The Place Beyond the Pines – Derek Cianfrance (2012)

“O benim oğlum ve ben onun yanında olmak zorundayım. Babam benim yanımda değildi, ne hâlde olduğuma baksana. Dinle, sana ve oğluma bakmak istiyorum. Bu benim işim, bırak da işimi yapayım”

Varlığından yeni haberdar olduğu çocuğuna bakmak için banka soymaya başlayan ve işi motosikleti ile lunaparklarda şov yapmak olan bir adam ile bir soygun sonrasında onunla karşı karşıya gelen yeni bir polisin ve her ikisinin oğullarının hikâyesi.

Derek Cianfrance ve Ben Ciccio’nun orijinal hikâyesinden uyarlanan senaryosunu aynı ikilinin Darius Marder ile birlikte yazdığı, yönetmenliğini Cianfrance’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Ryan Gosling ve Bradley Cooper’ın babaları canlandırdığı film iki nesle uzanan hikâyesini özellikle ilk yarısında daha etkileyici bir şekilde anlatan ama ikinci yarısında sarkan ve inandırıcılığını yitirip, daha önce özenle uzak durduğu Hollywood kalıplarına yaklaşan bir çalışma. Gereksiz bir “epik” havaya soyunma çabası bir yana bırakılırsa, iyi oynanmış ve iyi anlatılmış bir hikâye bu ve neden / sonuç ilişkisinde ima edilenin tartışmalı içeriğine rağmen ilgi ile izlenebilecek bir çalışma.

Hikâye önce Luke (Ryan Gosling) karakterini tanıtarak başlıyor. Gezici bir lunaparkta motosikleti ile bir kafesin içinde şov yapan genç bir adamdır Luke ve karşısına çıkan genç kadın bir yıl önce aynı kasabadaki kısa ilişkisinden bir çocuğu olduğunu öğrenmesine giden yolu açar. Bu haber kendisi çocukken babası yanında olmayan Luke için bir değişimi gerektirir ve sonuna kadar oğlunun yanında olabilmek için elinden geleni yapmaya karar verir. Daha sonra polis memuru Avery girer hikâyeye; babası hâkim olan genç polis, babası gibi hukuk okumuş ama “adalet hakkında bol bol konuşmak yerine onun gerçekleşmesini sağlamak” için güvenlik örgütüne katılmıştır. Luke’un ters giden bir soygun girişimi iki genç adamı karşı karşıya getirir ve bu durum hem ikisinin hem de kendi çocuklarının hayatını etkileyecek olayların yaşanmasına neden olur. Derek Cianfrance bu hikâyeyi kendi babalık tecrübesinden sonra yazmış ve anlaşılan epey de duygusal yaklaşmış baba ile oğul ilişkisine. Babanın ortada olmaması hikâyedeki dört baba oğul ilişkisinden üçü için geçerli (birinde oldukça sevgi dolu bir üvey babalık söz konusu ama hikâye bunu iyi işleyemiyor ve anlaşılan yeterli de bulmuyor) ve bu eksiklik yeni baba olmuş Cianfrance tarafından trajik sonuçlara yol açan bir problem olarak ele alınmış. Anlaşılabilir ve bir ölçüye kadar da desteklenecek bir bakış açısı bu ama hikâye bu bakış açısını gereğinden fazla radikalleştiriyor ve bu da filmdeki bazı gerçekçilik problemlerinin nedeni oluyor açıkçası. Buna karşılık bir babanın çocuğuna duyduğu sevginin (hikâye yeterince işlemediği için anne karakterlerini, onların duyguları ya kaba çizgilerle çizili kalıyor ya da hissedilmiyor) anlamı ve boyutunu seyirciye geçirmekte başarılı bir hikâye bu ve sadece büyük eylemlere değil, küçük hareketlere de yansıtarak bu duyguyu, etkileyici olmayı başarıyor. Örneğin Luke’un ilk kez kucağına almadan önce oğlunu, ellerini üzerine silerek temizlemeye çalışması karakteri için bir gösterge de olan dokunaklı bir görüntü kesinlikle. Luke’un başının dertte olduğu bir anda oğlunun annesini arayıp ondan oğluna kendisinden bahsetmemesini rica etmesi de benzer bir etkileyiciliğe sahip.

Luke’un değişim çabası veya oğluna babasının varlığını hissettirebilmek için giriştiği tehlikeli maceralar gerçekçilik açısından sorunlu olmakla birlikte filmin asıl sıkıntıları çocukların hikâyelerini de izlemeye başladığımızda ortaya çıkıyor. Bunun öncesinde de bir muhbirliğin hiç de uyarıldığı gibi kötü bir sonuca yol açmaması ve hikâyenin de bunun aksi yönünde ilerlemesi gibi sorunlar var ama gerek iki çocuk arasındaki zorlama tesadüflere dayalı ilişki gerekse her birinin bu karşılaşmadan sonra yaşadıkları senaryonun ciddi bir şekilde rayından çıktığını ve iki neslin hikâyesini anlatarak galiba bir epik olmaya soyunan filmin bunu başaramadığını gösteriyor. Polis teşkilatı içindeki yozlaşma (ele geçirilen paraları cebe atmak, sahte delil yaratarak rakipleri ortadan kadırmak vs.) ve ırkçılık (“22 yıldır polisim, tetiği belki üç dört kere çekmişimdir. Sen altı aydır buradasın, çoktan birini hakladın. Üstelik beyazdı! Bu da ekstra 50 puan eder”) gibi sorunları ve politik hırsların dürüstlüğü yok edivermesi gibi temaları da bünyesine alan, bir suçluyu anlatmaktan bir polisi anlatmaya doğal bir geçiş yapan ve aksiyonu dozunda tutarak hikâyesine seyircinin daha fazla odaklanmasını sağlayan senaryonun “yıllarca cüzdanda taşınan fotoğraf” gibi, karakterler açısından tutarlılık sorunu yaratan içeriklerden kurtarılamaması filmin daha güçlü olmasını engellemiş ne yazık ki.

Filme verilen Türkçe isim hikâyeye daha uygun açıkçası (Filmin orijinal adı hikâyenin geçtiği kasabanın (Mohawk dilinden gelen ve “Çamlı düzlüklerin ötesi” gibi bir anlamı olan Schenectady’nin İngilizce karşılığı) ve senaryonun (ve yönetmenin) biraz kabaca odaklandığı babadan oğula aktarılanlar havasını açıklıyor bize. Kimilerinin Victor Hugo’nun “Les Miserables” (Sefiller) adlı romanını hatırlattığını söylediği hikâyenin iki ana oyuncusundan öne çıkan isim Ryan Gosling oluyor ve özellikle sessiz konuştuğu anlarda karakterinin içinde gizlenen sertlik ve kırılganlığı dolaylı bir biçimde yansıtarak etkiliyor seyirciyi. Bradley Cooper, Luke’un oğlunun annesini canlandıran ve senaryonun ihmal etmiş göründüğü Eva Mendes, oğlanları oynayan Dane DeHaan ile Emory Cohen ve Luke’u soygun işine bulaştıran tamirci rolündeki Ben Mendelsohn’un da işlerini iyi yaptığı filmde Mike Patton’ın imzasını taşıyan müzikler de oldukça yakışmış hikâyeye. Yukarıda bahsi geçen ve özellikle senaro bazlı problemlerine rağmen, Derek Cianfrance’ın bu üçüncü uzun metrajlı konulu filmi gerilim ve trajedisinin yanında sahip olduğu hassas ve narin atmosferi ile de zenginleşen ve görülmeyi hak eden bir yapıt.

(“Babadan Oğula”)

(Visited 84 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir