Coup de Torchon – Bertrand Tavernier (1981)

“Kendi başlarına yapmaya cesareti olmayanların yapmamı istedikleri şeyleri yapıp, suçu üzerime almaktan bıkıp usandım artık”

1938 yılında Afrika’daki bir Fransız kolonisinde polislik yapan ve kimsenin iktidarına saygı göstermediği bir adamın hikâyesi.

ABD’li yazar Jim Thompson’ın “Pop. 1280” adlı romanından uyarlanan bir Fransız filmi. Senaryoyu yazan Bertrand Tavernier ve Jean Aurenche romanda Texas’ta geçen olayları Batı Afrika’da Senagal’deki bir kasabaya taşımışlar ve yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesinde bu Fransız kolonisinde geçen eğlenceli ve oldukça ilginç bir hikâye anlatmışlar. 1983’te Fransa’nın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği film César ödüllerine de -hiçbirini kazanamasa da- on dalda aday gösterildiği gibi gösterime girdiği yılın gişe geliri en yüksek filmlerinden biri olmuştu ülkesinde. Sağlam oyunculukları, herkes tarafından hırpalanan ve eylemsizliği beceriksizliğinden mi yoksa bezginliğinden mi kaynaklandığı anlaşılmayan ilginç polis şefi karakteri, ironisi ve sömürgeciliği kara mizahı içeren ve sertliği esirgemeyen bir tavırla eleştirmesi ile önemli bir film bu.

1938 yılında geçiyor hikâye ve ilginç bir sahne ile açılıyor. Yapraksız bir ağaç, bulutsuz gökyüzünde uçan kuşlar ve çok parlak bir güneş; toprağı kazıp ağızlarına oradan aldıkları bir şeyleri atan dört Afrikalı çocuk ve onları gözetleyen bir Batılı adam; birdenbire başlayan güneş tutulması; bir ateş yakan adamın uzaklaşmaya başlaması ile üşüyen çocukların ateşe doğru yürümesi. Hiçbir konuşmanın olmadığı ve Philippe Sarde’in gerilimli melodisinin eşlik ettiği bu sahne bize Philippe Noiret’in müthiş bir performansla canlandırdığı adamın karakteri ve eylemsizlikten eylemliliğe geçecek olması hakkında tam olarak ne söylüyor bilmiyorum ama bu düş sahnesini hem onun aslında iyi yürekli bir insan olmasına hem de -çocukları onlarla hiçbir iletişim kurmadan gözetlediğini düşünürsek- pasifliğine yorabiliriz sanırım. Sahnenin sonunda ateşi yakması ise harekete geçeceğinin işareti olarak görülebilir. Karısı erkek kardeşi diye tanıttığı bir erkeği eve getirmiş, tam evinin önüne bir umumi tuvalet inşa ettirmiş olan bir kereste tüccarının her gün aşağılamaları ile karşılaşan ve iki genelev işletmecisinin fiziksel ve sözlü tacizleri günlük hayatının bir parçası olan bir polis var karşımızda. Tek avuntusu kocasından sürekli dayak yiyen genç bir kadınla olan ilişkisi. Rüşvet almayı da alışkanlık haline getirmiş bu adamın yüzünde sık sık beliren yorgunluk, bezginlik, sıkıntı ve karamsarlık senaryonun içerdiği mizaha rağmen aslında hayli sert bir hikâye anlattığını söylüyor bize filmin. Nitekim hikâyenin ikinci yarısında tanık olduklarımız da bu sertliğin açık kanıtı oluyor. Gerek bu baş karakterin gerekse diğer tüm Batılı karakterlerin hikâyenin geçtiği topraklara ait olmaması ve orada kurdukları yaşamın yapaylığı filmi sert kılan bir diğer unsur. Her ne kadar yönetseler de ve üzerindeki tüm canlıları sömürseler de bu toprakların onlara ait olmadığını her anında hissediyorsunuz filmin. Dizanteri salgınında ölen ve cesetleri nehirde yüzen siyah adamlara eğlence olsun diye ateş eden iki Fransız adamın bu eylemleri bile aslında bu yabancı olmanın ve hiçbir zaman gerçekte kabul edilmeyecek olmanın dışavurumu bir bakıma.

Baş karakterin Jim Thompson’ın romanındaki temel bir özelliğini korumuş Tavernier ve Aurenche’in senaryosu: Tıpkı romandaki şerif karakteri gibi burada da polis karakteri içinde yaşadığı toplumun problemlerini (romanda ırkçılık, sınıf ayrımı ve cinsiyetçilik olarak öne çıkıyor bu problemler) özellikle de ironik yaklaşımı ile ortaya koyuyor ve bu toplumun kötücül, acımasız ve dürüstlükten uzak yapısını dillendiriyor sürekli olarak. “Öğretmenlik çok değerli bir meslek: Sayenizde zenci çocuklar babalarının Fransız anıtlarındaki isimlerini okuyabilecekler” cümlesini bir örnek olarak gösterebileceğimiz bu durumun daha da çarpıcı bir benzeri ise öğretmenin sınıftaki kara tahtada Fransızca olarak yazılı olan ve İsa’nın adı ile imzalanan bir itirafı bu yazıları okuyamayan Afrikalı çocuklara Fransız millî marşının sözleri olarak tanıtması ve hep birlikte bu marşı söylemeleri sahnesinde ortaya çıkıyor.

Bir intikam hikâyesi bu öncelikle. Kendisini aşağılayan tüm karakterlerden birer birer bir şekilde intikamını alıyor kahramanımız ve bunu yaparken de kendisini İsa olarak görüyor bir bakıma. Hikâyenin dinî boyutu asıl olarak hür irade kavramı üzerinden gösteriyor kendisini. Kasabadaki katolik papaz başta olmak üzere pek çok insanın dile getirdiği, istediği ama yapmadığı eylemleri onlar adına gerçekleştirirken, bir bakıma bir yüce irade olarak haraket ediyor polisimiz. Eylemsel olarak -ilk yarıda- pasif olsa da tüm hikâye süresince aslında zekî bir adam olduğuna tanık olduğumuz bu polis suçlarından kendisini sıyırmayı başarırken, başkalarını (özellikle de bu eylemlerin aslında gerçekleşmesini isteyenleri) şüpheli konumuna düşürüyor ustalıkla. Yazının girişinde sözü edilen güneş tutulması sahnesi ve daha sonra tanık olacağımız bir kum fırtınası sahnesinde farklı karakterlerin “kıyamet” kelimesini kullanmasını da aynı bağlamda değerlendirebiliriz sanırım.

Öldürülen iki beyaz adamın cesetlerini özellikle suya atan katilin bu eylemi ile onların daha önce siyahların sudaki cesetlerine ateş etmelerine göndermede bulunduğu film cenaze sahnesindeki “altın güvercin”konuşmasından umumî tuvaletteki “eşek şakası”na ironisini ve mizahını hiç eksik etmiyor. Tavernier’in yönetmenliğinin de hem filmin bu eğlenceli ve ilginç yanlarını hem de aslında büyük meselelerin peşinde koştuğunu hiç unutmayan özenli anlatımı ile hayli önemli olduğunu söylemek gerek. Tavernier, örneğin bir Hollywood mükemmeliğinden ve ustaca zanaatkârlığından uzak dururken, samimi ve önemli bir sonuç koyuyor ortaya. Benzer bir biçimde, başta polisi oynayan Philippe Noiret ve onun genç ve evli sevgilisini canlandıran Isabelle Huppert (ki bir kez daha şunu sorduruyor size: Bir oyuncu nasıl her zaman bu kadar usta olabilir ve seviyesini hiç düşürmez?) olmak üzere tüm oyuncuların (polisin karısı rolündeki Stéphane Audran ve onun “erkek kardeşi”ni oynayan ünlü şarkıcı Eddy Mitchell ile polisin amiri rolündeki Guy Marchand ve tüm diğerleri) başarılı performanslar sundukları film kesinlikle ilgiyi hak eden, önemli bir çalışma ve baş karakteri üzerinden “varoluşçu” bir eser.

(“Sil Baştan”)

(Visited 378 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir