Çılgınlığın Ötesi – Stephen King

Bugüne kadar 62 roman, 5 kurgu dışı kitap ve 200’den fazla hikâyesi yayımlanan ve bu eserlerinin önemli bir kısmı sinema veya televizyona uyarlanan çalışkan ve popüler Amerikalı yazar Stephen King’in otuzuncu romanı. Korku, gerilim, suç, fantezi ve bilim kurgu türlerinde doğaüstü ögeler de barındıran eserler üreten yazarın bu kitabı ilk kez 1995 yılında yayımlanmış. Eser, kocasından yıllar boyu süren ve korkunç boyutlara varan bir şekilde şiddet gören bir kadının evi terk etmeye karar vermesi ile başlayan olayları ele alırken, onun peşine düşen ve bir polis memuru olan adamın kadını takibini ve yeni bir hayat kurmaya çalışan kadının satın aldığı bir tablo nedeni ile yaşanan doğaüstü olayları anlatıyor. Gerçek zamanlı anlatılan kaçış bölümü ile güçlü bir giriş yapan romanın dozu hayli kaçmış sert bölümleri, kötü karakterinin hayli abartılı bir biçimde çizilmesi ve gereğinden fazla iddialı olmak gibi pek de önemsiz olmayan kusurları var. King’in en beğenilen romanları arasında yer bulamayan kitap başlangıçtaki düzeyini koruyabilse çok daha çekici bir eser olabilirmiş ama yazarın çok şey anlatma ve gidebildiği kadar ileri gitme çabası yüzünden aksıyor.

King neredeyse tüm yazdıkları sinema ve / veya televizyona da uyarlanmış bir yazar ve bu kitabının da sinemaya aktarılması için 2011’de çalışmalara başlanmış ama sonradan vazgeçilmiş projeden. Bu kararda romanın görsel karşılığını üretmenin zorluğu ve bu karşılığın sinema açısından bakıldığında yeterince çekici olmayabileceği endişesi rol almış olmalı. Sadist kelimesinin yetersiz kalacağı, sapık ve vahşi bir kocanın elinde 14 yıl boyunca işkence gören kadının hikâyesi çok iyi başlarken, King bir yandan sapkınlığın ve şiddetin diğer yandan da fantezinin dozunu sürekli artırıyor ve roman bir süre sonra çığrından çıkıyor; daha doğru bir ifade ile söylemek gerekirse, King’in otobiyografisinde de söylediği gibi “kendini çok zorlayan” bir eser bu ve bir noktadan sona fazla gelmeye başlıyor okuyucuya okudukları. King’in sık sık yaptığı gibi popüler kültüre oldukça fazla göndermesi olan roman, ülkemizin de en önemli problemlerinden biri olan kadına uygulanan şiddet ve kadın cinayetleri konusunda popüler edebiyatın en önemli eserlerinden biri olma fırsatını yazarın dizginleyememiş göründüğü fantezileri uğruna feda ediyor sanki.

Terk edemediği bir cehennemde on dört yıl hemen her gün acı çeken kadının yaşadıklarını, kaybolan özgüvenini, korkularını ve hissettiği dehşeti çok güçlü bir şekilde kaleme almış King. Öyle ki çok uzun kaçma kararı verme ve bunu gerçekleştirme bölümünün nerede ise gerçek zamanlı anlatıldığı sayfalarda sizi hemen avucunun içine alıveriyor ve nefes almanıza hiç fırsat vermeden sizi Rose adındaki kadının bir parçası yapıyor adeta. Bundan sonrası ise biraz gerilim, biraz romantizm (Barbara Cartland romantizmi), bolca fantezi (Yunan mitolojisinin usnsurlarından beslenen bir fantezi bu) ve bolca şiddet. Bu dört başlığın ilkinde tipik bir King başarısı var ki romanı okumaya değer kılan da temel olarak burada ulaşılan düzey. Kitabın kötü karakterinin bir polis olması onun karısını takip etmesini ve izini bulmasını kolaylaştırırken, King buradaki gerilimi akıllıca kurgulamış kesinlikle; ama bu bölümlerin bile gücünü azaltan bir problem var “kötü adam”la ilgili. Onun sapkınlığı o kadar ileri götürülüyor ve anlamsız / gereksiz psikolojik açıklamalarla o kadar yoruluyor ki okuyucu, bir süre sonra nerede ise karikatüre dönüşüyor bu koca karakteri.

Sonlardaki piknik bölümünü tıpkı açılışta olduğu gibi gerçek zamanlı ve farklı karakterlerin gözünden anlatan King yine hayli etkileyici bir atmosfer kuruyor burada ve o çok uzun “rüya” bölümünde elinden kaçırdığı okuyucuyu tekrar kazanıyor. Özetle söylemek gerekirse, King çok iyi başladığı ve arada parlak anlar da yakaladığı romanında fazla ileri gitmesinin acısını çekiyor ve roman vaat ettiği düzeye ulaşamıyor. Ne var ki sonuçta hiçbir anında sıkıcı olmayan bir Stephen King romanı bu ve özellikle de yazarın eserlerini bilen ve sevenler için hayli çekici olabilecek yanları da kesinlikle var.

Kitabın çevirisi (Altın Kitaplar – Gönül Suveren) bir parça “mekanik” bir havaya sahip. Klozet kelimesinin yerine İngilizcesinin birebir karşılığı olan tuvalet sözcüğünün kullanılması gibi sorunların rahatsız edeceği kesin. Orijnalinde yer alan “Someone walked over my grave” deyimi “Biri mezarımın üzerinden geçti” diye çevrilmiş ama mekanik tercümenin sonucu oluşan bir hata bu; çünkü İngilizcede bu deyim sebebi bilinmeyen, âni bir korku ve ürpertinin hissedildiği durumlarda kullanılıyor. Dolayısı ile bu yanlış tercüme ilgili karakterin ifade ettiği duyguyu okuyucu için anlaşılmaz kılıyor. Ayrıca Amerikalı bir okuyucu için çok açık olan bazı gönderme ve popüler kültür örneklerinin Türk okuyucu için dipnotlarla açıklanmalarının gerekli olduğu da gözden kaçırılmış.

(“Rose Madder”)

(Visited 61 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir