Cold in July – Jim Mickle (2014)

“O kasette ne var? O kasette ne var? O kahrolası kasette ne var?”

Evine giren bir hırsızı öldüren bir adamın yaşadığının hiç de düşündüğü gibi olmadığını fark etmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Joe R. Lansdale’in aynı adlı romanından Jim Mickle ve Nic Damici tarafından sinemaya uyarlanan ve Mickle tarafından yönetilen bir film. Polisiye, şiddet, gerilim, kara mizah ve bir parça da gizem barındıran film sıradan hayatı evine giren soyguncuyu öldürünce radikal bir biçimde değişen bir adamın hikâyesini anlatıyor temel olarak. Bunu yaparken de kimi anlarında heyecan yaratıyor ve baş oyuncusu Michael C. Hall’un başarılı oyunu ile kesinlikle ilgi çekici de oluyor ama, üç erkeğin adeta kovboyculuğa soyunduğunu göstermesi ve hikâyeye kesinlikle zarar veren gereksiz hafifliği (ya da mizahı bir başka deyişle), filmi başarılı diye nitelendirmeye engel oluyor. Yaşanan trajik bir olayın neden olduğu dramı yaşayan bir aileyi anlatacak gibi başlayarak sıradan görünümlü bir giriş yapan ama sonra aldığı yön ile seyircisini etkileyici biçimde şaşırtan film ne yazık ki sonraları hayli yalpalıyor ve tam bir başarı örneği olamıyor.

“Six Feet Under” ve “Dexter” adlı televizyon dizileri ile haklı bir popülerliğe kavuşan oyuncu Michael C. Hall’u sıradan bir aile babası rolünde düşünmek ilk başta zor gelse de oyuncu bu dezavantajını tam tersine bir avantaja dönüştürmeyi başarıyor filmde ve kesinlikle etkileyici bir performans sunuyor. İki ünlü oyuncu Don Johnson ve Sam Shepard’ın çok da etkileyici olmayan oyunları ve eşini oynayan Vinessa Shaw’un vasat oyunu düşünüldüğünde (ki tüm bu performans problemlerinde asıl pay sahibi senaryonun kendisi), Hall’un oyununun değeri çok daha net ortaya çıkıyor ve filme de çok şey katıyor gerçekten. Ne var ki onun oyunu da filme ihtiyaç duyduğu “gerçekçiliği” kazandıramıyor yeterince. “Farm and Feed” dergisi okuyan, çerçevecilik yapan ve karısı ve oğlu ile “sıradan bir mutlu hayat”ı olan adamın tanık olduğu olay nedeni ile iki adama katılarak bir maceraya atılması hiç de inandırıcı olamadığı bir alan filmin. Ne adamı bu maceraya atılmaya iten motivasyon faktörünü ne de onun hikâyenin o ana kadar tam aksi yönde işaretlerini aldığımız cesareti nasıl kazandığı konusunda seyirciyi ikna edici bir delil/gerekçe sunabiliyor bize hikâye. Arabası ile polisleri takip etmek veya geceyarısı mezar kazmak gibi sahneler tam da bu nedenle inandırıcılığın hayli uzağına düşüyor. Texas’da (1989’da) geçen hikâyede silahların bolca konuşması ve karakterlerin silah bağımlılığı ve hatta “evini yabancılara karşı korumanın kutsal bir hak olarak görülmesi” anlaşılır bir durum ama hikâyenin silahı ve “kötüler”e uygulanan şiddeti nerede ise takdirle anmasının pek de hayırlı olmadığını söyleyelim bu arada.

Filmin temel problemi türünü veya üslubunu bir türlü belirleyememesi. Dramdan gerilime, “kovboy filmi” havasından maceraya gidip geliyor film ve ne yazık ki arada bir de kara mizah katıyor kendisine, nedenini anlamanın mümkün olmadığı bir şekilde. Üç adamın iriyarı bir adamla karşılaştığı sahnenin örneğin, filmde ne aradığını senaristler/yönetmen nasıl izah eder bilmiyorum ama hikâyenin gerilimine ve şiddet havasına çok zarar veriyor kesinlikle. Aynı üç adamın birlikte bir maceraya atılması da gerçekçilikten uzaklığı bir yana, “üç kafadarın bir sapığın peşindeki eğlenceli macerası” ifadesi ile özetlenebilecek havası ile filmin zayıflıklarından bir diğeri oluyor. Oysa filmin ayrı ayı üzerine gidebileceği birden fazla ilgi çekici teması varmış ve hatta bunların her biri farklı filmlerin çıkış noktası olabilirmiş. Bir babanın kendi öz oğlunun şeytani kötücüllüğüne tanık olması başka bir yan hikâyeye veya konsantrasyon noktasına gerek bırakmayacak kadar büyük bir konu ve senaryo bunu da tanık olunan trajedinin hemen sonrasındaki hafif sahnelerle harcıyor nerede ise. Roman bu konularda filmden ne kadar farklıymış ve bu sorunları aşabilmiş mi bilmiyorum ama karşımızdaki film sanki ilgi çekici bir fikir bulan ama bu fikrin altını nasıl dolduracağını bilemeyen birisinin elinden çıkmış gibi duruyor. Trajik bir yüzleşmenin etkisini nerede ise yok eden abartılı kanlı sahnelerin zamansızlığına ise hiç değinmeyelim!

Tüm bu kusurlarına rağmen filmi Michael C. Hall dışında ilgiye değer kılan yönleri de var ve sayıları da pek az değil bunların. Yönetmen Jim Mickle ve görüntü yönetmeni Ryan Samul görsel tercihleri ile filmin hikâyesi boyunca değişen tüm türlerine ve atmosferlerine uygun bir görsel dil yakalamayı başarmışlar ve filmi teknik açıdan çekici kılmışlar kesinlikle. 1980’lerin havasını oldukça başarılı bir biçimde karşımıza getirirken o yılların en popüler televizyon dizilerinden biri olan “Miami Vice”ın yıldızı Don Johnson’ı önemli bir rolde oynatmaları da filmin yaratıcılarının akıl dolu bir tercihi ve nostalji havasını renklendirmişler iyice. Jeff Grace’in yine 80’leri çağrıştıran synthesizer melodileri de bu havayı destekliyor doğru bir şekilde. Jim Mickle da bu kusurları olan hikâyeyi -ortaları hariç- doğru bir tempoda anlatmış ve seyircinin ilgisini ayakta tutmuş çoğunlukla. Hikâyenin bunu anlamlı kılacak bir gerekçesi olmadan türden türe savrulmasını unutursanız, aslında bu türlere uygun sahnelerin her biri kendi içinde etkileyici de üstelik ve hikâyenin genel havasına uymayan ve “kara” olduğu tartışmalı mizah sahneleri için bile geçerli bu etkileyici olma özelliği.

(“Temmuz Soğuğu”)

(Visited 66 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir