Darling Lili – Blake Edwards (1970)

“O pis, entrikacı, aldatan, sahtekâr, yalancı, bencil, kendine düşkün, hedonistik, aşağılık yaratık!”

Birinci Dünya savaşı sırasında Almanlar için casusluk yapan bir şarkıcı kadının ve istihbarat için yakınlaştığı Amerikalı bir pilot binbaşının birbirlerine aşık olması ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu William Peter Blatty ve Blake Edwards’ın birlikte yazdıkları ve Edwards’ın yönettiği bir ABD yapımı. Hayli aşılan bütçesi ve yapımcıların yönetmene sık sık müdahale etmesi nedeni ile zorlu bir çekim süreci geçiren film gişede de başarı sağlayamamıştı. Çekimler sırasında yaşadıklarını 1981’de yaptığı “S.O.B. – Onun Çocuğu” filminde ilham kaynağı olarak kullanan Edwards’ın bu filmi yönetmenin klasikleri kadar güçlü bir eser değil. Müzikli sahneleri olan ama müzikal olmayan ve sahneler arasına serpiştirilmiş gibi duran komik anları yeteri kadar çok olmayan film başroldeki Julie Andrews’ın etkileyici performansından ve Henry Mancini’nin müzik çalışması ve şarkılarından aldığı destekle yine de seyri keyifli bir film olmayı başarıyor.

Başrolü Julie Andrews ile paylaşan ve Amerikalı binbaşıyı canlandıran Rock Hudson’ın kendisine hem bu filmin hem de sekiz yıl sonra yaptığı “Avalanche – Çığ” filminin büyük gişe başarısızlığı sorulduğunda, “Filmlerin birinde buz dağı diğerinde Julie Andrews vardı. Sanırım seyirci ikisinin arasındaki farkı anlayamadı.” şeklinde cevap vermiş. Evet, belki Andrews hikâyenin karakteri için gerekli kıldığı “femme fatale” havası için en uygun aday değil ve bunu da zaman zaman hissediyorsunuz ama yine de filmin en büyük kozlarından biri o oluyor. Tek çekimle gerçekleştirilen açılış sahnesi Julie Andrews’ın sadece gözlerini göstererek başlıyor ve sanatçı karanlığın ortasında yavaş yavaş büyürken ondan Henry Mancini’nin Oscar’a aday olan ve Altın Küre’yi kazanan “Whistling Away The Dark” şarkısını dinliyoruz. Sahne, başladığının tersine, Andrews karanlıkta gittikçe küçülerek kaybolacak şekilde sona ererken bir konser salonunda olduğumuzu ve bir savaş döneminin yaşandığını anlıyoruz. Şarkının güzelliği ve Andrews’ın “pırıl pırıl” yorumu filme iyi bir giriş sağlıyor. Mancini’nin filme katkısı bu şarkı ile kısıtlı değil; bestecinin film için hazırladığı müzikler hem Oscar’a hem de Grammy’e aday olarak gösterilmiş ve hikâyenin en keyifli yanlarının da sağlam bir destekçisi olmuşlar. Hikâyenin geçtiği dönemin kimi popüler şarkılarının da (“It’s a Long Way to Tipperary”, “Pack Up Your Troubles in Your Old Kit-Bag”, “Keep the Home Fires Burning” ve “Mademoiselle from Armentières”) katılımı ile film müzik açısından hayli zengin bir görüntüye sahip oluyor.

Sahip olduğu onca şarkı sahnesine rağmen bir müzikal değil bu; şarkılar her zaman bir konser ortamı içinde seslendiriliyor ve klasik bir müzikalde olduğu gibi diyalogların yerini almıyor. Buna karşılık şarkıların bir müzikale yakışacak denli sık kullanılması filmin müzikal olmakla olmamak arasında kararsız kaldığını gösteriyor adeta. Benzer bir problem de hayli uzun tutulmuş kimi sahnelerin içeriği (1991 yılında Blake Edwards’ın 29 dakika daha kısa olan bir “yönetmenin kurgusu” versiyonunu hazırladığını belirtelim bu arada) ile ilgili. Alman uçakları ile müttefik ülkelerin uçakları arasındaki hava çatışmaları filmin odağını kaybetmesine neden olacak kadar, nerede ise bir savaş filmindeki kadar uzun tutulmuş örneğin. Birkaç kez karşımıza gelen bu sahneler kendi başlarına da özel bir çekicilik taşımadıklarından filmin aleyhine olmuş bu durum. Can-can dansı sahnesi veya şarkıcı ile binbaşının şarkı söyleyen çocukların peşine takıldığı sahne de bu gereksiz uzun tutulan bölümlere örnek olarak gösterilebilir.

Fazlası ile uzun tutulanların aksine kimi küçük mizah anlarının sayıca azlığı da filmin bir başka problemi. Hem filmin açılışından epey sonra ilk mizah sahnesi ile karşılaşıyoruz (suya düşen tekerlekli sandalyedeki yaralı adam) hem de hikâye içinde nerede ise kaybolup gidiyor bu mizah. Oysa bu küçük mizah anları hikâyeyi epey canlandırıyor ve kesinlikle çok keyifliler (iki Fransız istihbaratçının olduğu hemen tüm sahneler, garsonla bir subayın “kılıç savaşı”, kadının yatakta binbaşıdan bilgi almaya çalışması vs.). Benzer şekilde hikâyedeki kimi öğeler de hayli parlak bir komedi getiriyor karşımıza. İlk yarıdaki bir parça hantal görüntünün özellikle son yarım saatte yerini parlak bir görüntüye bırakmasının nedeni “Krep Suzette” karakterinin hikâyeye girmesi, kadın ile binbaşı arasındaki karşılıklı kuşkular ve aşk ile işin birbirine karışması gibi hikâyenin bu çekici ve komik unsurları oluyor.

Fransız istihbaratçaıların sürekli alay konusu olmasının (aptalca davranıyorlar, aldatılıyorlar, aşağılanıyorlar, fiziksel olarak hırpalanıyorlar vs.) dikkat çektiği film, altı kez Oscar’a aday olan ama ödülü bir türlü alamayan Russell Harlan’ın kimi sahnelerde özellikle etkileyici olan başarılı görüntü çalışmasına da sahip. Piknik sahnesinin izlenimci olarak nitelenebilecek havasının bir örneği olduğu başarı filmin cazip unsurlarından biri kesinlikle.

Özetlemek gerekirse, romantizmi, komedisi ve heyecanı olan; çok daha dinamik olma fırsatını kaçırmış; kimi sahneler kısaltılsa ve hatta tamamen çıkartılsa daha başarılı olabilecek bir film bu. Bu kusurlarına rağmen, Andrews’ın şarkıları başta olmak üzere, bu bir yandan klasik sinemanın havasını taşıyan bir yandan daha modern bir görünmü olan film izlenmeyi hak eden bir çalışma.

(“Sevgili Lili”)

What Did You Do in the War, Daddy? – Blake Edwards (1966)

what did you do in the war daddy“Bu gece festival var, yarın teslim oluruz”

1943’te, Sicilya’daki bir kasabayı ele geçirmeye çalışan Amerikan birliği ile, teslim olmak için önce festivallerini yapmalarına izin verilmesini talep eden İtalyan birliğinin hikâyesi.

Blake Edwards ve Maurice Richlin’in orijinal hikâyelerinden yola çıkarak, Oscar ödüllü William Peter Blatty’nin senaryosunu yazdığı ve Edwards’ın yönettiği film İkinci Dünya savaşı, gamsız Akdenizliler (bu örnekte İtalyanlar), kötü Almanlar, bir parça aşk, biraz komedi formülü ile ilerleyen, doğrudan olmasa da savaşın anlamsızlığı üzerine sözleri olan, Edwards’ın kimi uzayan sahnelere rağmen su gibi akan mizanseni ile rahat seyredilen ve Dick Shawn ve Sergio Fantoni’nin (Amerikalı ve İtalyan yüzbaşı rollerinde) uyumlu ve başarılı oyunculukları ile ilgiyi hak eden bir eğlencelik. Evet, Edwards’ın en parlak işlerinden biri değil belki ama kimi hayifli keyifli sahneleri ile vasatın kesinlikle üzerine çıkan bir film bu.

Hollywood İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmler yaparken Hitler’in Almanyası’na sert, Mussolini’nin italyası’na ise sempati ile yaklaşmıştır genel olarak. Bu film de aynı yolu izliyor ve Alman askerleri kötü ve kaybeden, İtalyan askerleri ise iyi ve kazanan olarak gösteriyor sürekli olarak. Bu tercih, elbette bir ölçüde tarihsel bir gerçeği de barındırıyor bünyesinde: Alman halkının Hitler ve Naziler’i benimseme ölçüsü ile kıyaslandığında, İtalyan halkının Mussolini’ye epey mesafeli durduğunu hatırlamak, Hollywood’un sempatisini açıklıyor aslında. Bu tercihe bir de Hollywood’un “Akdeniz’in eğlenceli halkları” klişesini ekleyince filmin hikâyesi daha iyi anlaşılıyor. Disiplinli ve her şeyi kitabına uygun yapmayı seven Amerikalı yüzbaşının komutasındaki yorgun ve keyif peşindeki birlik ile, gece için planladıkları festivalin yapılmasına izin verilmesi karşılığında teslim olmayı kabul eden İtalyan yüzbaşının komutasındaki İtalyan birliğinin çarpış(ama)ması üzerine ilerleyen hikâye aslında tam da tahmin edileceği gibi gelişiyor: Şarap ve aşk Amerikalı’yı yoldan çıkarıyor ve sonunda İtalyanlar ve Amerikalılar Almanlar’a karşı birlikte savaşıyor vs. Dolayısı ile hikâye bir sürpriz içermiyor aslında. Buna rağmen filmi seyre değer kılan ise, hikâyenin seyirciye sunduğu keyifli anlar temel olarak.

Taş evlerden oluşan Sicilya kasabası (Kaliforniya’da film için inşa edilmiş bir kasaba aslında) tam da tahmin edilecek bir mimariye sahip olması ile seyircide sıcak bir tanışıklık duygusu uyandırıyor ve daha ilk sahneden başlayarak ne seyredeceğinizi bilmenizi sağlayarak, seyredeceğinizin sizde yaratacağı sempati duygusunu en başından garantiye alıyor film. Direnmeyen bir kasabanın işgali olarak tanımlayabileceğimiz bu sahne filme eğlenceli bir giriş yapmanızı sağlıyor ve daha sonra belki yeteri sayıda tekrarlanmasa da seyredeni eğlendiren anlardan ilkini yaratıyor. Edwards’ın benzer bir başarıyı yakaladığı sahne aynı zamanda filmin dolaylı da olsa (ve hatta belki o amacı taşımasa da) “savaş karşıtı” bir mesaja göz kırptığı, festival gecesinin sabahında kasabada gezinen kameranın karşımıza getirdikleri ile oluşuyor. Festivalin tatlı yorgunluğu içinde sızmış Amerikalı ve İtalyan askerler ve kasabalıları kayan bir kamera ile sergiliyor Edwards ve hem bir hüzün duygusu yaratıyor (sonuçta bir süre sonra savaşacak ve bir kısmı da ölecek insanlar bunlar) hem de adeta “savaşma, festival yap” mesajı veriyor bize! Filmin bir diğer başarısı da, özellikle “çılgınlaştığı” anlarda kendisini göstermeyi başaran komedisi. Kalabalık figürasyon kadrosunu etkileyici şekilde kullanmayı beceren film, sahte savaş gibi belki biraz uzamış ama çok keyifli sahnelerin (bir diğeri “Alman askeri toplama” sahnesi bunların) yanısıra, rol değişimi (karışan üniformalar ve değişen cinsiyetler) üzerinden de kesinlikle güldüren espriler üretiyor hikâye boyunca. Komünist partizanların ve iki beceriksiz hırsızın da ustalıklı yerleştirildiği hikâye, ilkini politik esprilerin, ikincisini ise hikâyenin kimi düğümlerinin çözüm aracı olarak kullanıyor akıllı bir şekilde.

Filmin kadrosundaki yıldız isim Amerikalı teğmen rolündeki James Coburn ve işini de yapıyor doğrusu ama hikâyenin asıl yıldızları Dick Shawn ve Sergio Fantoni kesinlikle. Usta bir komedi oyunculuğu sergiledikleri gibi hem kendilerinin de keyif aldığını hissettiriyorlar hikâyeden hem de çarpıcı bir ikili oluşturuyorlar. Giovanna Ralli’nin senaryonun klişelerine kurban olmasına rağmen, duru güzelliğini de kullandığı komedi oyunculuğu ile göz doldurduğu film, garip bir şekilde, klişelerden oluşsa da eğlendirmeyi başararak, izlenmeyi hak ediyor. Son bir not olarak, Henry Mancini’nin film için yazdığı “In the Arms of Love” şarkısının Billboard listelerine girmeyi başardığını belirtelim.

(“Harpte Ne Yaptın Baba?”)

Victor Victoria – Blake Edwards (1982)

“Sizin sorununuz Bay Marchand, kafanızı kalıplarla sınırlandırmış olmanız. Sizin bir tür, benimse başka bir tür erkek olmamdan başka bir şey yok ortada”

İşsiz bir sopranonun iş bulabilmek için, kadın kılığına girmiş erkek kılığına girmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Reinhold Schünzel’in Almanya yapımı ve 1933 tarihli “Viktor und Viktoria“ adlı müzikal komedisinin 1982 tarihli Amerikan versiyonu. Schünzel 1933’de aynı filmi eş zamanlı olarak Fransızca da çekmiş başka bir kadro ile. Sinema tarihi için hayli popüler olduğu anlaşılan hikâyeyi 1935’de Michael Balcon İngiliz yapımı (“First A Girl”) olarak, 1957’de Karl Anton bir Alman yapımı olarak ve 1975’de de Enrique Cahen Salaberry bir Arjantin yapımı (“Mi Novia El…”) olarak yeniden çekmiş. 1995’de Broadway‘de müzikal olarak da sahnelenen konuyu Blake Edwards kendi senaryosu ile getirmiş tekrar sinemaya ve genel olarak cinsellik, cinsel yönelimler, kadın erkek ilişkileri üzerine kimi anlarında hayli eğlendiren bir sonuç almayı başarmış. Henry Mancini ve Leslie Bricusse’nin Oscar kazanan başarılı müzikleri, üç oyuncusunun Oscar’a aday olan keyifli oyunları, müzikal bölümlerdeki şarkıları ve dozunda tutulmuş görünen “arsızlığı“ ile dikkat çeken film 1980’lerin klasiklerinden biri.

Bu keyifli film tüm süresi boyunca olmasa da hem “normal” kavramı ile oynaması hem de sık sık güldürmesi ile dikkati çeken bir çalışma. Eşcinsel bir aşkın veya karakterlerin 1934’ün Paris’inde geçen bir hikâyede olumsuz anlamlar yüklenmeden ele alınmış olmasını takdir etmeli öncelikle. Hatta Robert Preston’ın kaçırılmaması gereken bir performans ile canlandırdığı karakterinin sarkastik yanı üzerinden asıl alay konusu yapılan heteroseksüel aşklar oluyor sık sık. Ne var ki gözden kaçırılmaması gereken sonuçta bir ABD filmi ile karşı karşıya olduğumuz (“Gay Paree” şarkısında en iyi ifadesini bulduğu gibi elbette Amerikalılar bu denli gay bir hikâyeyi Fransa’ya yakıştırabilir ancak) gerçeği. Elbette hikâyedeki asıl aşk bir heteroseksüel aşk olacak, elbette bir erkeğe ilgi duyabileceği ihtimalini kendisine konduramayan maço karakterimiz (James Garner’ın nerede ise ruhsuz performansı filmin oyunculuk alanındaki tek zaafı) sonuçta aşık olduğunun bir kadın olduğunu anlayarak rahatlayacak ve elbette heteroseksüel aşk filmin dramını, homoseksüel aşk ise hikâyenin komedisini oluşturacaktır bu filmde. Bunları klasik Hollywood anlayışı olarak kabul edip aşmak gerekiyor filmden yeterince keyif alabilmek için. Ayrıca hayli ilginç ve hatta cüretkâr bir maskeli dans sahnesinin ve bu sahnede altı kalın bir şekilde ve çekinmeden çizilen cinsiyet tabanlı rollerin birbirine kolayca karışabileceği iddiasının da hakkını yememek gerek.

Filmdeki “Crazy World” şarkısının sözlerinde olduğu gibi “çılgın çelişkilerle dolu çılgın bir dünyada” geçen hikâyeyi Blake Edwards çoğunlukla kendisine yakışır bir performans ile yönetmiş. Komik olması hedeflenen ama alışılanın dışına çıkamayan iki farklı “gece kulübünde kavga” sahnesinin sıradanlığı bir kenara bırakılırsa, pek çok eğlenceli sahne üretmeyi başarmış yönetmen. Bizim Huysuz Virjin’in danslarını hatırlatan, Preston’ın hayli eğlenceli dans sahnesi, kırık tabure esprisi, Preston ile karakterini müzikal ve komedi yeteneklerini ustaca kaynaştırarak canlandıran Julie Andrews’ın bir restoranda garsonla olan komik muhabbetleri ve otel odasında yatan, yürüyen, saklanan karakterlerin çekici bir koreografi ve mizansen ile karşımıza geldiği sahne başta olmak üzere film sık sık seyirciyi güldürüyor ve hatta kahkaha attırıyor kesinlikle. Edwards kendisi de hayli komik olan bir hamam böceği sahnesinin finalinde kamerayı birden mekanın dışına ve uzağına taşıyıp penceredeki görüntüleri ile tüm karakterleri sıkı bir eğlence sunan bir karenin parçası yapmak gibi kimi küçük numaralarla da sülemeyi başarmış, bunun dışında çoğunlukla klasik bir dil kullandığı filmini. Yönetmenin 1968 tarihli ve “The Party – Tatlı Budala” adını taşıyan muhteşem komedisindeki garson karakterini hatırlayanlar için burada da yine eğlenceli bir garson karakteri yarattığını da söyleyelim Edwards’ın.

“Kadın taklidi yapan erkek taklidi yapan kadın” karakteri başlı başına bir eğlence kaynağı elbette ve film de bunun tadını keyifle çıkarıyor kesinlikle. Preston ve Andrews’a, tam bir karikatür olan tiplemesini bir oyuncunun kendisini karikatürleştirmeden nasıl oynaması gerektiğini ders verir gibi gösteren Lesley Ann Warren’ın eşlik etmesi ile de önemli olan film, “Le Jazz Hot” ve “The Shady Dame From Seville” gibi başarılı şarkıları ile de seyircisine güzel vakit geçiriyor kesinlikle. Filmin zaman zaman kazandığı “çılgın gay” havasının ise bu türün klasiklerinden “’Cage aux Folles – Çılgınlar Kulübü”ndekinden daha sağlam olduğunu da ekleyelim son olarak. Görülmeli.

Breakfast at Tiffany’s – Blake Edwards (1961)

“Buradan şu kapıya gitmen tam dört saniye sürer. Ben sana iki saniye veriyorum”

Yazar olmaya çalışan bir adam ve taşındığı apartmanda, üst katında yaşayan garip ve güzel kız arasında gelişen olayların hikâyesi.

Truman Capote’un aynı adlı romanından uyarlanan ve günümüzde farklı özellikleri nedeni ile kimileri için artık bir kült statüsüne de erişmiş olan bir klasik film. Filmi bilmeyenlerin bile Henry Mancini bestesi “Moon River” şarkısı ile aşina olduğu bir çalışma karşımızdaki. Zarafetin kraliçesi Audrey Hepburn, çekicilikte ondan geri kalmayan George Peppard, romanın yazarı Capote ve yönetmen Blake Edwards isimlerinin bir araya gelmesinin sinemaseverler için şu ya da bu nedenle bir çekicilik yaratacağı açık ve bu film de artık “efsane” statüsüne ulaşmış kimi sahneleri, Capote ve senaryoyu yazan George Axelrod imzalı çarpıcı diyalogları ve elbette şarkısı ile kesinlikle bu çekiciliğe sahip. Sinema dili açısından bir farklılıktan söz etmek kesinlikle mümkün değil belki ama film kendisini oluşturan unsurların uyumu ile Hollywood’un o altın çalışmalarının arasında yerini almayı başarmış. Bugünün seyircisi için eskimiş görünen ve pek de önemsiz olmayan pek çok yanına rağmen üstelik.

Sabahın ıssız saatlerinde arabadan inen, şık siyah elbisesi, güneş gözlükleri ve elindeki kahvesi ve çöreği ile Tiffany’s mağazasının vitrinine bakarak kahvaltısını yapan Audrey Hepburn görüntüsü sinemanın unutulmaz sahnelerinden biri ve bu parlak giriş ile açılan bir filme kayıtsız kalınamaz kuşkusuz. Bu sahne Edward’ın hayli başarılı bir şekilde kotardığı ve hikâyenin derdini de çok iyi anlatan bir sahne; Hepburn’ün zarafeti eşliğinde bir “üst sınıfa atlama hırsı” hikâyesi anlatılacağını söylüyor seyircisine. Komedinin kalıpları içinde de olsa aşkın veya sözlerin değil paranın önemli olduğu bir yolun takipçisi Hepburn’ün karakteri ve eğlence gecelerinde eşlik ettiği erkeklerden aldığı parayı biriktirerek kendi yolunu çizmeye çalışıyor. Peppard’ın yazarı ise tek bir kitap bastırabilmiş ama gerisini getirememiş ve o da, Hepburn’ün niyetlerini taşımasa da, ona benzer bir yol seçmek zorunda kalmış ve zengin ve evli bir kadının sevgilisi olmuş. Bu “yırtma” çabasına iki karakterin bakışları farklı olsa da hikâye inandırıcılığını da yitirmeden olması gerektiği gibi sonuçlanıyor.

Capote’un romanından epey ve bir kısmı Hollywood için gayet anlaşılır olan sapmalar da var ve örneğin yazarın romandaki eşcinsel eğilimleri hikâyeden tamamen çıkarılmış. Bir Blake Edwards filminde olduğumuzu hatırlarsak, Hepburn’ün film boyunca giydiği ve artık bir ikon olan siyah küçük elbisesi ve filmin yine bir ikon olan afişindeki gibi uzun çubuğu ile içtiği sigarasının partide bir kadının şapkasını yakması ve yanlışlıkla dökülen içki ile ateşin söndürülmesi gibi esprilerin eklenmesini de normal karşılamak gerek. Romanda İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen hikâyenin 60’lı yılların başına taşınması da aslında radikal bir değişiklik. Kadın karakterin özgür ruhu düşündüldüğünde rahatsız etmeyen bir değişiklik bu ama fimin sonunun romandan tamamen farklı olduğunu da eklemek gerek.

Hepburn’ün kariyerindeki en farklı rollerinden biri canlandırdığı filmde, sanatçının bu zorlu işten yara almadan çıktığı rahatça söylenebilir ama burada, filmin tüm tasarımı içinde adeta birer ikon olmaları için özellikle üzerinde çalışılmış siyah elbiseden güneş gözlüklerine, şarkısından karakterin zarifliğine pek çok unsurun katkısını göz ardı etmemek gerekiyor. Tüm bu unsurları taşıyabilen herhangi bir oyuncunun filmden parlak notlar ile çıkacağı açık. Ayrıca Hepburn’ü sakladığı geçmişindeki asıl kişiliği içinde düşünmek de inanması hayli zor bir dönüşümü işaret ediyor. George Peppard çekiciliğini ustalıkla kullanıyor filmde ama oyunculuk açısından çok da akılda kalıcı bir resim çizmiyor. Filmde Mickey Rooney’nin canlandırdığı Japon komşu karakteri zamanında Hollywood’un Asyalı karakterleri bile Amerikalı oyunculara oynatma küstahlığının bir uzantısı olarak görülmüş ve hayli eleştirilmiş. Buna bir de Rooney’in eğlenceli ama abartılı oyununu ve bu abartıyı iyice göze batar hale getiren şişirilmiş yanakları da eklemek gerek.

Film Tiffanys’deki kahvaltı sahnesi dışında, yine bu mağazadaki alışveriş ile başlayan ve kütüphaneye, oradan da bir oyuncak mağazasına uzanan sahnelerde de hayli başarılı ve tümü ele alındığında sinema dili açısından bir parça eskimiş görünen filmin yine de çekiciliğini korumasını sağlıyorlar. Blake Edwards’ın Hepburn’ü adeta bir masumiyet ve zarafet şahikası olarak resmettiği ve onu bir yatakta tüyler içinde yatarken tepe kamerası ile görüntülediği sahne de unutulmaz anlardan biri. Film bu sahnelerdeki başarısnı tüm zamanına yayamamış ve zaman zaman bir tempo düşüklüğünü veya sıradanlığa yaklaşan bir şekilde bilinenin tekrar edildiğini hissettirmiyor da değil ama işte tüm bu anlarda neyse ki Hepburn’ün varlığı filmi alıp götürmeye yetiyor. Şık, zarif ve çekici bir klasik. Kusurları ne olursa olsun, sinemanın pek çok ikonu ile dolu bu film mutlaka görülmeli.

(“Çılgınlar Kraliçesi”)