“Alman ve İrlandalı kanındandı. Adı Lester Ballard, Tanrı’nın çocuğu”
Toplumdan kendini dışlamış/dışlanmış görünen ve vahşi bir hayat süren bir adamın hikâyesi.
ABD’li yazar Cormac McCarthy’nin ilk basımı 1973’te yapılan ve 1960’lı yıllarda geçen romanının sinema uyarlaması. Senaryosu yönetmenliğini de üstlenen James Franco ve Vince Jolivette’ye ait olan film baş oyuncusu Scott Haze’in yoğun bir fiziksel performans da gerektiren rolündeki güçlü oyunu ile ilgi toplayan, ABD’nin güney kesiminin havasını romandaki kadar güçlü olmasa da sinemaya taşıyabilen ve Christina Voros’un başarılı görüntüleri ile ilgi çekici olabilen bir çalışma. Ne var ki romanın gücünün sinemasal karşılığının yeterince üst düzeye çıkabildiği tartışmalı ve bunda da en büyük etken Franco’nun farkılı üsluplar arasında gidip geliyor gibi görünen anlatım biçimi ve kaynak eserdeki “vahşi şiirsel” havanın görsel olarak yeterince yaratılamamış olması gibi görünüyor. Yine de kusurlarına rağmen, Haze’in seyredeni büyüleyecek oyunundan da aldığı katkı ile kesinlikle ilgi gösterilmesi gereken bir eser karşımızdaki.
Rolü için kilo veren, ormanlık içinde ve medeniyetten uzak bir külübede bir süre tek başına yaşayan ve hatta mağaralarda gecelediği söylenen Scott Haze filmin en büyük kozu kesinlikle. Oyuncu sevmesi bir yandan güç ve hikâye geliştikçe de imkânsız görünen karakterini seyircinin ilgisini hiç kaybetmeyecek bir yoğunluk ile canlandırıyor ve bu yoğun oyunculuğu tanımlamak için kullanılması gereken ilk kelime de fiziksel olmalı kesinlikle. Burada fiziksel kelimesini bir aksiyon filminin kalıpları içinde kullanmıyorum; evet, oyuncu ateş ediyor, kaçıyor, saldırıyor, atlıyor, düşüyor vs. ama burada söz konusu olan vücudun sadece aksiyonun hizmetine verilmesi değil, asıl ve daha önemli olanı, Haze’in vücudunu duyguların emrine vermesi ve karakterini tüm manevi çıplaklığı ile önümüze koyabilmesi. Filmin hemen tüm karelerinde görünen oyuncunun bu başarısı hikâyenin aksadığı noktaların öne çıkmasını engellediği gibi yönetmen Franco’nun zaman zaman kafa karışıklığının sonucu gibi görünen mizansen tercihlerinin aksadığı anları da gölgede bırakıyor.
Cormac McCarthy’nin eleştirmenlerden övgü alan ama çok satan eserleri arasında olmayan romanı toplum dışında yaşamanın ve bununla birlikte gelişen şiddet ve sapkın davranışların güçlü bir resmini koyar ortaya. “Ahlâki” açıdan veya bir başka deyişle toplumsal değerler açısından yozlaşmanın hikâyesinin bu içeriğinin ne kadarının sinemaya yansıdığı tartışmalı açıkçası. Tanık olduğumuz daha çok çocukluğunda yaşadığı travma ile başlayan bir yalnızlığın ve toplumdan uzak durmanın neden olduğu bir “kafayı sıyırma” hikâyesi gibi duruyor. Romanı sıkı sıkıya takip eden senaryonun bu temaları yeterince görselleştirememiş olması ise sanırım hem edebiyat ile sinema arasındaki o bir biçimden diğerine “dönüşürken kaybolma” ile açıklanabilir hem de Franco’nun olması gerektiği kadar güçlü olmayan anlatım tercihlerine. Romanın bölüm başlıklarını ara yazı mantığında görüntüye getirmek veya romanda durduğu gibi durmayan ve ne zaman görünüp ne zaman kaybolduğunun anlamlı bir açıklaması varmış gibi görünmeyen dış ses bu doğru olmayan tercihlerin bazıları. Buna karşılık filmin son bölümleri köşeye sıkıştığını hisseden bir adamın hayatta kalabilmek için gittikçe daha fazla nasıl yoldan çıkabileceğini çok çarpıcı bir biçimde aktarıyor seyredene ve romandaki yoğun gücün başarılı bir sinemasal karşılığı oluyor. Bu bölümler kurgusu, görüntüleri, mizanseni ve elbette Haze’in doruğa çıkan performansı ile kesinlikle çok etkileyici. Benzer biçimde Franco’nun kimi tercihleri de hayli etkileyici sonuçlar veriyor. Örneğin ölü bir kızın vücudunu tavan arasına taşımaya çalışaan adamın çektiği çileyi nerede ise gerçek zamanlı ve romandaki cümlelerin gücünü aynen taşıyarak getiriyor karşımıza.
Mekanları (geniş kırlık alanlar, mağara, harap bir evin içi vs.) etkileyici biçimde kullanan yönetmen Franco’nun yönetmenlik hayatında ABD sinemasının genel tercihleri ile kıyaslandığında hayli aykırı duran bir kariyeri var. Sanatçı 2005 yılında çektiği “The Ape” filminden başlayarak aralıksız olarak uzun ve kısa metrajlı filmler ve belgeseller üretiyor. Bu film ile aynı yıl içinde Cormac McCarthy’nin bir başka romanını daha (“As I Lay Dying”) sinemaya aktaran Franco oyunculuk kariyerini de tam gaz sürdürüyor. Bu yoğun tempo sanatçıya ürettikleri üzerinde ne kadar düşünme fırsatı sağlıyor bilmiyorum ama bu üretkenliği ve farklı sulara açılmaktan çekinmemesi çağdaşı pek çok sanatçı (özellikle oyuncular) ile kıyaslandığında, Franco’nun takdir edilmesini gerektiriyor kesinlikle. Sanatçı çekinmiyor, yılmıyor, üretiyor sürekli olarak ve denemekten de korkmuyor. “As I Lay Dying” ile Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde yarışan Franco, bu filmle de Venedik’te Altın Aslan’a aday olmuştu. Bu durumu Amerikan sinemasının ayrıksı yönetmenlerinin hemen her zaman asıl ilgiyi Avrupa sinema çevrelerinden görmesinin bir örneği olarak değerlendirebiliriz kuşkusuz. Kimi küçük karanlık komedi anları, yangın sahnesi gibi sinemanın tüm unsurlarının en üst düzeyde seyrettiği sahneleri ve kuşkusuz Scott Haze’in oyunu ile de görülmesi gerekli bir film.
(“Tanrı’nın Oğlu”)