Darling Lili – Blake Edwards (1970)

“O pis, entrikacı, aldatan, sahtekâr, yalancı, bencil, kendine düşkün, hedonistik, aşağılık yaratık!”

Birinci Dünya savaşı sırasında Almanlar için casusluk yapan bir şarkıcı kadının ve istihbarat için yakınlaştığı Amerikalı bir pilot binbaşının birbirlerine aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu William Peter Blatty ve Blake Edwards’ın birlikte yazdıkları ve Edwards’ın yönettiği bir ABD yapımı. Hayli aşılan bütçesi ve yapımcıların yönetmene sık sık müdahale etmesi nedeni ile zorlu bir çekim süreci geçiren film gişede de başarı sağlayamamıştı. Çekimler sırasında yaşadıklarını 1981’de yaptığı “S.O.B. – Onun Çocuğu” filminde ilham kaynağı olarak kullanan Edwards’ın bu filmi yönetmenin klasikleri kadar güçlü bir eser değil. Müzikli sahneleri olan ama müzikal olmayan ve sahneler arasına serpiştirilmiş gibi duran komik anları yeteri kadar çok olmayan film başroldeki Julie Andrews’ın etkileyici performansından ve Henry Mancini’nin müzik çalışması ve şarkılarından aldığı destekle yine de seyri keyifli bir film olmayı başarıyor.

Başrolü Julie Andrews ile paylaşan ve Amerikalı binbaşıyı canlandıran Rock Hudson’ın kendisine hem bu filmin hem de sekiz yıl sonra yaptığı “Avalanche – Çığ” filminin büyük gişe başarısızlığı sorulduğunda, “Filmlerin birinde buz dağı diğerinde Julie Andrews vardı. Sanırım seyirci ikisinin arasındaki farkı anlayamadı.” şeklinde cevap vermiş. Evet, belki Andrews hikâyenin karakteri için gerekli kıldığı “femme fatale” havası için en uygun aday değil ve bunu da zaman zaman hissediyorsunuz ama yine de filmin en büyük kozlarından biri o oluyor. Tek çekimle gerçekleştirilen açılış sahnesi Julie Andrews’ın sadece gözlerini göstererek başlıyor ve sanatçı karanlığın ortasında yavaş yavaş büyürken ondan Henry Mancini’nin Oscar’a aday olan ve Altın Küre’yi kazanan “Whistling Away The Dark” şarkısını dinliyoruz. Sahne, başladığının tersine, Andrews karanlıkta gittikçe küçülerek kaybolacak şekilde sona ererken bir konser salonunda olduğumuzu ve bir savaş döneminin yaşandığını anlıyoruz. Şarkının güzelliği ve Andrews’ın “pırıl pırıl” yorumu filme iyi bir giriş sağlıyor. Mancini’nin filme katkısı bu şarkı ile kısıtlı değil; bestecinin film için hazırladığı müzikler hem Oscar’a hem de Grammy’e aday olarak gösterilmiş ve hikâyenin en keyifli yanlarının da sağlam bir destekçisi olmuşlar. Hikâyenin geçtiği dönemin kimi popüler şarkılarının da (“It’s a Long Way to Tipperary”, “Pack Up Your Troubles in Your Old Kit-Bag”, “Keep the Home Fires Burning” ve “Mademoiselle from Armentières”) katılımı ile film müzik açısından hayli zengin bir görüntüye sahip oluyor.

Sahip olduğu onca şarkı sahnesine rağmen bir müzikal değil bu; şarkılar her zaman bir konser ortamı içinde seslendiriliyor ve klasik bir müzikalde olduğu gibi diyalogların yerini almıyor. Buna karşılık şarkıların bir müzikale yakışacak denli sık kullanılması filmin müzikal olmakla olmamak arasında kararsız kaldığını gösteriyor adeta. Benzer bir problem de hayli uzun tutulmuş kimi sahnelerin içeriği (1991 yılında Blake Edwards’ın 29 dakika daha kısa olan bir “yönetmenin kurgusu” versiyonunu hazırladığını belirtelim bu arada) ile ilgili. Alman uçakları ile müttefik ülkelerin uçakları arasındaki hava çatışmaları filmin odağını kaybetmesine neden olacak kadar, nerede ise bir savaş filmindeki kadar uzun tutulmuş örneğin. Birkaç kez karşımıza gelen bu sahneler kendi başlarına da özel bir çekicilik taşımadıklarından filmin aleyhine olmuş bu durum. Can-can dansı sahnesi veya şarkıcı ile binbaşının şarkı söyleyen çocukların peşine takıldığı sahne de bu gereksiz uzun tutulan bölümlere örnek olarak gösterilebilir.

Fazlası ile uzun tutulanların aksine kimi küçük mizah anlarının sayıca azlığı da filmin bir başka problemi. Hem filmin açılışından epey sonra ilk mizah sahnesi ile karşılaşıyoruz (suya düşen tekerlekli sandalyedeki yaralı adam) hem de hikâye içinde nerede ise kaybolup gidiyor bu mizah. Oysa bu küçük mizah anları hikâyeyi epey canlandırıyor ve kesinlikle çok keyifliler (iki Fransız istihbaratçının olduğu hemen tüm sahneler, garsonla bir subayın “kılıç savaşı”, kadının yatakta binbaşıdan bilgi almaya çalışması vs.). Benzer şekilde hikâyedeki kimi öğeler de hayli parlak bir komedi getiriyor karşımıza. İlk yarıdaki bir parça hantal görüntünün özellikle son yarım saatte yerini parlak bir görüntüye bırakmasının nedeni “Krep Suzette” karakterinin hikâyeye girmesi, kadın ile binbaşı arasındaki karşılıklı kuşkular ve aşk ile işin birbirine karışması gibi hikâyenin bu çekici ve komik unsurları oluyor.

Fransız istihbaratçaıların sürekli alay konusu olmasının (aptalca davranıyorlar, aldatılıyorlar, aşağılanıyorlar, fiziksel olarak hırpalanıyorlar vs.) dikkat çektiği film, altı kez Oscar’a aday olan ama ödülü bir türlü alamayan Russell Harlan’ın kimi sahnelerde özellikle etkileyici olan başarılı görüntü çalışmasına da sahip. Piknik sahnesinin izlenimci olarak nitelenebilecek havasının bir örneği olduğu başarı filmin cazip unsurlarından biri kesinlikle.

Özetlemek gerekirse, romantizmi, komedisi ve heyecanı olan; çok daha dinamik olma fırsatını kaçırmış; kimi sahneler kısaltılsa ve hatta tamamen çıkartılsa daha başarılı olabilecek bir film bu. Bu kusurlarına rağmen, Andrews’ın şarkıları başta olmak üzere, bu bir yandan klasik sinemanın havasını taşıyan bir yandan daha modern bir görünmü olan film izlenmeyi hak eden bir çalışma.

(“Sevgili Lili”)

(Visited 245 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir