“Bunun bir an önce bitmesini istiyorsan, yanındakinin seni çıplak aramasına izin vereceksin. Tekrarlıyorum, ya hapse gireceksin ya da yanındaki adamın seni çıplak aramasına izin vereceksin”
Bir fast food restoranının yöneticisini telefonla arayan bir adamın çalışanlardan birinin hırsızlık yaptığını söylemesi ile gelişen olayların hikâyesi.
Amerikalı sinemacı Craig Zobel bu ikinci sinema filminin hem senaryosunu yazmış hem de yönetmenliğini üstlenmiş. ABD’de yaşanan gerçek olaylara dayanan film “rahatsız edici” bir çalışma ve tanık olduğunuz trajik olayların gerçekliği ve insanların herhangi bir otorite karşısındaki koşulsuz teslimiyetlerinin nelere neden olabileceğini göstermesi ile sadece seyrederken değil bittikten sonra da bu rahatsız ediciliğini koruyor.
ABD’de 2004 yılında yaşanan ama benzerlerinin yetmişten fazla kez tekrarlandığı bilinen hikâyemiz polis olduğunu söyleyen bir kişinin restoran yöneticisini arayarak çalışanlarından birinin bir müşterinin parasını çaldığını, kendileri gelene kadar onu tutmalarını ve bu arada parayı bulmak için onu soyarak aramalarını söylemesi ile başlıyor. Gerek yönetici kadının gerekse olaya karışan diğer çalışanların akıl tutulması ile gelişen olaylarda yaşananlar seyrederken ağzınızın açık kalacağı boyutta. Arayan kişinin kimliğini filmin ilk yarısında açıkça söylüyor senaryo ki bunu hem bir zayıflık hem de doğru bir tercih olarak algılamak mümkün. Zayıflık çünkü kendinizi “aptal” restoran çalışanlarından soyutlayarak olayın dehşetinden çok başta yönetici olmak üzere hemen tüm personelin saflığına yoğunlaşma riskiniz var. Öte yandan doğru bir tercih çünkü yumruğu sonda atmak yerine tüm ikinci yarısı boyunca sürekli dokunuşlarla seyirciyi sarsıyor bu durum. Sıradan insanların herhangi bir otorite karşısından koşulsuz bir şekilde boyun eğmelerini ve korkudan/saygıdan/güce tapmaktan kendilerinden istenileni yapmalarını hayli sarsıcı bir hikâye eşliğinde anlatan filmin çok büyük bir kısmı tek bir mekanda ve nerede ise gerçek zamanlı yaşanıyor ve yönetmenin kurgusal değil belgesel bir yaklaşım göstermesi bu sarsıcılığın boyutunu artırıyor açıkçası.
ABD dışında herhangi bir yerde bu ve benzeri olaylar bu kadar sık yaşanabilir mi bilmiyorum ama burada aklıma 1986 yılında Ferhan Şensoy ve oyuncu arkadaşlarının İstanbul’daki İstiklal Caddesi’nde o sırada sahneledikleri oyunun kostümleri olan Nazi üniformaları ile insanları yoldan çevirip kimlik sormalarını ve büyük bir çoğunluğun tereddütsüz kimliklerini gösterip sorulan sorulara cevap verme telaşına kapılmalarını hatırlattı. Toplumları kolayca yönetmenin en sonuç verici aracı olan otoriterlik işte bu filmde de hayli işe yarıyor ve sadece iki kişi kapıldıkları kuşkular sonucunda (veya belki bundan da çok, kendilerinden yapmaları istenen şeylerden duydukları rahatsızlığın ağır basması nedeni ile) bu trajik hikâyenin parçası olmuyorlar. Zobel’in senaryosu ve özellikle diyalogları hayli ekonomik ve en ufak bir fazlalık barındırmaması ile dikkat çekiyor. Çoğunlukla el kamerası ile çekilen filmin gerçekçiliğine ve dolayısı ile rahatsız ediciliğine katkıda bulunuyor bu tercihler elbette. Senaryonun karakterlerinin davranışlarının arkasında, yeterince vurgulamadan da olsa, işsizlik korkusu, eğitimsizlik gibi unsurların varlığının da önemli olduğunu söylemesi de yine Zobel’in hanesine yazılması gereken bir artı puan.
Gelişmelerin cinsel istismara kadar uzanmasını ve suçlanan kadın çalışanın hikâye boyunca çoğunlukla çıplak vücudu üzerine giydiği bir önlük ile görünmek durumunda kalmasını bir başka film rahatça cinsel sömürüye dönüştürebilirmiş beyaz perdede ama Zobel bundan da ustalıkla sakınmayı başarıyor. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra güvenlik paranoyaları zirvesine çıkan bir toplumun kodlarına gayet uygun bir hikâye karşımıza getirilen ve anlatılan olay 2004’te yaşanmış olsa da Amerikan toplumunun kendi yarattığı düşmanlar nedeni ile ezeli ve ebedi olan bu paranoyasının da bir başka tema içinde anlatılan karşılığı bu hikâye diye düşünüyorum. Müziği, geniş açıdan yakın çekimlere kadar farklı teknikleri doğru anlarda kullanan görüntüleri, restoran yöneticisi rolündeki Ann Dowd’un oyunculuğu ve zaman zaman restorandan detayları (patatesler için hazırlanan kızarmakta olan yağ gibi) sahnelerin arasına ustalıkla yediren kurgusu ile de önemli bir film özet olarak.
(“İtaat”)