Die Innere Sicherheit – Christian Petzold (2000)

“Ya sen? Neden hiç senin hakkında konuşmuyoruz? Her seferinde nereye gidiyorsun? Niye kılık değiştirip duruyorsun? Niye hep tedirginsin? Ve neden hep yalan söylüyorsun?”

Uzun süredir kaçak hayatı yaşayan politik eylemci bir çiftin, on beş yaşındaki kızlarının âşık olması yüzünden güvenliklerinin tehlikeye girmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Christian Petzold ve Harun Farocki’nin yazdığı, yönetmenliğini Petzold’un yaptığı bir Almanya yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı sinema filmi olan çalışma onun Farocki ile 1996 tarihli televizyon filmi “Cuba Libre” ile başlayan iş birliklerinin de önemli örneklerinden biri. Kişisel olanın politik de olduğunu hatırlatan yapım inatla sürdürdükleri politik ajandalarında yalnız kalmış görünen bir çiftin, değişen Almanya ve dünya ile birlikte artık apolitikleşen hayatların karşısındaki yalnızlığını ve onları kaçak hayatının genç kızlarının doğal arzuları ve özlemleri ile çelişmesini anlatıyor temel olarak. Petzold’un karakterlerine mesafeli bir bakışla baktığı ve ailenin üç bireyini özdeşleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak bir şekilde çizdiği film, bu soğuk görünümüne rağmen gerilimli bir polisiyeden dramatik bir büyüme hikâyesine ve politik yapıtlara ilgi duyan herkesi kendisine çekebilecek bir çalışma. Genç kız ile erkek arkadaşının yalanlar üzerine kurdukları hayal dünyası ile kızın anne ve babasının daha adil bir dünya hayalleri üzerinden, arzular ile gerçeklerin çatışması üzerine düşündüren film başrol oyuncularının Petzold’un dizginlenmiş yönetmenliğine uygun performansları ile de dikkat çekiyor.

Petzold’un daha sonra çektiği “Gespenster” (2005) ve “Yella” (2007) filmleri ile birlikte gayriresmî bir “Hayaletler” üçlemesinin parçası olan yapıtın senaryosunu yazarken, RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyesi olan ve 1993’te polisle girdiği bir çatışmada kendisini vurararak öldüğü söylenen (ölümün polisin yargısız infazı sonucu olduğu da söyleniyor ki RAF üyelerinin bazılarının cezaevindeki intiharları üzerindeki kuşkuyu da hatırlamak gerekiyor burada) Wolfgang Grams’dan esinlenmiş Farocki. Portekiz’de kaçak hayatı yaşayan ve Lagos’a gitmeyi planlayan bir çift (Hans rolünde Richy Müller, Clara rolünde ise Barbara Auer var) ve on beş yaşındaki kızlarının (Jeanne karakterini Julia Hummer canlandırıyor) hikâyesini anlatıyor bu senaryo temel olarak. Sürekli tedirginlik duygusunun hâkim olduğu ve hep saklanmak/kaçmak üzerine kurulu bir düzende on beş yıldır bir çocuk da büyütmüşlerdir ve şimdi o kız yaşıtlarının “normal” hayatlarını yaşayamamanın ve yaşının gereklerini gerçekleştirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır ve ailesine de yansımaktadır bu. Onun endişeli ve korunaklı bakışları, ebeveynlerinin randevularına gelmeyen bir adam, para ve taşınma hakkındaki diyalogları ile gerilimi ilk sahnelerde kuruyor Petzold ve adını hiç vermese de bir sol örgüt üyesi olduklarını Almanya’nın siyasî tarihini bilenlerin tahmin edebilecekleri bu aile üzerinden bir gerilim ve büyüme hikâyesi anlatıyor.

Genç kızın Portekiz’de tanıştığı ve aralarındaki çekim nedeni ile hikâyeye giren Heinrich (Bilge Bingül) adlı genç ile olan ilişkisi her iki tarafın da yalanları üzerine kuruluyor başta. Erkeğin tamamen uydurduğu hikâyede önemli bir yeri olan mekân içinde genç kızın hayalî olarak gezmesi, Petzold’un soğuk bir gerçekçiliği olan hikâyesindeki tek ayrıksı bölüm. Bu iki gencin hayalleri onların yaşamak istedikleri dünya ile ilgili uydurduklarından oluşuyor ama Heinrich’in bu hayaline erişmek imkânı ve/veya o yönde bir çabası yoktur. Buna karşılık Hans ve Clara çifti, artık bu “saçmalıklar”la ilgilenmeyen bir arkadaşlarının aksine, inançlarını ve mücadelelerini korumaktadırlar ve hayalleri için çalışmaya da devam etmektedirler. Bu farklılığı değişen Almanya ile ilgili bir saptama (ya da eleştiri) olarak görebiliriz ve Jeanne’ın tesadüfen girdiği bir sınıfta öğretmenin gösterdiği belgesele (Alain Resnais’nin Nazi toplama kamplarını anlatan 1956 tarihli çarpıcı yapıtı “Nuit et Brouillard”) öğrencilerin ilgisizliğini de yine aynı saptama için kullanıyor yönetmen.

Petzold’un, hikâyenin başından sonuna sürekli olarak üç ana karakterin yanında olmasına rağmen onlara hep belli bir mesafaden bakan sinemasının soğuk dili bazı seyirciler için biraz sıkıntı yaratabilir belki ama bilinçli bu seçim onun hedefine uygun bir tercih olmuş. İstasyondaki soygun ve kavga sahnesini örneğin, böyle bir olayı anlatan herhangi bir filmdekinden oldukça farklı ve durumu çok basitleştiren (daha doğrusu süslerinden arındırılmış ve çoğunlukla gerçek hayatta da olduğu gibi) ve neredeyse stilize bir dil ile yaratması gördüklerimize tarafsız bakmamızı sağlıyor. Dünyanın değiştiğini ve uğruna mücadele edilen inançların geçmişte kaldığını, toprağa gömülmüş kutunun içindeki banknotların tedavülden kalkmış olması ile sembolik bir şekilde gösteren Petzold’un Hans ve Clara’nın ne yanında ne de karşısında durmayı seçmesi de onun dilinin gereği olarak doğru bir tercih. Dört yol ağzındaki “yakalanma” sahnesi karakterlerin tüm hayatını bir “güvercin tedirginliği” içinde yaşadığını da yine aynı vurgusuz dil ile gösteriyor bize ve sade bir çekicilik yakalıyor.

Jeanne iç çelişkileri, ailesi ile olan çatışmaları ve bir yandan da onlara ve on beş yıl sürdürdüğü hayata bağlılığının neden olduğu arada kalmışlığı ile oldukça ilginç bir karaker. Yaşıtlarının kıyafetlerine özenmesinin ve ilk erkek arkadaşının ailesini tehlikeye atacağını biliyor ama kendisini engelleyemiyor ve babasının uyarısı ile karşılaşıyor: “Sana asla bir şeyi yasaklayamam ama erkekler ve hırsızlık… Bu aralarda yapma, lütfen bu sıralar yapma. Aksi takdirde mahvoluruz”. Genç kızın tepkisi ise artık bir bıkkınlığın ifadesi olur bu uyarıya: “Yıllardır aynı şey söylüyorsun: Yakında, yakında. Ben şimdi istiyorum”. Öte yandan ailesi ile yaşamanın alışkanlıklarını, onların dışındaki yaşamına da taşıyacak kadar benimsemiştir, erkek arkadaşı tarafından soru yağmuruna tutulduğunda babasından öğrendiği ve sorgulanma sırasında uygulanması gereken stratejiyi benimsemesinin gösterdiği gibi. Onun, erkek arkadaşını kendisinden uzaklaştırmak için söylediklerine şahit olduğumuz sahnenin -pek de başarılı bir sahne değil bu açıkçası ve Yeşilçam filmlerinden fırlamışa benziyor- gösterdiği çaresizlik yaşamaya mahkûm olduğu hayatın bir özeti sanki.

Film sürpriz sayılabilecek bir finale sahip; bu finali sürpriz kılan ise asıl olarak belirsizliği. Hikâye bize bir yandan kaçınılmaz olanı (çünkü dünyanın -olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemeden- değiştiğini) gösterirken bir yandan da Almanya’nın etkileri bugüne sarkan travmalarını hatırlatıyor. Senaryosu benzer bir aileyi anlatması ile Sidney Lumet’in 1988 tarihli “Running on Empty” (Boşu Boşuna) filmini hatırlatan yapıt Jeanne üzerinden Alman toplumunun geçmişle olan ve üzeri örtülü sorunlu ilişkisini alçak gönüllü bir şekilde getiriyor karşımıza ve ilgiyi hak eden bir “hayatta kalma” hikâyesi anlatıyor.

(“The State I Am In”)

(Visited 110 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir