Lola Rennt – Tom Tykwer (1998)

“İnsan… gezegenimizdeki muhtemelen en gizemli canlı. Cevaplanmayan soruların gizemi. Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Bildiğimizi zannettiğimiz şeyi nasıl biliyoruz? Neden bir şeylere inanıyoruz? Bir cevap bulabilmek arayışında sorduğumuz sayısız sorular… bir cevap ki yeni bir soruyu doğuracak… ve bir sonraki cevap da bir başka yeni soruyu ve böyle sürüp gidecek. Ama, nihayetinde, soru hep aynı soru değil mi? Ve cevap da hep aynı cevap”

Erkek arkadaşının hayatını kurtarabilmek için yirmi dakika içinde yüklü bir miktarda para bulması gereken bir kadının hikâyesi / hikâyeleri.

Tom Tykwer’nın yazdığı ve yönettiği bir Alman filmi. 1990’ların sembollerinden olan film dinamizmi, müzikleri, hikâyesi ve elbette başrolde film boyunca koşup duran Franka Potente’nin kızıl saçı ile hatırlanan ve zamanında çok tutulan bir çalışma olmuştu. Sevgilisinin hayatını kurtarmak için gerekli olan parayı çok kısıtlı bir süre içinde bulması gereken genç kadının bu çabasını üç ayrı hikâye ile anlatan film 80 dakikalık süresi boyunca seyircinin ilgisini hep üzerinde tutacak şekilde birbirinden farklı görsel ve işitsel unsurları aralıksız kullanıyor ve zaman zaman stilize bir havaya bürünerek biçimci denebilecek bir şekilde ilerliyor. Aynı hikâyeyi 3 farklı alternatifle anlatarak kader, irade, tesadüf, seçimler, hayatın sonsuz çeşitliliği gibi temaları karşımıza getiren film bu açıdan daha önce de örnekleri olan (örneğin Krzysztof Kieslowski’nin “Przypadek” (Kör Talih) adlı 1987 yapımı çalışması) bir yöntem seçmiş kendisine ve her biri 20 dakika süren üç farklı alternatifin hikâyesini anlatmış. Tykwer’nın seçimi bu açıdan çok orijinal olmayabilir ama bu alternatifleri anlatma yöntemi ile farklılaşmayı başarıyor. Sonuç ise 90’lı yıllar sineması denince akla gelen eserlerden biri ve görsel oyunları ile ilgiyi hak eden bir film kuşkusuz.

Tykwer’nın filmi sadece onun Kieslowski sevgisinin değil, ondan daha da fazla, hayranı olduğu bir Hitchcock filminin, 1958 yapımı “Vertigo”nun (Ölüm Korkusu) izlerini taşıyor. O filmin afişinde de yer alan helezon biçimini sık sık kullanıyor yönetmen: Üstten çekimle gösterilen merdivenlerle veya bir barın tabelasındaki sembol olarak görüyoruz bu şekli örneğin. Bir kumarhanede ise “Vertigo”nun yıldızı Kim Novak’ın arkadan çizilmiş bir portesini duvarda asılı olarak duruyor. Filmin biçimciliği helezonla sınırlı değil; renk kullanımında da öne çıkıyor bu çaba ve özellikle kırmızı ve sarı (ilki hikâyenin kadın kahramanı Lola, ikincisi ise onun erkek arkadaşı Manni’nin olduğu sahnelerin ağırlıklı renkleri) renkleri sıkça kullanıyor yönetmen. Canlı görüntülerle animasyonun birlikte kullanılması, yönetmenin Reinhold Heil ve Johnny Klimek ile birlikte hazırladığı tekno müzik ve bu müziğe eşlik eden Franka Potente’nin vokalleri, hikâyelerin süresi ile aynı olacak biçimde Lola’nın kumarhanede tüm parasını 20’ye koyması, hikâyeleri birbirine bağlayan “yataktaki sohbet” bölümleri dışında kameranın hemen hep kıpır olması ve her bir bölümde sadece ana hikâyenin değil, yardımcı karakterlerin de değişen kaderlerini hızlı bir şekilde karşımıza getiren fotoğraf dizileri filme kesinlikle dikkati çeken ve ilginç bir hava katıyorlar. Seyirci için bir “eğlence” de olan bu tercihin bazı örneklerinin sadece biçimcilik uğruna yaratılması filmin eleştirilmesi gereken yanlarından biri. Örneğin Lola’nın konuşurken yanlarından geçtiği karakterlerden birinin hikâyelerin her birinde farklı kaderlere sahip olması sadece yönetmenin bir oyunu olarak kalıyor; çünkü Lola’nın her bir hikâyedeki bir davranışı veya o hikâyelerdeki başka herhangi bir eylem o karakterin hayatını etkileyecek bir içeriğe sahip değil. Bu kusur (ya da tercih) bir yana bırakılırsa, bu biçimsel unsurların filme etkileyicilik kattığını ve hikâyenin hatırlanmasında Potente’nin kırmızı saçı kadar önem taşıdığını söyleyebiliriz.

Tekno müziğe yakışan bir film seçmek gerekse sinema tarihinden, herhalde başta geleceklerden biri olacaktır bu Tykwer yapıtı. Müzik ABD kökenli olsa da, tekno isminin ilk kez 1980’lerde Almanya’da kullanıldığını düşünürsek bu yapıtın da Alman sinemasından gelmesine şaşmamak gerekiyor herhalde. Bu elektronik dans müziğinin karakteristik özeliklerinin görsel karşılığı gibi bir yapıt ortaya çıkarmış yönetmen ve bu müziğin tekrarlarla örülü ritmine yakışan elektronik havalı enstrümanlar ve vokalleri kullanarak ortaya tam bir 90’lar filmi çıkarmış. Başlarda yer alan animasyon da (bir bilgisayar oyununun koşan kırmızı saçlı karakteri) destekliyor bu 90’lar havasını. Müzik de dahil tüm bu biçimsel başarının yanında hikâyesi ile de kimi temaları çekici kılmayı deniyor ve genellikle başarıyor da yönetmen. Açılış jeneriğinde yer alan ve T.S. Eliot’ın “Little Gidding” adlı şiirinden alınan dizeler (“Arayışlarımızdan asla vazgeçmeyiz / Ama tüm arayışlarımızın sonunda / Başladığımız yere geri dönmüş oluruz / Ve orayı yeniden keşfetmeye başlarız”) ve Alman futbol adamı Sepp Herberger’in sözü (“Top yuvarlaktır ve oyunun süresi 90 dakikadır. Geri kalan her şey teoriktir”) hikâyenin hep başa döneceğini ve yeni bir arayışın başlayacağını, bu arayışın süresi (burada 90 değil, 20 dakika) belli olsa da olasılıkların sonsuzluğu nedeni ile tıpkı futbol oyunu için olduğu gibi burada da sonuçla ilgili ancak spekülasyon yapılabileceğini söylüyor bize. Bu söylemi içerik olarak da destekliyor Tykwer’in senaryosu ve üç farklı son gösteriyor bize. Bu üç farklı hikâyenin birinden diğerine geçişte bir bilgi aktarımı (öncekinde öğrenilenin sonrakine taşınması gibi) çok yok gibi görünüyor ama Lola’nın babasının çalıştığı bankanın güvenlik görevlisinin hikâyelerin birinde Lola’ya “Nihayet geldin” gibi bir söz söylemesi bir önceki hikâyeye ve onun trajik sonuna bir gönderme olsa gerek.

Gerilim boyutu da olan bir suç filmi seyrettiğimiz hikâye ama Tykwer’in yapıtının bir aşk filmi olduğu da açık. Kadının çok kısıtlı bir süre içinde imkânsız görünen bir işi yapmaya çalışması onun erkek arkadaşına olan sevgisinin doğal sonucu elbette ve bu da ancak bir aşk filminde karşılaşacağımız türden bir fedakârlık. Bunun yanında hikâyeleri birbirine bağlayan sohbetlerde erkek ile kadının birbirlerine olan aşklarını farklı sorularla sorgulaması da aynı bağlamda görülmeli. İkilinin “Bonnie and Clyde”a (Arthur Penn’in 1967 tarihli unutulmaz filmi) dönüşmesi de destekliyor bu suçlu âşıklar hikâyesini şüphesiz. Erkeğin bir suç örgütüne teslim edilecek para için aracılık yapması söz konusu olsa da senaryo her ikisini de iyilik eylemleri içinde göstererek seyirciyi onların tarafına yerleştiriyor her zaman; erkek bir evsize yardım etmeye çalışırken kaybeder emanet parayı, kadın ise tüm o koşuşturmacasının içinde bir adamın hayatını kurtarır.

Lola’nın kumarhanedeki korkunç tiz çığlığı ile “kadere müdahale” etmesinin bir örneği olduğu gibi hikâyeleri ile kader ve özgür irade üzerine de düşündüren filmde vurulma sahnesi ile Godard’a da selam gönderiliyor (Godard’ın 1960 yapımı “Â Bout de Souffle” (Serseri Aşıklar) adlı başyapıtında Belmondo’nun polis tarafından vurulduğu sahneyi hatırlayalım). Tykwer filminde iki başrol oyuncusundan da (Franka Potente ve Moritz Bleibtreu) ustaca yararlanıyor. O dönemin iki genç oyuncusunun karakterlerinin tüm dinamizmini, endişelerini ve azmini yansıtmasını sağlayan enerjik anlatımı ile onların parlamasını sağlamış yönetmen. Zaman zaman bir video oyunu veya bir müzik videosu havasına da bürünen filmde karakterlerini gerçek birer insan kılmak kolay bir iş değil ve kameranın yakın planlarla yüzlere odaklandığı bir filmde -hızlı kurgu nedeni ile aksi gibi görünse de- işleri zor oyuncuların ama her ikisi de artık bir klasik olduğunu söyleyebileceğimiz bu yapıtta sağlam performansları ile hayli başarılı işler çıkarıyorlar.

İyi düşünülmüş biçim ve içeriği ile biraz da kendisine hayran olan bir film bu. Video estetiğini tüm tadını çıkararak kullanırken ortaya koyduğu eserden hayli memnun olduğu açık yönetmenin. Bu memnuniyetini seyircinin de paylaşması için çok gayret etmiş ve ilginin bir an bile olsun kaybolmaması için elindeki tüm araçları etkin bir şekilde kullanmış. Sonuç, kesinlikle kendisini ilgi ile seyrettiren, taze bir havası olan, modern bir çalışma; filmin tüm bu etkileyiciliğinin altında yeterince bir derinliği olup olmadığı ise ayrı bir konu ve çok da önemli değil belki de.

(“Run Lola Run” – “Koş Lola Koş”)

Cloud Atlas – Tom Tykwer / Andy Wachowski / Lana Wachowski (2012)

cloud atlas“Hayatlarımız bize ait değil. Beşikten mezara kadar başkalarına bağlıyız. Geçmiş ve gelecek. Ve işlediğimiz her suç ve yaptığımız her iyilikle, geleceğimize can veriyoruz”

Geçmiş, bugün ve gelecekte yaptığımız her hareketin, aldığımız her kararın diğerlerini nasıl etkilediğinin hikâyesi.

Dev kadrolu ve büyük bütçeli bu Amerikan – Alman ortak yapımı David Mitchell’ın 2004 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Senarist ve yönetmen koltuğunda ise aynı üç isim var: Andy Wachowski, Lana Wachowski ve Tom Tykwer. Wachowski kardeşler ve Tykwer, temel olarak altı farklı zamanda geçen filmin bölümlerini paylaşmışlar ve 1849, 2144 ve 2321 yıllarında geçen bölümleri Wachowskiler, 1936, 1973 ve 2012 tarihinde geçen bölümleri ise Tykwer yönetmiş. İnsanın varoluşu, yüzyıllara yayılan “kelebek “etkisi, iyi ile kötünün çarpışması ekseninde ilerleyen, bu çarpışmanın hiç bitmeyeceğini ima eden ama umudu da koruyan film elbette öncelikle ve nerede ise sadece görselliği ile büyülüyor seyircisini. Kuşkusuz zengin kadrosunun da (Tom Hanks, Halle Berry, Hugo Weaving, Jim Broadbent, Jim sturgess, James D’Arcy, Susan Sarandon, Hugh Grant vs.) seyirci için bir cazibe yarattığı film, altı farklı hikâyeyi (kimilerini doğrudan ve tema olarak tamamını birbirine bağlayarak) anlatması, onca gösterişin ve epik anlatımın zaman zaman temaların önüne geçmesi ve kimi dağınık anları ile şu soruyu da sorduruyor maalesef: New Age tarzı bir felsefe için bunca gürültüye, ihtişama ve sürekli olarak kendi görkemi ile övünen bir filme gerek var mıydı?

Yaklaşık üç saatlik bir sürede anlatılan hikâye(ler)de, oyuncuların çoğu birden fazla rolü (Tom Hanks örneğinde olduğu gibi altı farklı rolü canlandıran oyuncular da var) canlandırmış ve üstelik aynı oyuncu farklı ırklara ve hatta cinsiyetlere sahip karakterleri oynamak gibi zor bir işi de üstlenmiş. Kimi hayli başarılı (kimi ise eğreti duran) bir makyaj çalışması epey yardımcı olsa da ve yönetmenler aksiyondan trajediye, komediden drama uzanan hikâyeleri anlatmak için hareketli bir kamerayı tercih etse de ve görsellik zaten hemen her zaman önde olması ile herhangi bir aksamanın üzerini kalın bir örtü ile örtse de, yine de oyuncuları takdir etmek gerekiyor performansları için. Yaklaşık 300 yıllık bir zaman dilimine yayılan hikâyeler ve tekrarlanıyor olsa da temaların bolluğu filmin seyrini biraz zorlaştırıyor açıkçası ama bunun meraklıları için bir problem olmayacağını düşünüyorum. Özellikle bir devrim ikonuna dönüşen “Koreli garson kız”ın ağzından duyduğumuz ve açıkçası pek de derin olduğunu söyleyemeyeceğimiz felsefe kırıntıları görsellik ve dinamizm ile birleştiğinde, sonuç meraklılar için yeterli bir içerik vaat ediyor ki film de temel olarak onları hedeflemiş görünüyor. Yoksa, filmin bir felsefe tartışması üretmek gibi bir derdi yok kesinlikle (varsa da, sonuçsuz olduğunu söyleyelim bunun).

Müthiş set ve kostüm tasarımlarına sahip olan, sanat yönetmenlerinin işlerini hayli iyi yapmış göründüğü filmin hikâyesi kimi doğrudan kimi dolaylı olarak pek çok gönderme içeriyor, tam da bu tür filmlerden bekleneceği gibi. Tam da beklendiği gibi diyorum, çünkü bu tür göndermeler hem seyirci için bir “oyun” kaynağı olarak ilgiyi ayakta tutmaya yarıyor hem de insanoğlunun varlığı üzerine değinmeleri olan bir hikâyenin o insanoğlunun tarih boyunca ürettiklerinden oluşan birikime yaslanması pek de yanlış bir şey değil kuşkusuz. Sovyetler’deki komünizm döneminde yazdığı ve totaliter yönetimleri ve bu yönetimler altında acı çeken bireyleri anlattığı eserleri yüzünden başı yönetimle derde giren Aleksandr Solzhenitsyn’den Wachowski kardeşlerin kendi eserleri olan “Matrix” filmine pek çok referansı var filmin. Özellikle bu ikincisi kimi sinemaseverler için hayli eğlenceli anlar yaratıyor: Matrix’teki Neo’yu andıran bir “devrimci” karakteri, Keanu Reeves’e benzemesini sağlayan makyajı ile Jim Sturgess oynarken, “Matrix” filminden fırlamışa benzeyen bir takip sahnesinde, Neo’nun belalısı Ajan Smith’i oynayan Hugo Weaving bu devrimcinin peşinden koşturuyor.

Filmin “insan hakları” açısından doğru bir noktada durduğunu da söylemek gerekiyor. Kırık bir eşcinsel aşk hikâyesinin yanısıra, garson ve köle karakterlerinin isyancı ruhu ateşlemesi ve “yasadışı” göçmenlerin tarafında durmayı seçmesi filmin lehine tercihler olmuş kesinlikle. Filmin “eğer yapmayı kafasına koyarsa, herkes sınırları aşabilir” gibi yüzeysel felsefe cümleleri bir yana, “doğal” düzene karşı isyana çağırması ile de dikkat çekiyor bu eser ve daha da önemlisi isyanın (devrimin) sürekliliğine atıfta bulunarak doğru bir iş yapıyor. Girişte sorduğum, filmin derdini anlatmak için bunca gösterişe ihtiyacı var mıydı sorusunun cevabı benim açımdan kesin bir hayır olsa da ve hikâyesi derinlik iddiasının aksine sık sık klişelere kendisini kaptırsa da, özellikle sinemada “büyüklük”ten hoşlananların bayılacağı film ilgiyi hak ediyor.

(“Bulut Atlası”)