“Hayatlarımız bize ait değil. Beşikten mezara kadar başkalarına bağlıyız. Geçmiş ve gelecek. Ve işlediğimiz her suç ve yaptığımız her iyilikle, geleceğimize can veriyoruz”
Geçmiş, bugün ve gelecekte yaptığımız her hareketin, aldığımız her kararın diğerlerini nasıl etkilediğinin hikâyesi.
Dev kadrolu ve büyük bütçeli bu Amerikan – Alman ortak yapımı David Mitchell’ın 2004 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Senarist ve yönetmen koltuğunda ise aynı üç isim var: Andy Wachowski, Lana Wachowski ve Tom Tykwer. Wachowski kardeşler ve Tykwer, temel olarak altı farklı zamanda geçen filmin bölümlerini paylaşmışlar ve 1849, 2144 ve 2321 yıllarında geçen bölümleri Wachowskiler, 1936, 1973 ve 2012 tarihinde geçen bölümleri ise Tykwer yönetmiş. İnsanın varoluşu, yüzyıllara yayılan “kelebek “etkisi, iyi ile kötünün çarpışması ekseninde ilerleyen, bu çarpışmanın hiç bitmeyeceğini ima eden ama umudu da koruyan film elbette öncelikle ve nerede ise sadece görselliği ile büyülüyor seyircisini. Kuşkusuz zengin kadrosunun da (Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Jim Broadbent, Jim sturgess, James D’Arcy, Susan Sarandon, Hugh Grant vs.) seyirci için bir cazibe yarattığı film, altı farklı hikâyeyi (kimilerini doğrudan ve tema olarak tamamını birbirine bağlayarak) anlatması, onca gösterişin ve epik anlatımın zaman zaman temaların önüne geçmesi ve kimi dağınık anları ile şu soruyu da sorduruyor maalesef: New Age tarzı bir felsefe için bunca gürültüye, ihtişama ve sürekli olarak kendi görkemi ile övünen bir filme gerek var mıydı?
Yaklaşık üç saatlik bir sürede anlatılan hikâye(ler)de, oyuncuların çoğu birden fazla rolü (Tom Hanks örneğinde olduğu gibi altı farklı rolü canlandıran oyuncular da var) canlandırmış ve üstelik aynı oyuncu farklı ırklara ve hatta cinsiyetlere sahip karakterleri oynamak gibi zor bir işi de üstlenmiş. Kimi hayli başarılı (kimi ise eğreti duran) bir makyaj çalışması epey yardımcı olsa da ve yönetmenler aksiyondan trajediye, komediden drama uzanan hikâyeleri anlatmak için hareketli bir kamerayı tercih etse de ve görsellik zaten hemen her zaman önde olması ile herhangi bir aksamanın üzerini kalın bir örtü ile örtse de, yine de oyuncuları takdir etmek gerekiyor performansları için. Yaklaşık 300 yıllık bir zaman dilimine yayılan hikâyeler ve tekrarlanıyor olsa da temaların bolluğu filmin seyrini biraz zorlaştırıyor açıkçası ama bunun meraklıları için bir problem olmayacağını düşünüyorum. Özellikle bir devrim ikonuna dönüşen “Koreli garson kız”ın ağzından duyduğumuz ve açıkçası pek de derin olduğunu söyleyemeyeceğimiz felsefe kırıntıları görsellik ve dinamizm ile birleştiğinde, sonuç meraklılar için yeterli bir içerik vaat ediyor ki film de temel olarak onları hedeflemiş görünüyor. Yoksa, filmin bir felsefe tartışması üretmek gibi bir derdi yok kesinlikle (varsa da, sonuçsuz olduğunu söyleyelim bunun).
Müthiş set ve kostüm tasarımlarına sahip olan, sanat yönetmenlerinin işlerini hayli iyi yapmış göründüğü filmin hikâyesi kimi doğrudan kimi dolaylı olarak pek çok gönderme içeriyor, tam da bu tür filmlerden bekleneceği gibi. Tam da beklendiği gibi diyorum, çünkü bu tür göndermeler hem seyirci için bir “oyun” kaynağı olarak ilgiyi ayakta tutmaya yarıyor hem de insanoğlunun varlığı üzerine değinmeleri olan bir hikâyenin o insanoğlunun tarih boyunca ürettiklerinden oluşan birikime yaslanması pek de yanlış bir şey değil kuşkusuz. Sovyetler’deki komünizm döneminde yazdığı ve totaliter yönetimleri ve bu yönetimler altında acı çeken bireyleri anlattığı eserleri yüzünden başı yönetimle derde giren Aleksandr Solzhenitsyn’den Wachowski kardeşlerin kendi eserleri olan “Matrix” filmine pek çok referansı var filmin. Özellikle bu ikincisi kimi sinemaseverler için hayli eğlenceli anlar yaratıyor: Matrix’teki Neo’yu andıran bir “devrimci” karakteri, Keanu Reeves’e benzemesini sağlayan makyajı ile Jim Sturgess oynarken, “Matrix” filminden fırlamışa benzeyen bir takip sahnesinde, Neo’nun belalısı Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving bu devrimcinin peşinden koşturuyor.
Filmin “insan hakları” açısından doğru bir noktada durduğunu da söylemek gerekiyor. Kırık bir eşcinsel aşk hikâyesinin yanısıra, garson ve köle karakterlerinin isyancı ruhu ateşlemesi ve “yasadışı” göçmenlerin tarafında durmayı seçmesi filmin lehine tercihler olmuş kesinlikle. Filmin “eğer yapmayı kafasına koyarsa, herkes sınırları aşabilir” gibi yüzeysel felsefe cümleleri bir yana, “doğal” düzene karşı isyana çağırması ile de dikkat çekiyor bu eser ve daha da önemlisi isyanın (devrimin) sürekliliğine atıfta bulunarak doğru bir iş yapıyor. Girişte sorduğum, filmin derdini anlatmak için bunca gösterişe ihtiyacı var mıydı sorusunun cevabı benim açımdan kesin bir hayır olsa da ve hikâyesi derinlik iddiasının aksine sık sık klişelere kendisini kaptırsa da, özellikle sinemada “büyüklük”ten hoşlananların bayılacağı film ilgiyi hak ediyor.
(“Bulut Atlası”)