The Bed Sitting Room – Richard Lester (1969)

bedsittingroom

“Düşman kimdi? En ufak bir fikrim yok”

 

Nükleer savaş sonrası İngiltere’de hayat. 3-4 yıl önce meydana gelmiş bir nükleer savaş sonrasında sağ kalan bir avuç insanın hayatı sürdürmesini anlatan film tipik İngiliz mizah öğelerini ve İngiliz komedi ve sinemasının pek çok ismini bir araya getiren fantastik bir çalışma. Hayatta kalan insanların papağana, mobilyaya veya hatta filme ismi de veren yatak oturma odasına dönüşmesi gibi fantastik boyutları olan film bir yandan da diyalogları, davranış özellikleri ve ironisi ile normal bir hayatı anlatıyor gibi.

 

3. dünya savaşının sonucunda oluşan bir hayatı resimleyen film Büyük Britanya’nın tekrar dünyanın bir numaralı nükleer gücü olduğu müjdesi ile sona eriyor. Filmde bunun gibi pek çok ironi var ve bir tiyatro oyunundan uyarlanmasına ve bunun getirebileceği sıkıntıyı aşmak için özel bir çaba göstermemesine rağmen, karakterler ve bu karakterleri canlandıran oyuncuların bir fantastik filmde değil de herhangi bir tipi İngiliz komedisinde oynuyor gibi hareket etmeleri filmi rahat izlenir kılıyor.

 

Hemen tüm sahneleri nükleer savaş sonrası bir dünyanın gri ve kirli renkleri ile geçen film sadece sonunda yeşili ve diğer renkleri sunuyor bize ama o sahne de yukarıda bahsettiğim müjde ile sona eriyor. Tüm savaşın barış antlaşması dahil 2 dakika 28 saniye sürdüğü bir felaketi buna uygun bir ironi ile anlatan film tüm espri gücünü diyaloglara yüklemiş ve bir iki fiziksel komedi sahnesi dışında bu gücü çok da etkileyici değil. O zaman zaman fazla İngiliz olan filmlerden ama yine de Rita Tushingham, Dudley Moore ve Ralph Richardson’ın da aralarında olduğu İngiliz oyunculuk geleneğinin usta temsilcilerini bir arada görmek, nükleer üzerine düşünmek için seyre değer. Kameranın arkasında Superman’e başkasının katamayacağı dozda mizahı da eklemiş olan ve özellikle İngiltere döneminde pek çok başarılı filme imza atan Richard Lester var. Evet bir “The Knack…” değil ama yine de bir Richard Lester filmi sonuçta. 68 ruhundan da izler taşıyan ve bunu da özellikle diğer tüm karakterlerin aksine genç çifte (Rita Tushingham ve Richard Warwick) sempati ile yaklaşarak gösteren ve kült olma fırsatını ıskalamış bir film.

(“Oturma Yatak Odası”)

 

 

Taras Bulba – J. Lee Thompson (1962)

tarasbulba

“Seni stepleri sevdiğim kadar sevdim”

 

Gogol’un bir hikâyesinden çekilen film 16. Yüzyıl sonunda Ukrayna Kazaklarının Polonyalılar ile mücadelelerini anlatıyor. Filme adını veren Taras Bulba (Yul Brynner) bir Kazak lideri ve steplerin tekrar Kazakların elinde olacağı gün için savaş veriyor. Hikâyenin başında Türklere karşı Polonyalıların yanında savaşan Kazaklar Polonya prensi tarafından tuzağa düşürüldüklerini anlayınca güçlenip tekrar steplere dönmek üzere dağlara çekiliyorlar. “Düşmanını yenmek için onu tanımalı ve onun gibi düşünmelisin” prensibi ile iki oğlunu (Andrey-Tony Curtis ve Ostap-Perry Lopez) Kiev’e Polonyalıların akademisine gönderiyor. Orada ikinci sınıf muamelesi gören iki kardeş Andrey’in bir Polonyalı kıza aşık olması ile başlayan olaylar sonucunda geri dönmek zorunda kalıyorlar ve Polonya-Kazak mücadelesi kaldığı yerden devam ediyor.

 

Klasik bir romanın (daha doğrusu bir uzun hikâyenin) Hollywood eli ile sinemalaştırılmasına bir klasik örnek. Günümüz sinemasında, örneğin tüm bir Yüzüklerin Kardeşliği serisinde, bilgisayar efektleri ile sayıları çoğaltılan savaşçıların bir zamanlar gerçek insanlar tarafından ve gerçekten perdede görünen sayı kadar insan tarafından canlandırıldığını hatırlamak güzel ama bir filme Hollywood’un eli değince kaçınılmaz olan tüm unsurlar da karşımıza geliyor bu filmde. Filmin çekildiği 1962 yılında 37 yaşında olan Tony Curtis’in aynı tarihte 42 yaşında olan Yul Brynner’in üstelik de 20’li yaşlarının başındaki oğlunu canlandırması, özellikle Kazak’ların eğlence sahnelerinin ve geleneklerin canlandırıldığı sahnelerin “tourist attraction” tarzında yapılmış çekimleri ve Tony Curtis’in sık sık stüdyoda çekildiği gözümüze batacak kadar dikkat çeken at üzerindeki sahneleri bu durumun örnekleri olarak gösterilebilir. Elbette hepsinden daha önemlisi de roman sinemaya aktarılırken yapılan değişiklikler. Orijinalinde yer alan ve pek de sevecenlikle resmedilmeyen yahudi karakter Yankel filmde hiç yoktur, romanın ve filmin sonu çok farklıdır, hikâyenin akışı ile filmin akışı pek de örtüşmez vs.

 

Günümüz sinemasında giriş jeneriğini sık sık ihmal eden Amerikan sinemasının bir zamanlar bu konuya özel bir önem gösterdiğini hatırlatan bir açılış jeneriği ile başlıyor film. Ukrayna steplerinde geçen bir hikâyenin büyük bir kısmının Arjantin ordusundan alınan destekle Amerikalılar tarafından Arjantin’de çekilmiş olması erken dönem küreselleşme örneği olsa gerek. Geniş steplerin sağladığı imkânları başarı ile kullanan film bazı aksiyon sahnelerinde göze batacak derecede “hızlı oynatmalar” nedeni ile en azından o sahnelerde etkisini zayıflatıyor. Tony Curtis’in her an bir Errol Flynn’e ve filmin de onun kılıçlı romantik filmlerinden birine dönüşeceği tedirginliği zaman zaman rahatsız etse de sonuçta klasik bir Amerikan filmi seyretmenin rahatlığına kendinizi bırakırsanız tat alabilirsiniz. Yul Brynner’in zaman zaman dozu kaçsa da oyunculuğu kendini kurtarıyor ama onun ve Tony Curtis’in dışındaki tüm karakterlerin senaryoda tamamı ile yüzeysel bırakılmış olmasının da sonucu olarak diğer tüm oyuncular “belli tipleri” alışılmış klişeler ile canlandırıyorlar. Bu da filmin oyunculuk yönünden zayıf bir performans göstermesine neden oluyor. Yönetmen cephesinden bakıldığında ise, filmografisinde pek çok savaş filmi olan ve İngiltere dönemindeki başarısını Hollywood’ta aynı derecede tekrarlayamayan J. Lee Thompson sürpriz içermeyen anlatımı ile filmin hikâyesini okuyan bir kişinin kafasında canlanacak olanı teknik ustalığını katarak perdeye taşımış denilebilir. Filmde çok az görülen mizah tonunu (Kazak’ların zaman zaman idealize edilen hayatlarını daha da renklendirmek için olsa gerek) filmden tümü ile çıkarmış olsaydı daha iyi bir sonuç alabilirdi diye düşünüyorum çünkü bu hali ile bu sahneler sadece Tony Curtis’in filmdeki varlığını doğrulamak için eklenmiş gibi.

 

Birkaç kez gördüğü bir kız uğruna hikâyenin tüm akışını değiştirebilecek karar alan bir Kazak’ın romantizmi, -film pek bunu amaçlamış görünmese de, oğul/baba çekişmesi, büyüme, karşı çıkma ve özgürlük üzerine de okunabilecek senaryosu ile- ne kadar cazip gelir bilmiyorum ama ne olursa olsun tüm klişelerine ve romanın ruhundan sık sık sapmasına rağmen (bu arada Gogol’un da Çarlık döneminde romanın ilk baskısının fazla “Ukraynalı” bulunması nedeni ile hikâyesini bir parça Ruslaştırdığını hatırlamakta fayda var) bir klasik olarak seyredilmesi önerilebilir. Filmin konusu özgürlük ve aşk ikilemi üzerine düşünmeye de imkân veriyor üstelik; daha ne olsun.

2010 Festival Notları 8

Hücre 211 (Celda 211) – Daniel Monzón : Sert, çarpıcı, hızlı, akıcı; evet. Sosyal olgulara da dokunan İspanyol filmlerine bir diğer örnek ama kalıcı mı? Hayır. Senaryoda bir yandan tahmin edilebilir gelişmeler, bir yandan önceden belirlenmiş sonuç için uydurulan zorlamalar. Goya ödüllerine boğulmuş olması şaşırtıcı. Ülkesinde çok iyi gişe yapan Avrupa filmlerinden uzak durmalı; her an vazgeçilmeye müsait bir kriter olsa da iyi bir kriter. Böylece pek çok “Fransız” olmayan Fransız filminden kaçınma şansı da olur.

(“Cell 211”)

Yepyeni Bir Hayat (Une Vie Toute Neuve) – Ounie Lecomte : Festival broşüründe hikâyenin özetini okuduğunuzda tecrübeli bir festival izleyicisi iseniz “tahmin edebileceğiniz” filmlerden. Yine de samimi anlatımı, basit/düz ama etkileyici yaklaşımı ve dozunda duygusallığı ile “yeni bir hayatın olasılığı” üzerine bağırmadan da bir şeyler anlatılabileceğine örnek. Sevdiğini/güvendiğini yitirmek ve yeniden başlayabilmek üzerine, bir çocuğun gözünden…  

(“A Brand New Life”)

 

Beyaz İnsan (White Material) – Claire Denis : Harika bir Isabelle Hupert. Festivallerde kaçırdığınızda sinema perdesinde görmenin bir daha mümkün olmayacağını bildiğiniz, alışveriş merkezi sinemalarına uğramayacak filmlerden. Beyazlar, Afrika, sömürgecilik, mülkiyet, inat, direnme ve ait olmadığı bir yeri kendisine ait olmaya zorlayan beyazların neden olduğu tahribat. Bir kez daha Stuart Staples müziği eşliğinde Isabelle Hupert’ten doyumsuz bir gösteri. Festival için mükemmel bir kapanış.

2010 Festival Notları 7

Çağrı (The Calling) – Jan Dunn : Hedefini tutturamamış bir ironik yaklaşım. Din, cinsellik, fedakârlık. Eksik kalan bir senaryo.”You’ll never walk alone” dışında vurucu olmayan espriler. Neyin amaçlanacağında kararsız kalınınca her şey kendiliğinden akıp gitmiş sanki. Tesadüfen denk gelen birkaç sahne dışında etkisiz.

 

Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mère) – Xavier Dolan : Gerçek bir keşif. İlk film için yeterince olgun, dürüst, açık sözlü, çarpıcı, samimi, “doğrudan”. Anne-erkek çocuk ilişkisi üzerine bir sevgi-nefret filmi daha. Aşılamayan ve hayatı zorlaştıran tavırlar, insan değiş(ir-emez) üzerine bir el alıştırma. Hikâye anlatmanın en temel şartının içtenlik olduğunu gösteriyor. Sonraki filmleri için çok yüksek beklenti yaratan, çarpıcı bir anlatıma sahip, elini hiç bir şeyden sakınmayacağını gösteren bir yönetmen. Salonu terk edince iz bırakan, üzerinde düşüneceğiniz o filmlerden. Sinema için umut var dedirten.

(“I Killed My Mother”)

 

Akıntıya Karşı (Contracorriente) – Javier Fuentes León : “Farklı” aşkları sıradan dünyalara taşıdığı için bile ilgiyi hak ediyor; taraflardan biri bir sanatçı olsa da. Bir parça daha olgun bir anlatımın daha üst düzeylere taşıyacağı, yerelliği vurgulamamaya çalışsa da teması yeterince ve iyi ki yerel olan bir film. Zaman zaman gereğinden fazla düz bir anlatıma geçen ama yine de Serseri Mayın’ların “pembe şeker” anlatımından çok uzakta kalan bir çalışma. Keşke yönetmen fikri oluşturduktan sonra, biraz uzaktan ve farklı bir gözle tekrar bakabilseymiş konusuna.

(“Undertow”)