As I Lay Dying – James Franco (2013)

As_I_Lay_Dying“İki kişiden dünyaya gelinip, bir kişi olarak ölünür. Dünyanın sonu da böyle gelecek”

Ölen eşini vasiyeti üzerine doğduğu kasabaya gömmek için yola çıkan baba ve beş çocuğunun hikâyesi.

William Faulkner’ın aynı adlı ve 1930 tarihli romanından yapılan bir uyarlama. Oyuncu, yönetmen ve senarist olarak durmak bilmez bir tempo ile çalışan James Franco’nun Matt Rager ile birlikte yazdığı senaryo “bilinç akışı” tekniği ile yazılan ve sinemaya uyarlanması çok zor olarak kabul edilen bir roman için yapılan cüretkâr bir deneme olarak nitelendirilebilir. On beş farklı karakterin ağzından anlatılan ve birinin sadece tek bir cümleden (“Annem bir balıktır”) oluştuğu 59 farklı bölümden meydana gelen romanın bu özelliğini, bölünmüş perde (split screen) tekniği ile karşılamaya çalışmış Franco ve ortaya ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma koymuş. Seçilen anlatım tekniği bir süre sonra yorucu olmaya başlasa da sıkı oyunculukları, kendine özgü bir hava yaratabilmesi, Tim O’Keefe’nin çok başarılı müzik çalışması ve Franco’nun sinema dili olarak bir arayışı içermesi ile takdiri hak eden çabasının değerli kıldığı bir film bu. Bu filmden bir yıl sonra Franco, yine Matt Rager ile birlikte bir başka Faulkner romanı olan “The Sound and the Fury” adlı eseri de sinemaya uyarlamış ve bu büyük edebiyatçıya olan ilgisini sürdürmüştü.

Zor bir romandan yapılan bir uyarlama olarak dikkati çeken bir çalışma James Franco’nun bu filmi. Sık sık bölünmüş perde eşliğinde anlatıyor filmi ve bunu yaparken bile “sıradan” davranmıyor Franco ve bazen perdenin yarısını tamamen boş bırakıyor, bazen aynı ânı iki farklı kamera ile gösteriyor bize (iki farklı karakterin bakış açısına göre yerleştiriyor kamerayı adeta) ve bazen de iki görüntü arasında belki bir saniyelik bir zaman farkı yaratarak bu eş zamanlılığı bozuyor. Bu oyunlarla da yetinmiyor Franco; sayısı az da olsa yavaşlatılmış görüntülere başvuruyor veya sesi derinlerden getiriyor kulaklarımıza. Kameranın zaman zaman “tedirgin” olmuş bir bakışı andırırcasına kullanımını da bunlara eklersek, Franco’nun romanın sinemasal karşılığını bulmaya çalışırken cüretkâr yollara saptığını söyleyebiliriz kesinlikle. Tüm bu biçimsel farklılıklar filme bir zenginlik katıyor açıkçası; öte yandan bir süre sonra bir tekrar hissi yarattığı ve kimi seyirci için yorucu olduğu da bir gerçek. Ayrıca farklı karakterlerin bakışından anlatılan romanın bu çok sesliliğini tam anlamı ile karşılayamıyor da bu teknikler ama uyarlanması imkânsız olarak nitelendirilen bir romanın biçimsel özelliklerinin sinemasal karşılıklarını bir şekilde yine de ürettiğini söyleyebiliriz yönetmenin. Kameraya (bir başka ifade ile bize) konuşan oyuncular veya düşünceleri ile anlaşıyor gibi görünen karakterler gibi denemeleri de düşününce bu biçimsel denemeler fazla gelebilir sıradan bir seyirci için; bir sinemaseverin ise pek de rahatsız olmayacağını hatta bu denemeleri belli bir ilgi ile karşılayacağını düşünüyorum. Bu tekniklerin -özellikle de bölünmüş perdenin- filme ilgi çekici bir hava kattığını ve kimi sahneleri -örneğin nehir geçme sahnesini- hayli çekici kıldığını da söylemek gerekiyor.

Amerika’nın güneyinin sesini edebiyata taşıyan Faulkner’ın romanının uyarlamasında oyuncuların Güneyli aksanları da dikkat çekiyor. Ne var ki kardeşlerden Jewel’ı canlandıran Logan-Marshall Green veya babayı oynayan Tim Blake Nelson’ın aksanları hayli ağırken, Franco’nun kendisinin canlandırdığı Darl karakterinin aksanı oldukça hafif kalıyor onlarınkinin yanında. Bu aksan problemi bir yana bırakılırsa, oyuncuların tümünün takım oyununa zarar vermeden bireysel anlamnda hayli başarılı performanslar sunduğunu söylemek gerekiyor. İçinde annelerinin cesedi olan bir tabutu çok sıcak bir havada ve hayli zor koşullar altında gömüleceği yere götürmeye çalışan yoksul ailenin hikâyesi Faulkner’ın kaleminden çıkan hayli çekici bir romanın kaynağı olurken, burada da oyuncuların başarısının da desteklediği ilginç bir sinemasal karşılık buluyor denebilir. Yol boyunca başlarına gelenler, babanın aileye kalıcı zararlar veren boyuta ulaşan cimriliği ve finalde bu cimriliğin nedenini trajikomik bir şekilde açıklayan sürpriz ve başta ailenin tek kadın karakteri olmak üzere her bir bireyin kişisel problemleri bir film süresinin izin verdiği ölçüde karşılık bulmuş perdede ve Faulkner’ın tadını taşıyabilmiş sinemaya Franco.

Zaman zaman dağınık bir görünüme bürünmek ve biçimin içeriğin önüne geçmesi (neyse ki Faulkner’ın romanı bunun daha ciddi bir soruna dönüşmesini engelleyecek kadar güçlü) gibi problemleri olsa da ilgiyi hak eden bu çalışma, Franco’nun Amerikan sinema çevrelerinde zaman zaman dalga geçme konusu olan çalışkanlığı ve arayışçılığının bir örneği olarak da ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Hikâyedeki her bir karakterin kendine özgü sesini doğal olarak üretememiş olsa da geçerli bu yargı ve bunun için romana ve edebiyatın imkânlarına başvurmak gibi bir seçim şansı var her zaman. Tim O’Keefe’nin müziği, Christina Voros’un görüntüleri ve Ian Olds’un kurgusunun da zenginleştirdiği film sonuç olarak James Franco için -uzun metrajlı ve konulu filmler açısından-yönetmenlik kariyerine giriş olarak cesur bir deneme.

(“Döşeğimde Ölürken”)

Child of God – James Franco (2013)

“Alman ve İrlandalı kanındandı. Adı Lester Ballard, Tanrı’nın çocuğu”

Toplumdan kendini dışlamış/dışlanmış görünen ve vahşi bir hayat süren bir adamın hikâyesi.

ABD’li yazar Cormac McCarthy’nin ilk basımı 1973’te yapılan ve 1960’lı yıllarda geçen romanının sinema uyarlaması. Senaryosu yönetmenliğini de üstlenen James Franco ve Vince Jolivette’ye ait olan film baş oyuncusu Scott Haze’in yoğun bir fiziksel performans da gerektiren rolündeki güçlü oyunu ile ilgi toplayan, ABD’nin güney kesiminin havasını romandaki kadar güçlü olmasa da sinemaya taşıyabilen ve Christina Voros’un başarılı görüntüleri ile ilgi çekici olabilen bir çalışma. Ne var ki romanın gücünün sinemasal karşılığının yeterince üst düzeye çıkabildiği tartışmalı ve bunda da en büyük etken Franco’nun farkılı üsluplar arasında gidip geliyor gibi görünen anlatım biçimi ve kaynak eserdeki “vahşi şiirsel” havanın görsel olarak yeterince yaratılamamış olması gibi görünüyor. Yine de kusurlarına rağmen, Haze’in seyredeni büyüleyecek oyunundan da aldığı katkı ile kesinlikle ilgi gösterilmesi gereken bir eser karşımızdaki.

Rolü için kilo veren, ormanlık içinde ve medeniyetten uzak bir külübede bir süre tek başına yaşayan ve hatta mağaralarda gecelediği söylenen Scott Haze filmin en büyük kozu kesinlikle. Oyuncu sevmesi bir yandan güç ve hikâye geliştikçe de imkânsız görünen karakterini seyircinin ilgisini hiç kaybetmeyecek bir yoğunluk ile canlandırıyor ve bu yoğun oyunculuğu tanımlamak için kullanılması gereken ilk kelime de fiziksel olmalı kesinlikle. Burada fiziksel kelimesini bir aksiyon filminin kalıpları içinde kullanmıyorum; evet, oyuncu ateş ediyor, kaçıyor, saldırıyor, atlıyor, düşüyor vs. ama burada söz konusu olan vücudun sadece aksiyonun hizmetine verilmesi değil, asıl ve daha önemli olanı, Haze’in vücudunu duyguların emrine vermesi ve karakterini tüm manevi çıplaklığı ile önümüze koyabilmesi. Filmin hemen tüm karelerinde görünen oyuncunun bu başarısı hikâyenin aksadığı noktaların öne çıkmasını engellediği gibi yönetmen Franco’nun zaman zaman kafa karışıklığının sonucu gibi görünen mizansen tercihlerinin aksadığı anları da gölgede bırakıyor.

Cormac McCarthy’nin eleştirmenlerden övgü alan ama çok satan eserleri arasında olmayan romanı toplum dışında yaşamanın ve bununla birlikte gelişen şiddet ve sapkın davranışların güçlü bir resmini koyar ortaya. “Ahlâki” açıdan veya bir başka deyişle toplumsal değerler açısından yozlaşmanın hikâyesinin bu içeriğinin ne kadarının sinemaya yansıdığı tartışmalı açıkçası. Tanık olduğumuz daha çok çocukluğunda yaşadığı travma ile başlayan bir yalnızlığın ve toplumdan uzak durmanın neden olduğu bir “kafayı sıyırma” hikâyesi gibi duruyor. Romanı sıkı sıkıya takip eden senaryonun bu temaları yeterince görselleştirememiş olması ise sanırım hem edebiyat ile sinema arasındaki o bir biçimden diğerine “dönüşürken kaybolma” ile açıklanabilir hem de Franco’nun olması gerektiği kadar güçlü olmayan anlatım tercihlerine. Romanın bölüm başlıklarını ara yazı mantığında görüntüye getirmek veya romanda durduğu gibi durmayan ve ne zaman görünüp ne zaman kaybolduğunun anlamlı bir açıklaması varmış gibi görünmeyen dış ses bu doğru olmayan tercihlerin bazıları. Buna karşılık filmin son bölümleri köşeye sıkıştığını hisseden bir adamın hayatta kalabilmek için gittikçe daha fazla nasıl yoldan çıkabileceğini çok çarpıcı bir biçimde aktarıyor seyredene ve romandaki yoğun gücün başarılı bir sinemasal karşılığı oluyor. Bu bölümler kurgusu, görüntüleri, mizanseni ve elbette Haze’in doruğa çıkan performansı ile kesinlikle çok etkileyici. Benzer biçimde Franco’nun kimi tercihleri de hayli etkileyici sonuçlar veriyor. Örneğin ölü bir kızın vücudunu tavan arasına taşımaya çalışaan adamın çektiği çileyi nerede ise gerçek zamanlı ve romandaki cümlelerin gücünü aynen taşıyarak getiriyor karşımıza.

Mekanları (geniş kırlık alanlar, mağara, harap bir evin içi vs.) etkileyici biçimde kullanan yönetmen Franco’nun yönetmenlik hayatında ABD sinemasının genel tercihleri ile kıyaslandığında hayli aykırı duran bir kariyeri var. Sanatçı 2005 yılında çektiği “The Ape” filminden başlayarak aralıksız olarak uzun ve kısa metrajlı filmler ve belgeseller üretiyor. Bu film ile aynı yıl içinde Cormac McCarthy’nin bir başka romanını daha (“As I Lay Dying”) sinemaya aktaran Franco oyunculuk kariyerini de tam gaz sürdürüyor. Bu yoğun tempo sanatçıya ürettikleri üzerinde ne kadar düşünme fırsatı sağlıyor bilmiyorum ama bu üretkenliği ve farklı sulara açılmaktan çekinmemesi çağdaşı pek çok sanatçı (özellikle oyuncular) ile kıyaslandığında, Franco’nun takdir edilmesini gerektiriyor kesinlikle. Sanatçı çekinmiyor, yılmıyor, üretiyor sürekli olarak ve denemekten de korkmuyor. “As I Lay Dying” ile Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde yarışan Franco, bu filmle de Venedik’te Altın Aslan’a aday olmuştu. Bu durumu Amerikan sinemasının ayrıksı yönetmenlerinin hemen her zaman asıl ilgiyi Avrupa sinema çevrelerinden görmesinin bir örneği olarak değerlendirebiliriz kuşkusuz. Kimi küçük karanlık komedi anları, yangın sahnesi gibi sinemanın tüm unsurlarının en üst düzeyde seyrettiği sahneleri ve kuşkusuz Scott Haze’in oyunu ile de görülmesi gerekli bir film.

(“Tanrı’nın Oğlu”)