hapisten kaçırmak için çabalayan bir sıradan adamın hikâyesi.

 

Fransız sineması sinema tarihine çok başarılı polisiye filmler üretmiş bir sinema. Jules Dassin, Jean Pierre Melville ve Julien Duvivier gibi yönetmenlerin bu alanda Fransız sinemasının yüz akı olan pek çok polisiye filmi var. Yönetmen Fred Cavayé’nin ilk filmi olan bu çalışma işte bu sinemanın izinden gitmeye çalışıyor ve sinemanın sık sık işlediği bir tema olan “sıradan insanın zorunluluk altında dönüşüm geçirme” temasının üzerine kurulmuş.

 

Diane Kruger’ın duru güzelliğinin oyunundan daha fazla öne çıktığı filmde Vincent London “sıradan adam” rolünde sırıtmıyor ama filmin odak noktasında olmasına rağmen çarpıcı bir performans da sergilemiyor.

 

Başta bir gizemin içine sokulacakmışız hissini veren ama bundan uzaklaşıp bir “kaçış düzenleme” hikâyesine dönüşen senaryo zaman zaman aksıyor ve sıradan bir insanın tüm bu planı yapabilme becerisini eski bir hapishane kaçağı ile görüşmesine dayandırarak kendi elini de zayıflatıyor. Benzer şekilde hikâyenin akışına herhangi bir katkı sağlamayan “parktaki kadın” sanki kahramanımızın bağlılığını anlayalım diye filme eklenmiş gereksiz bir figür olarak kalıyor. Sonunu açık bırakarak polisiye filmlerin olmazsa olmaz olan karanlık yanını içeren ve tedirginliğin sürmesini sağlayan senaryo bu yanı ile ise filme katkı sağlıyor.

 

Kalıcılığı tartışmalı ama hedefine varamasa da şık Fransız polisiyelerinden izinden gitmeye çalışan akıcı bir film bu. Ne olursa olsun vasatı aşmış tüm polisiye filmler gibi kesinlikle ilgiye değer. Ayrıca modern sinemanın sıklıkla ihmal ettiği o klasik hikâye anlatan filmlere olan özleminizi de giderebilir. Son yıllarda Fransız sinemasında ilgi toplayan tüm filmlerin bir Amerikan versiyonunu çekme alışkanlığı bu film için de geçerli ve Paul Haggis Russell Crowe ile filmin yeni versiyonunu çekti bile.

(“Anything for Her” – “Aşk Uğruna)

Cztery Noce z Anna – Jerzy Skolimowski (2008)

cztery-noce-z-anna

“- Niçin 4 kez odasına gizlice girdin?  – Aşk”

 

Krematoryumda çalışan bir Polonya’lının röntgencilikle başlayan ve gizlice eve girmeye kadar uzanan karşılıksız aşkının hikâyesi.

 

Ünlü yönetmen Skolimowski’nin yetmiş yaşında çektiği film karanlık bir atmosferde geçen ve özellikle son sahnesi ile “imkânsızlığı” vurgulayan bir çalışma. Hemen tümü ile gri ve karanlık renklerin hâkim olduğu mekanlarda (bunun tek istisnasının mahkeme salonu olması filmin karanlığına ek bir katkı yapıyor) geçen hikâye kahramanının içinde bulunduğu umutsuzluğun sürekli altını çiziyor. Yatalak bir büyük anne, eskimiş ve dökülmekte olan evler, çalışmayan eski bir araba, etraftaki tecavüz, kaza ve ölümler, hayata gayri meşru doğarak mağlup başlayan bir adam, krematoryumda bir iş vs.

 

Köhnemiş mekanlarda geçen bu filmde tüm bu olumsuzluklara rağmen kendi yalnızlık ve sevgi ihtiyacını bu sevginin nesnesi olan kişinin haberi olmadan ve haberi olduğunda da itirazına rağmen aşmaya çalışan bir adamın hikâyesi kesinlikle bir “kendini iyi hisset filmi” değil. Asgari seviyede tutulan diyaloglar da seyri kolaylaştırmıyor ama bu diyaloglar çıkarıldığında bile bir şey kaybetmeyecek olan film seyircisini yine de içine çekmeyi başarıyor.

 

Klasik temalı müzik çalışması filmin atmosferine ilave bir vurgu getiriyor ve kahramanının bu bireysel görünen hikâyesini belki de yoksulluk ve sevgisizlik ortamında yaşayan tüm insanların ortak hikâyesine dönüştürüyor. Filmdeki tek “mutlu insanlar” görüntüsünün uzaktan çekilen ve kahramanının sevdiği insanı gizlice gözetlediği sahne olması bu insanların sadece başkalarının mutluluğu ile yetinmek durumunda kalacağını söylüyor sanki.

 

Sevmek ama sevilmemek, sevginin egemen olmadığı bir dünyada sevilmeyi bile anlayamamak ve başkalarının hayatına onların izni olmadan ne kadar sızılabileceği üzerine bir film bu. Sevginin ret edilmesi üzerine uzun uzun düşünme fırsatını da sağlayan film, içerdiği hüzün, sakinlik ve “boşluk” ile seyircinin de çaba göstermesini gerektiriyor.

(“Four Nights with Anna” – “Anna ile Dört Gece”)

An Education – Lone Scherfig (2009)

aneducation

“Bunca şarkı ve bunca şiir, pek de uzun sürmeyen bir şey için”

 

1960 başlarında İngiltere’de Oxford’a girme telaşındaki liseli bir genç kızın büyüme ve yolunu şaşırma hikâyesi.

 

Öncelikle filmdeki rolü ile onlarca ödül kazanmış olan Carey Mulligan’a değinmek gerek. Canlandırdığı roldeki zekâ ve kültürü yansıtma biçimi, flört/aşk/kadın olma aşamalarını dile getirmekteki olağanüstü parıltısı, girdiği/içine sürüklendiği  bohem hayatı tanıma ve tadını çıkarma sahnelerindeki doğallığı ile filmi tek başına hayli üst bir çizgiye taşıyor. Babası rolündeki Alfred Molina başta olmak üzere diğer tüm oyuncular da ona bu başarısında eşlik ediyorlar. Sevgilisi rolündeki Peter Sarsgaard ile özellikle tatlı dili ile yalanlarını sıraladığı sahnelerde sevimliliği ile ön plana çıkıyor.

 

BBC yapımı olan hemen tüm filmler gibi minimum bir kaliteyi zaten bize garanti eden film gazeteci Lynn Barber’ın anılarından ünlü yazar Nick Hornby tarafından uyarlanmış bir gerçek hikâye üzerine kurulu. Kendisinin iki katı yaşında bir adam tarafından kandırılarak eğlence ve zevk dünyasının içine sokulan bir genç kızın tüm dönüşümlerini başarı ile yansıtan bir senaryo söz konusu ve bunda Nick Hornby’nin usta kaleminin de ciddi payı olsa gerek.

 

Hayli başarılı bir jenerik ve dönemin ruhuna uygun orijinal bir müzik ile açılan film, genç kızın zeki/kültürlü/entellektüel karakterine uygun bir biçimde yumuşak kamera hareketlerini içeren incelikli bir anlatıma sahip. Dogma 95 akımı ile sinemaya başlayan Danimarka’lı yönetmen Lone Scherfig bu akımın tarzından tamamen farklı bu filmde sanki her bir farklı sahne için o sahnenin ruhuna uygun ayrı bir anlatım tarzını benimsemiş ve bunun üzerinde tüm detayları ile düşünmüş gibi görünüyor.

 

“Kadınların okuması” üzerine dönemin anlayışını da farklı karakterler (aile, okul müdürü, bohem sevgili) ve farklı ortamlarda sık sık sorgulayan film karakterinin ağzından “bize öğretiyorsunuz ama neden öğrenmemiz gerektiğini öğretmiyorsunuz” cümlesi ile üzerinde düşünülmesi gereken bir konuyu da gündeme getiriyor.

 

Büyüme, kadın olma, entellektüellik, baştan çıkarılma, yalanlar ve aldatılma üzerine bu incelikli film kesinlikle seyre değer. Aynı zamanda 60’lı yılların müzikleri ve o yıların atmosferi ve elbette Paris sahneleri için ve bir de “aşkta aldatılmanın” hüznünü hissetmek için…

(“Aşk Dersi”)