Chuva É Cantoria Na Aldeia Dos Mortos – Renée Nader Messora / João Salaviza (2018)

“Bu konuda kimseye bir şey söylemedim. İnsanların ölülerle konuşabildiğimi düşünmelerini istemedim ve bir şamana dönüştüğümü. Bu yüzden çenemi kapalı tutmaya karar verdim”

Vefat eden babasının ölülerin köyüne gidebilmesi için gereken cenaze töreni hazırlıkları ile uğraşan 15 yaşındaki genç bir yerli oğlanın şaman olmamak için köyünü terk ederek şehire kaçmasının hikâyesi.

Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde 2018’de Jüri Ödülü’nü kazanan bu Brezilya ve Portekiz ortak yapımı filmin senaryosunu birlikte yazan Renée Nader Messora ve João Salaviza yönetmenlikte de ortak bir çalışma yapmışlar. Birbirleri ile evli ve ilki Brezilyalı, ikincisi Portekizli olan sinemacıların Brezilya’nın kuzeyindeki yerlilerin hayatını ve modern dünyadaki konumlarını çarpıcı bir sadelik, tarafsızlık, gerçekçilik ve etkileyicilikle anlatan yapıtları bir belgesel olarak da, bir kurgu olarak da değerlendirilebilecek ve her iki türün farklı özelliklerini bünyesinde başarı ile toplayabilmiş ilginç bir çalışma. Geleneksel yaşamın kaçınılmaz yanları ile modern yaşama ait ol(a)mamanın neden olduğu bir sıkışmışlığı anlatan ve gösterdiğine hep saygı ve gerekli nezaket ile yaklaştığını hissettiren film görsel yalınlığı ile de dikkat çeken bir yapıt ve bir “sanat filmi” havası ile geniş kitlelere göre değil ilk bakışta; öte yandan tam da o geniş kitlelelerin, ilgi göstermedikleri bu tür filmlerle sinema perdesinde neleri görmekten kendilerini mahrum ettiğinin kanıtlarından biri kesinlikle. Sinemanın her şeyden önce insana insanı anlattığında daha da değer kazandığını hatırlatan bir film.

Tümü Krahô soyadını taşıyan yerlilerin kendi isimleri ile oynadıkları film sadece bu tercihi ile bile belgesel gerçekliğine yakın durduğunu söylüyor bize. Messora’nın görüntü yönetmenliğini de üstlendiği yapıtta kamera gerek köyde gerekse şehirde geçen sahnelerde çok başarılı bir ses kurgusunun da yardımı ile (ya da ortam seslerinin sağladığı doğal kurgu sayesinde) bizi gerçek hayatların içine sokup dolaştırıyor, o gerçek yaşamlara tıpkı kendisi gibi sessizce tanıklık yapmamızı bekliyor. Bu beklentiyi ise herhangi bir sinemaseverin olumsuz yanıtlaması mümkün değil; çünkü film tüm o büyülü gerçekliği ile insanın en saf halleri ile yüzleştiriyor bizi zarif ve yalın bir biçimde.

Düşünde kendisini çağıran babasını görmek için gece yarısı bir şelaleye giden 15 yaşındaki Ihjãc’ı görüyoruz açılışta. Bir ormanı seslerle tanımlamaya rahatlıkla aday gösterilebilecek bir işitsel gücü olan bu sahnede evli ve bir de çocuğu olan genç adam, vefat eden babasına şöyle diyor: “Düşümde burada olduğunu gördüm, o yüzden geldim”. Babası yalnızlığından kurtulabilmesi ve ölüler köyüne gidebilmesi için cenaze töreninin/şöleninin düzenlenmesini istiyor oğlandan ve suyun içinden gelen sesi ile oğlanı da suya girmeye davet ediyor ama oğlan ret ediyor bu isteği. Bu ret önemli; çünkü finalde Ihjãc’ı aynı yerde ama başka bir tercihte bulunurken göreceğiz. Buradan köy hayatından belgesel tadında görüntülere geçiyor film ve kendisinde beliren şamanlık emaralerinden korkan ve şaman olmak istemeyen Ihjãc’ın bu akıbetten kaçışını izlemeye başlıyoruz. Bu kaçışın yöntemi ise kente gitmek ve kendisini şaman olarak seçen “güç” tarafından unutulmayı beklemektir geri dönmeden önce.

Filmin orijinal Portekizce adı “Ölülerin Köyünde Yağmur Yağıyor” anlamına geliyor Türkçede. Çok daha şiirsel bir isim bu ve İngilizce olarak seçilen “Ölüler ve Diğerleri”nin soğukluğunu da taşımıyor. Bir cenaze törenini, geleneklerle yüzleşmenin yükünü ve -evli ve çocuklu olsa da- büyüme çağındaki bir delikanlının çektiği sancıları anlatan ve bu açıdan karanlık görünen bir yanı olmasına rağmen, hikâye hayatı olumlu ve olumsuz boyutları ile anlatabiliyor bize. Bunu yaparken de, filmin adının “Yoksun Kaldığımız Sesler” olarak da düşünülebileceği düzeyde üst bir başarısı olan ses çalışmasını getiriyor kulaklarımıza. Yağmurun şehirde ve köyde yağdığındaki ses farklılıklarından orman içindeki sahnelere ve tam bir belgesel atmosferindeki sahnelerde kameranın aynı anda hem yakın hem uzak olmayı başardığı anlardaki doğal ortam seslerine bu konuda tam bir başarısı var filmin.

Amatör kadrosundan oyunculuk değil, kendileri olmayı bekleyen ve uzun bazı konuşma sahnelerini tek planda çekme cesaretini de gösteren filmde “oyuncular”ın performansı bir parça donuk, duygu yoksunu görünebilir; ne var ki bu biraz da köydeki yerlilerin hayatlarının, şehre özgü abartılı uç duygulardan uzak ve doğanın ritmi ile uyumlu olmasından kaynaklanıyor. Doğanın parçası olarak, onu sömürmeden sürdürülen yaşamlar söz konusu hikâyede. Ihjãc’ın bu yaşamda şaman olmaktan kaçmaya çalışmasını anlatmayı seçerek, film bu doğal yaşamların (ve geleneklerin) mutlak bir kutsamasını da yapmıyor ama. Oğlanın kendisine söylenen “Sen artık bir şaman oluyorsun. Acılarının sebebi bu” sözlerine “Bir şaman olmak istemiyorum. Kendimi hasta ve yorgun hissediyorum. Bu neden benim başıma geliyor?” sorusu ile cevaplamasının da gösterdiği gibi hikâye aslında henüz büyüme çağındaki bir gencin arayışını, mutlak bir doğru yolu işaret etmeden anlatıyor. Bu hikâye ülkenin yerlilerinin yaşam alanlarını ve kültürlerini yok olma tehlikesi ile karşı karşıya bırakan “beyaz hükümet”lerle olan mücadelesinin politik boyutunu ise doğrudan ele almıyor ama Ihjãc’ın kentte karşı karşıya kaldıkları (Görevli kendisine yerli adı dışında “beyaz adı”nı da soruyor örneğin) ve yıkık bir “karakol binası” içinde geçen ve içinde “çiftçilerin yerlilere baskısı”, “katliam”, “hükümet” ifadeleri bulunan konuşmanın da bulunduğu birkaç unsuru ile film bu boyutu bir şekilde hatırlatıyor seyirciye.

Yoruma açık finali ile seyirci üzerindeki etkisini bittikten sonra da sürdüren film dramatik bir hikâye anlatmayı değil, gözlemlerini seyirci ile paylaşmayı seçen bir yapıt. Bu paylaşım sırasında oyuncuların, en azından bir kısmı doğaçlama görünen diyalogları üzerinden ilerlemesi ise filme bir yandan ek bir çekicilik sağlarken, diğer taraftan kadronun amatörlüğünün bu konuşmaları zaman zaman soğuk bir havaya sokması hikâyeyi zedeliyor bir parça. Yönetmenlerin köydeki yerlilerle yaklaşık dokuz ay geçirerek ve onlarla birlikte yarattıkları film, özetle söylemek gerekirse, yarı-belgesel denebilecek, dürüst yaklaşımı ile önemli ve hikâyelerinin anlatılmasına ihtiyaç duyanların bir grubuna saygıyı ve tarafsızlığı ihmal etmeden bakabilen bir çalışma.

(“The Dead and the Others” – “Ölüler ve Diğerleri”)

(Visited 84 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir