Tightrope – Richard Tuggle (1984)

tightrope

“Polisler kimse ile yakınlaşmaz”

 

New Orleans’da geçen ve kişisel intikama dönüşen bir seri katil hikâyesi.

 

Benim “şık” diye tanımlamayı tercih ettiğim polisiyelerden biri olmayı amaçlar gibi davranan ama bir filmi oluşturan ne kadar unsur varsa, hepsinde bu amacın ve bazılarında da bence bilinçli olarak uzağına düşen bir film.

 

New Orleans söz konusu olunca elbette caz esintili bir müzik olacak, elbette karnaval görüntüleri olacak, elbette gece kulüpleri olacak. Filmin belki de affedilebilir bu klişelerinin maalesef çok daha ötesinde affedilemez başarısızlıkları var ki saymakla bitmez. Önce Clint Eastwood ile başlamakta yarar var. Tüm film boyunca esprili bir robot havasında gezinen Eastwood 70 ve 80’li yıllarda bolca çektiği filmlerindeki tiplemeyi tekrarlıyor burada da. Bu tiplemenin temel çıkış noktası da yaklaşımı açısından ciddi olarak eleştirilebilecek yanları olan ama sinemasal olarak çok başarılı “Dirty Harry” filmindeki dedektif karakteri. Bu karakterin gördüğü ilgi sinemacıları Eastwood’u defalarca bu karakterin kopyası olan rollerde oynatmaya götürmüş ama sonuçta pek çoğu başarısız olmuş bu filmlerin. Bu filmde de sanki o tipin bir karikatürü gibi oynuyor ama kendisi bir karikatür olmaktan kurtulamıyor. Filmden sağ kurtulan tek oyuncu Allison Eastwood. Diğer tüm yan karakterler başta kötü adam karakteri olmak üzere açıkça dökülüyor.

 

Filmdeki “maço” yaklaşım da filmin rahatsız edici bir diğer yanı. Bir Eastwood filminin muhafazakarlığından ve beraberindeki Amerikan değerlerinden kaçış yok ama bu filmde kadınların pasifliği, hikâyedeki erkek egemen bakış, boşanan eşe yönelik açık bir suçlayıcı tavır pes dedirtiyor bazen. 80’lerde Amerikan sinemasının günün egemen değeri olan Reagan muhafazakarlığı nedeni ile aile kurumunu “bozan” kadınlara karşı gösterdiği tahammülsüzlük bilinen bir gerçek ve bu film de bundan bol bol payını almış.

 

Komik psikolojik analizlerin, kendini ciddiye aldığı anlarda daha da komik olan sahnelerin, tam bir ticari muhafazakarlık örneği olarak kadınların cinsel açıdan sömürülmelerinin ve tekrar olacak ama kötü oyunculukların damgasını vurduğu bir film. Uzak durmak bile yeterli değil; kaçmak gerekir.

(“Düğüm”)

Zion Ve Ahav – Eran Merav (2009)

zionveahav

“Senin yerinde olsam burayı unuturdum. Var olduğunu unuturdum”

 

İsrail’de 14 ve 17 yaşlarındaki iki gencin büyüme hikâyesi.

 

Yoksul bir aile, anne boşanmış ve yeni bir erkekle görüşüyor, baba sadece telefonla arıyor ve kardeşler büyümeye ve yeni erkeği ret etmeye çalışıyor. Hikâyede bir orijinal yan yok belki ama zaman zaman festivallerde denk gelinen, bizde vizyon filmi olarak sinemalara pek uğramayan o küçük ve “gerçek” filmlerden.

 

Son dönemde atak içinde olan İsrail sinemasının yeni örneklerinden biri olan film öncelikle senaryosunun ve diyaloglarının gerçekliği ile ve ağırlıklı olarak amatör olan oyuncularının doğal ve samimi oyunları ile dikkat çekiyor. Karşımıza gelen hikâye her ne kadar İsrail’de geçiyor olsa da –belki sadece Afrika kökenli yahudilerin varlığı İsrail’i hatırlatan bir unsur olabilir- film zamandan ve mekandan bağımsız aslında. Büyümenin, aile olmanın, yoksul olmanın, sevgi ihtiyacının her yerde aynı olduğunu bize bir kez daha gösteriyor bu film. İki kardeş arasındaki bir kovalamaca ile başlayan film yine benzer bir şekilde sona eriyor ama başta abisinin koruması ve egemenliği altındaki küçük kardeşin filmin sonunda ve bu süreci hızlandıran arada yaşanan trajik olay nedeni ile artık kendi yolunu çizmeye başladığını gösteriyor.

 

Senaryosunu da yazdığı ilk uzun metrajlı filminde yönetmen Eran Merav melodram tuzaklarından başarı ile sakınırken sıradan insanlar arasında geçen bu hikâyeyi boş alanları da ustaca kullanarak akatrıyor bizlere. Filmin son sahnesi de hem bir yandan bu küçük insanların sıkışmışlığını hem de ilk sahnesi ile yarattığı zıtlığı kullanarak büyüme ve parçalanmayı aktarıyor. Her ne olursa olsun sevdiklerimize ve bizi sevenlere tutunmak gerektiğini de söyleyen film yer verdiği ve bize de çok tanıdık gelecek şarkıları ile de dikkat çekiyor.  

(“Zion and His Brother” – “Zion ve Kardeşi”)

Presence of Mind – Antoni Aloy (1999)

presenceofmind

“İnsan daima olabilecek şeylerden korkar ama genelde bir şey olmaz”

 

Tekin olmayan bir evde iki çocuğun bakımını üstlenen bir genç kızın hikâyesi.

 

Henry James’in ünlü bir romanından uyarlanan bu film o kaçınılmaz karşılaştırmadan –roman mı film mi?- pek de başarılı çıkamayan ve romanın o merak uyandıran ve gerilimli ürperticiliğine erişemeyen bir çalışma olmuş.

 

Sinema ve televizyona pek çok defa uyarlanmış bu romanın en az kendisi kadar güzel ismini (“Turn of the Screw”) değiştirerek ve romanın en temel özelliği olan gerçeğin belirsizliğini bir kenara iterek baştan yanlış bir yola girmiş bir filmden doğal olarak pek de bir çarpıcılık beklememek gerek. Romanın anlamsız bir şekilde bir adaya taşınması, başta kahya kadın olmak üzere romanı okuyanda canlanacak resimlerden çok farklı tiplemelerin kullanılması ve belki de en önemlisi kötülüğe engel olmak isterken kendisi kötülüğün aracı haline gelen bir kızın dehşetli hikâyesinin bir kenara koyulması gibi çoğaltılabilecek örnekler düşünülünce filmin kendi elini neden bu kadar zayıflattığını anlamak pek mümkün değil.

 

Başroldeki Sadie Frost genç ve masumluğu çok önemli olan bir karakteri 34 yaşında iken canlandırarak ve oldukça vasat bir oyun sergileyerek daha önce bu role hayat veren ve aralarında Deborah Kerr ve Ingrid Bergman gibi isimlerin de olduğu pek çok oyuncunun gerisinde kalıyor. Lauren Bacall ise romanın aksine oldukça klişe bir tipleme ile karşımızda ve sıradanlığın ötesine geçemiyor. Filmden  ayakta kalan tek isim genç Miles’ı canlandıran Nilo Mur.

 

Birinci ağızdan anlatılarak çarpıcılığı artırılan bir hikâyenin sinemasal karşılığı olarak düz bir anlatımı tercih eden ve nadir anlar dışında romanın o tüyler ürperten atmosferini perdeye taşıyamayan bu film ne Henry James için ne de şöyle keyifli bir gerilim filmi seyretmenin zevki için; belki sadece filmin kendisine rağmen ayakta kalan “çaresizlik” duygusu için.

(“Esrarlı Ada”)

Alice’s Restaurant – Arthur Penn (1969)

alices_restaurant

“ Sanırım çok yavrusu olan bir dişi köpeğim. Tümünü emzirmeyi başaramadım.”

 

Arlo Guthrie’nin otobiyografik bir şarkısından uyarlanan bir 60’lar hippi kikâyesi.

 

Amerikan sinemasının 60’lar ve 70’li yıllarda başarılı örneklerini verdiği ve Avrupa sinemasının “auteur” özelliklerini de taşıyan filmlerinden biri olan bu film az eser vermiş olan yönetmen Arthur Penn’in bir çalışması. Folk müzik, özgür hayat, uyuşturucu gibi hippi döneminin belli başlı unsurlarını da taşıyan film bugün sinemasal olarak bir parça eskimiş dursa da o dönemi anlamak için seyredilebilecek başarılı örneklerden biri.

 

Tüm jeneriğini film başlamadan vererek emeği geçen herkese saygıyı gösteren ve bu anlamda anlattığı dönemin ruhuna da uygun davranan film kendi kısıtlı süresi içinde hippi dönemini yarattığı umut ve sonuçsuzluğu ile başarılı bir şekilde betimliyor. Başrollerden birinin de sahibi olan Arlo Guthrie’nin varlığı da –hoşgörülü bir ifade ile söylersek aksamayan oyununu bir kenara bırakarak- o dönemin belgelerinden biri oluyor filmde. Vietnam, askere al(ınma)ma, müzik, uzun saçlar, bir komüne çevrilen kilise vb. öğeler filmde doğal ve üzerinde özellikle çalışılmış havası vermeyecek şekilde çekilmiş sahnelerle ve yalın bir dille karşımıza getiriliyor. Filmin belki de en dikkate değer yanı da burada aslında; bir dönemi o dönemi betimleme iddiası taşımadan sade ve yalın bir şekilde karşımıza getirmesi. Öyle ki basit hikâyesi ile hippi akımının çıkışsızlığını da duyurmayı başarıyor bizlere. Bu bağlam da açılan restoran da bu yeni hayat biçimine kendi felsefesi ile belki de çelişerek tutunma çabasını örnekliyor.

 

Kar altındaki cenaze töreni ve kilisedeki evlilik töreni gibi tam da anlattığına uygun ve basit ama çarpıcı mizansenlerle oluşturulmuş sahnelerle dikkat çeken film, son sahnesinde de çekinmeden uzatılmış bir çekimle Alice’i (bu rolde filmin profesyonel anlamda en başarılı ismi olan Patricia Quinn var) bir boşluğa bakar gibi uzun süre bize bakarken gösteriyor (ve bu arada hareket eden kameranın görüntüsünü engelleyen ağaçlara da aldırış etmiyor) ve tüm bu seyrettiğimiz hikâyenin aslında bir kaybın, bir hüznün hikâyesi olduğunu söylüyor bizlere.

(“Alice’in Lokantası”)