Constans – Krzysztof Zanussi (1980)

“Beni satın aldıklarını düşünüyorsun, değil mi? Aptalsın sen. Bir yere gelmek istiyorsan, uzlaşmak zorundasın. Dünyayı olduğu gibi kabul etmelisin. Buna olgunlaşmak denir”

En büyük hayali, babası gibi Himalyalar’a tırmanmak olan genç bir adamın iş arkadaşlarının yaptığı yolsuzluklar karşısındaki duruşu nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Ülkedeki rejimin yıkılmasına giden yolu açan işçi eylemlerinin ve grevlerin sürdüğü yıllarda çekilen ve genç bir karakter üzerinden Polonya’daki hayaller ile gerçeklerin zıtlığını anlattığını söyleyebileceğimiz film Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanmıştı. Bir denklemdeki değişmez değeri ifade eden “sabit sayı”yı filmine isim olarak seçen Zanussi bununla ülkesindeki problemlerin sabitliğini ve kaderin (veya iradenin) değerlerini belirleyebileceği değişkenlere rağmen denklemin sonucunun her zaman bu sabit değere bağlı olacağını anlatıyor. Zanussi’nin vazgeçilmez oyuncusu olan başroldeki Tadeusz Bradecki’nin doğal performansı ile karakterinin mücadelesini seyre değer kıldığı film yaşadığı dünyanın tüm kötülüklerine rağmen iyi olmayı seçen ve başka bir yaşam şeklini hayal bile edemeyen bir genç adamın hikâyesini ilgiyi hak eden bir şekilde anlatıyor.

Askerlik eğitimi için muayene olan bir adamı göstererek başlıyor film. Genç bir adamdır Witold ve mesleği elektrikçiliktir; ünlü bir dağcı olan ve hayatını Himalayalar’a tırmanırken kaybeden babasının peşinden gitmek ve o tırmanışı gerçekleştirmek en büyük hayalidir. Baba ile aynı idealin peşine düşmek ama denklemdeki “sabit sayı” nedeni ile bu mücadelede yenik düşmeyi anlatan Zanussi’nin filmi karamsar hikâyeler arasına katılabilecek bir çalışma ve Witold ile onu canlandıran Bradecki’nin tüm sevimliliğine rağmen seyirci üzerinde hüzün yaratan bir sinema yapıtı. Askerlik dönüşünde bir fuar şirketine giren genç adamın hüzünlü hikâyesi ve onun rejimin dayattığı yaşam koşulları ile mücadele etmek için yasadışı küçük suçlar işleyen arkadaşları üzerinden aslında bir sistem eleştirisi yapıyor Zanussi bu filmi ile. Ülkeye yasadışı döviz sokmak, fuar malzemelerini gidilen yabancı ülkelerde satmak veya harcırahları cebe atmak gibi suçlardır bunlar ve işteki herkesin oldukça doğal bir şekilde gerçekleştirdiği eylemlerdir. Arkadaşının Witold’a dediği gibi, değerler bir kenara bırakılıp yozlaşmış düzenle uyuşmak gereklidir ve buna uymamak aptallıktan başka bir şey değildir.

Zanussi asıl olarak “sabit sayı”ya odaklansa da denklemin diğer ögelerine de sık sık göndermede bulunuyor ve kader (ya da şans) veya iradeyi hikâyenin farklı yerlerinde karşımıza çıkıyor. Annesi ile telefonda konuşurken cebinden düşen zar veya annesine babasının ve büyükbabasının ölümü ile ilgili sorduğu soru (“Onun ölümü hakkında ne düşünüyorsun? Bir taşa basıp kaydı ve bu yüzden mi öldü? Demek istediğim, eğer o taş… Sence kader miydi? Ya büyükbabam? O da mı kaderdi? O sırada başka bir sokakta veya Varşova dışında olabilirdi. Kader miydi yaşadığı?”) gibi örnekler verilebilir bu konu ile ilgili olarak. Final sahnesi de kaderin (tesadüflerin?) hayatımızdaki yeri ile ilgili çarpıcı bir örnek oluşturuyor kuşkusuz. Witold’un iş için gittiği Hindistan’ın Mumbai şehrinde karşılaştığı Batılı hippilerle olan konuşması da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Genç adam onları Hintli rolü yapmakla eleştirirken, “Siz bu yaşamı seçebiliyorsunuz ama Hintlilerin seçim şansı yok” diyor etrafındaki yoksulluğu göstererek. Batılı adamın “Herkes seçebilir” cevabını ise gülümseyerek ret ediyor ve bu cevabı şımarıkça buluyor. Özgür iradenin gerçekçiliğini sorgulayan bu konuşmayı ve diğerlerini Zanussi’nin, ülkesinde yaşayanların bu özgürlüğe sahipliğine gönderme olarak kullandığı açık şüphesiz.

Hindistan’daki bir başka olay üzerinde de durmak gerekiyor: Witold şehirdeki gezisinde ölü bir kadının cesedinin yakılmasını izliyor ve gördükleri kendisini kötü hissetmesine ve midesinin bulanmasına neden oluyor. Kendi annesi ise hastadır ve onun hastane maceraları sağlık sistemindeki sorunlara (hemen tüm doktor ve hemşirelerin rüşvet alması ve rüşvet vermeden ya da güçlü birini tanımadan hastanede bir yatak bulmanın mümkün olmaması) tanık olmasını sağlarken, hikâyenin ölümle ilgili bir meselesi olduğunu da söylüyor bize. Çocuk yaşta kaybedilen baba ve onun Slawomir Idziak’ın başarılı görüntü yönetmenliği çalışması ile karşımıza gelen dağdaki cesedi, yakılan Hint kadın ve elbette annenin ölümü. Bu ölümler üzerinden doğrudan bir şey söylemiyor film ama Zanussi hayatın bu kaçınılmaz gerçeğini, bu sonun kaçınılmazlığını (Annenin hastaneden eve gelmeyi istemesinin ima ettiği “kabullenme”yi hatırlayabiliriz) hatırlatmak için kullanıyor gibi görünüyor.

Witold tam anlamı ile iyi bir insan ve hikâye boyunca bunun örnekleri ile karşılaşıyoruz sık sık. Etrafını saran tüm yozlaşmalardan uzak durması ve aldığı tüm tepkilere ve yalnız bırakılmasına rağmen bu tutumundan asla vazgeçmemesinin yanında annesi ile ilgilenebilmek için belki de Himalayalar’a gidecek bir yolu açacak iş gezisini ret etmesi de bunun bir örneği. Genç adamın iyiliği onun doğasının bir parçası ve iyi olmamayı hayal bile edemeyecek kadar da naif bir karakteri var. İş için gittiği Almanya’da yüksek bir yerden yere bıraktığı bozukluklara insanların verdiği tepki ile eğlenirken veya üniversitede girdiği matematik dersinde hocası ile bir problemin çözüm yolu üzerinde tartışırken onun karakterinin bu saflığına tanık oluyoruz. Matematik zekâsı gelişmiş olan Witold’un önerdiği alternatif çözümü “basit” buluyor hocası ve karmaşık durumlarda yetersiz kalacağını söylüyor. Yaşadığı dünyanın kompleks kötülükleri karşısında onun çözümü hep “basit” kalmaya mahkûmdur sanki.

Wojciech Kilar imzalı ve piyano ağırlıklı müziğin çok yakıştığı hikâyeyi yalın bir sinema ile anlatıyor Zanussi. Araya giren Himalaya görüntülerinin sağladığı bir parça gizemli hava dışında gerçekçi bir dil kullanıyor yönetmen ve hikâye ile kahramanını canlandıran Tadeusz Bradecki’nin öne çıkmalarıına izin veriyor. İngiliz yazar Peter Ackroyd filmle ilgili 1981 tarihli eleştirisinde “Eğer Wajda Polonya sinemasının Victor Hugo’su ise, Zanussi de Stendhal’idir” şeklinde bir cümle kurmuş. Bu iki büyük Fransız yazarı tanıyanlar için gerçekten de çok yerinde bir benzetme bu. Açık, yalın bir dil ve insan ruhunun karmaşlıklıklarını belli bir mesafeden bakan mesafeli bir sinema ile sergiliyor burada Zanussi. Bradecki’nin performası da Zanussi’nin yönetmenlik çalışmasına çok uyumlu ve yalınlığı, doğallığı ve sevimliliği ile oldukça başarılı. Onun başarısı Zanussi’nin bu dürüst bakışlı, gerçekçi ve karamsar havalı filmine önemli bir katkı sağlıyor ve yapıtı ilgiye değer kılan önemli unsurlardan biri oluyor.

(“The Constant Factor” – “Sabit Sayı”)

(Visited 1.122 times, 18 visits today)

“Constans – Krzysztof Zanussi (1980)” için 8 yorum

  1. Sabit Sayı’yı bugün seyrettim Mubi’de. Sonrasında bu yazıyı okuyunca, film benim için daha anlaşılır hale geldi. Verdiğiniz emek için teşekkürler.

    1. Rica ederim, asıl ben teşekkür ederim. Seyir zevkinize en ufak bir katkım olduysa, bu beni çok mutlu eder.

    1. Yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım filmden aldığınız keyfin çoğalmasına katkım olmuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir