Undine – Christian Petzold (2020)

“Bugün metroya yürürken yolda bir çift gördük. Sen adama baktın. Kalp atışlarını hissediyordum. Adam yanımızdan gerçerken kalbin bir an için durdu. O muydu?”

Sanat tarihçisi bir kadın, onu terk eden sevgilisi ve kadının yeni aşkı dalgıç arasında geçen ve peri masallarının havasını taşıyan bir hikâye.

Senaristliğini ve yönetmenliğini Christian Petzold’un üstlendiği bir Almanya ve Fransa ortak yapımı. Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve baş kadın oyuncusu Paula Beer’e ödül kazandıran film romantik fantezi türüne sokulabilecek, Beer ile Franz Rogowski’nin çekici uyumları ve bu uyumun her sahnede kendisini göstermesini sağlayan performansları, Petzold’un seyirciye gizemli bir zarafet sunan özenli sinema dili ve mistik ögeleri ile ilgi çeken bir yapıt. Seyirciyi olumlu olduğu kadar, olumsuz yönde de şaşırtan senaryosunun bazı problemleri olan ve trajedisi olan aşk masallarını özleyenler için ek bir çekicilik de taşıyan yapıt, Berlin’in şehircilik açısından gelişim tarihçesini de hikâyesinin doğal bir parçası yapmayı başarması ile de dikkat çeken ve belli bir gücü hep taşıyan bir çalışma.

Paula Beer ve Franz Rogowski ikilisini bir önceki filmi “Transit”ten (2018) sonra bir kez daha bir araya getirmiş Petzold ve iki oyuncunun usta performansları sayesinde bir kez daha çok çekici bir aşk ikilisinin tarafları yapmış onları. Petzold daha önce bir başka Alman oyuncu Nina Hoss ile parlak iş birliklerinde bulunmuştu; bakalım Beer ile bu ikinci ortak çalışmanın devamı gelecek ve sinema tarihine yeni bir “yönetmen ve fetiş oyuncusu” örneği geçecek mi? Süreklilik arz eden bu ilişkiler, üzerinde kalem oynatmaya değecek bir alan aslında sinema tarihinde. Örneğin Yasujirō Ozu kendisi gibi Japon olan Chishū Ryū’ya filmografisindeki toplam 54 yönetmenlik çalışmasının 52’sinde irili ufaklı mutlaka bir rol vermeye özen göstermiş ve benzeri herhalde olmayan bir sadakat göstermiş oyuncusuna karşı. Aktör ve aktristlere sadık yönetmenlere bir başka örnek olarak da İsveçli Ingmar Bergman gösterilebilir. Sinemanın dehalarından biri olan yönetmen; Gunnar Björnstrand’a 19, Max Von Sydow’a 12, Liv Ullmann’a 11 ve Bibi Andersson’a 9 kez rol vermiş filmlerinde. Bu sadakatin aynı dili konuşabilmek ve beklentileri/yetkinlikleri bilmek açısından, ortaya çıkan filme önemli bir katkı sağladığı açık olsa gerek. Petzold ve Beer/Rogoswki açısından değerlendirirsek, bu yargının bir kez daha doğrulandığını söyleyebiliriz rahatlıkla; çünkü hem “Transit” hem “Undine” ilginç ve başarılı yapıtlar kesinlikle. İki Alman oyuncu senaryonun özellikle ikinci yarıda aksamasına rağmen, karakterlerinin beden ve ruhlarına o denli ustalıkla girebilmişler ki özellikle ikili sahneler de kendinizi parçası olarak hissetmenizi sağlıyorlar olan aralarındaki aşkın.

İsviçreli teolog ve filozof Paracelsus dünyamızın dört temel elementten (toprak, su, hava ve ateş) oluştuğunu ve bunların her birinde temel bir ruhun yaşadığını öne sürmüş on altıncı yüzyılda. Sudaki temel ruh olan Undine hikâyemizdeki kadın kahramanın da adı ve su filmin de ana unsurlarından biri. Edebiyatta ve masallarda su perisi olarak geçen varlıklara dönüşen undinlerin bu modern uyarlaması diyebileceğimiz ve baş karakterlerinin su ile ilişkisini kendisine konu edinen filmde Petzold bir kafede oturan iki kişi ile tanıştırıyor bizi önce: Bir müzede çalışan ve ziyaretçilere Berlin’in şehircilik tarihi üzerine devasa Berlin maketleri üzerinden doyurucu ve özenle hazırlanmış bilgiler veren Undine (Beer) ve onu terk etmek üzere cafeye çağıran erkek arkadaşı Johannes (Jacob Matschenz). Petzold bu sahnede karakterlerinin yüzünü aynı anda hiç göstermiyor bize ve biri konuşurken, diğerini hep sırtından görüntülüyor. Bu seçimi ikilinin koptuğunun bir sembolü olarak görebileceğimiz bu ayrılık sahnesinde erkeğin hayatında başka bir kadın olduğunu, Undine’nin ise bu durumu kabullenmeye hiç niyeti olmadığını anlıyoruz. Sert sözlerle tehdit ediyor karşısındaki erkeği: “Beni bırakırsan seni öldürmek zorunda kalırım, bunu biliyorsun”. Bu sertlik filmin seyirciyi şaşırtan ilk unsuru ve ardından gelen sahnede kafedeki büyük akvaryum önünde yaşananlar da hikâyenin fanteziye adım attığı ilk âna tanık ediyor bizi. O akvaryum içindeki dalgıç heykelciği ise finale kadar pek çok sahnede karşımıza çıkacak bir motif işlevi görerek, geleceğin habercisi de oluyor bir bakıma.

Bach’ın BWV 974 Re Minör Konçertosu’nun İzlandalı müzisyen Víkingur Ólafsson tarafından seslendirilen yorumunun hikâye boyunca pek çok kez karşımıza çıkarak filmin gizemli ve tedirgin hüznüne eşlik ettiği filmde Bee Gees’in “Staying Alive” şarkısının da önemli bir yeri var. Bach’ın eserinin seçilmesi hikâyedeki türden aşkların kadim niteliklerine ve zamandan bağımsızlığına bir gönderme olarak düşünülebilir. Bu eserler dışında herhangi bir müziğin yer almadığı filmin görüntü yönetmeliğini üstlenen Hans Fromm’un çalışması oldukça başarılı. Kristal netliğindeki yalın görüntülerin su altındaki çekimlerin doğal ve çamursu görünümü ile çelişmesi de hikâyeye sağlam bir destek sağlıyor ve oradaki, niteliği çoğunlukla seyirciye açıklanmayan gizemlerin belirsizliği ile de uyum gösteriyor.

Senaryo kimin “tuhaf/saplantılı” olduğu konusunda birden fazla kez yön değiştiriyor; bunun hikâyeye ne kadar katkı sağladığı ise tartışmalı. Petzold’un senaryosu bir yandan modern havasını korurken ve bunu oldukça da iyi yaparken, fantezi yanı yeteri kadar sağlam ve doğal bir biçimde ilişkilendirilememiş ve bu da özellikle ikinci yarıda ufak da olsa bir tatminsizlik yaratmıyor değil. Belki tam da bu nedenle bazı trajik gelişmeler arzu edileceği kadar güçlü bir etki yaratamıyor seyirci üzerinde. Senaryonun bir başka alanda ise ilginç bir başarısı var: Undine’nin işi üzerinden Berlin’in şehircilik tarihi hakkında pek çok farklı sahnede bilgilendiriyor bizi Petzold ama ilginç bir şekilde tüm bu sahneler bir akademik soğukluktan uzak tutulabilmişler. Berlin’in bölünmesi ve yeniden birleşmesi, Doğu Berlin’in sosyalist yönetim altındaki şehir planlamaları (Petzold’un kaba bir kötülemeden uzak durması doğru ve gerçekçi olmuş), şehrin eski ve yeni yapıları hakındaki konuşmalar ve “Şekil işlevi takip eder; tasarım, kullanım amacının tahayyül edilmesi ile geliştirilebilir” vb. sözler organik bir şekilde hikâyenin parçası olmuş. Bu ilişkilendirmeler bazen maketi göstererek sorulan “Şu anda neredeyiz?” sorusunun bağlandığı görüntüde olduğu gibi doğrudan olurken, bazen de daha dolaylı bir şekilde gerçekleşiyor. Aşkın kadimliği ile şehrim kadimliğinin örtüşmesini veya maket (bazen de şehrin gerçek görüntüsü) üzerinde kayan veya belli bir noktaya yönlenen kameranın hikâyenin kritik mekânlarını işaret ediyor olmasını buna örnek olarak gösterebiliriz. Daha önemli bir gönderme ise Berlin’in bir zamanlar bataklık olan bir alan üzerine kurulması ilk yıllarında. Bataklığın çamurumsu görünümü ve içinde gizlediği tehlikeler ya da en azından bu hissi veren görüntüsü filmin hikâyesini çağrıştırıyor.

Bazen sessizliği bazen de nefes, iç çekme, fısıltı veya hava kabarcıklarına ait olan sesleri tedirgin bir atmosfer yaratmak için başarı ile kullanan filmde mimarî, aşk ve masalın birleşmesi senaryonun aksamalarına rağmen çekici bir kombinasyon yaratmış görünüyor. Christoph’un suya, Undine’in ise şehrin tarihine sürekli “dalış”lar gerçekleştirdiği film bu dalışlar sırasında keşfedilenleri de bizimle paylaşıyor özenli bir şekilde. Petzold’un kullandığı bir başka ilişkilendirme ise; senaryonun entelektüelliği ve güzelliği öne çıkaran yapısı ile 18. yüzyıl başlarının Alman romantizmine yakışacak bir hikâyeyi 21. yüzyıla taşıması gibi, Undine’nin 18. yüzyıla ait bir sarayın kalıntıları üzerine kurulu bir 21. yüzyıl yapısı olan Humboldt Forum Müzesi’nde çalışıyor olması. Böylece hem mekân hem hikâye eski bir dönemin günümüzdeki karşılığı olarak kullanılıyor.

Die Innere Sicherheit – Christian Petzold (2000)

“Ya sen? Neden hiç senin hakkında konuşmuyoruz? Her seferinde nereye gidiyorsun? Niye kılık değiştirip duruyorsun? Niye hep tedirginsin? Ve neden hep yalan söylüyorsun?”

Uzun süredir kaçak hayatı yaşayan politik eylemci bir çiftin, on beş yaşındaki kızlarının âşık olması yüzünden güvenliklerinin tehlikeye girmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Christian Petzold ve Harun Farocki’nin yazdığı, yönetmenliğini Petzold’un yaptığı bir Almanya yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı sinema filmi olan çalışma onun Farocki ile 1996 tarihli televizyon filmi “Cuba Libre” ile başlayan iş birliklerinin de önemli örneklerinden biri. Kişisel olanın politik de olduğunu hatırlatan yapım inatla sürdürdükleri politik ajandalarında yalnız kalmış görünen bir çiftin, değişen Almanya ve dünya ile birlikte artık apolitikleşen hayatların karşısındaki yalnızlığını ve onları kaçak hayatının genç kızlarının doğal arzuları ve özlemleri ile çelişmesini anlatıyor temel olarak. Petzold’un karakterlerine mesafeli bir bakışla baktığı ve ailenin üç bireyini özdeşleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak bir şekilde çizdiği film, bu soğuk görünümüne rağmen gerilimli bir polisiyeden dramatik bir büyüme hikâyesine ve politik yapıtlara ilgi duyan herkesi kendisine çekebilecek bir çalışma. Genç kız ile erkek arkadaşının yalanlar üzerine kurdukları hayal dünyası ile kızın anne ve babasının daha adil bir dünya hayalleri üzerinden, arzular ile gerçeklerin çatışması üzerine düşündüren film başrol oyuncularının Petzold’un dizginlenmiş yönetmenliğine uygun performansları ile de dikkat çekiyor.

Petzold’un daha sonra çektiği “Gespenster” (2005) ve “Yella” (2007) filmleri ile birlikte gayriresmî bir “Hayaletler” üçlemesinin parçası olan yapıtın senaryosunu yazarken, RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyesi olan ve 1993’te polisle girdiği bir çatışmada kendisini vurararak öldüğü söylenen (ölümün polisin yargısız infazı sonucu olduğu da söyleniyor ki RAF üyelerinin bazılarının cezaevindeki intiharları üzerindeki kuşkuyu da hatırlamak gerekiyor burada) Wolfgang Grams’dan esinlenmiş Farocki. Portekiz’de kaçak hayatı yaşayan ve Lagos’a gitmeyi planlayan bir çift (Hans rolünde Richy Müller, Clara rolünde ise Barbara Auer var) ve on beş yaşındaki kızlarının (Jeanne karakterini Julia Hummer canlandırıyor) hikâyesini anlatıyor bu senaryo temel olarak. Sürekli tedirginlik duygusunun hâkim olduğu ve hep saklanmak/kaçmak üzerine kurulu bir düzende on beş yıldır bir çocuk da büyütmüşlerdir ve şimdi o kız yaşıtlarının “normal” hayatlarını yaşayamamanın ve yaşının gereklerini gerçekleştirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır ve ailesine de yansımaktadır bu. Onun endişeli ve korunaklı bakışları, ebeveynlerinin randevularına gelmeyen bir adam, para ve taşınma hakkındaki diyalogları ile gerilimi ilk sahnelerde kuruyor Petzold ve adını hiç vermese de bir sol örgüt üyesi olduklarını Almanya’nın siyasî tarihini bilenlerin tahmin edebilecekleri bu aile üzerinden bir gerilim ve büyüme hikâyesi anlatıyor.

Genç kızın Portekiz’de tanıştığı ve aralarındaki çekim nedeni ile hikâyeye giren Heinrich (Bilge Bingül) adlı genç ile olan ilişkisi her iki tarafın da yalanları üzerine kuruluyor başta. Erkeğin tamamen uydurduğu hikâyede önemli bir yeri olan mekân içinde genç kızın hayalî olarak gezmesi, Petzold’un soğuk bir gerçekçiliği olan hikâyesindeki tek ayrıksı bölüm. Bu iki gencin hayalleri onların yaşamak istedikleri dünya ile ilgili uydurduklarından oluşuyor ama Heinrich’in bu hayaline erişmek imkânı ve/veya o yönde bir çabası yoktur. Buna karşılık Hans ve Clara çifti, artık bu “saçmalıklar”la ilgilenmeyen bir arkadaşlarının aksine, inançlarını ve mücadelelerini korumaktadırlar ve hayalleri için çalışmaya da devam etmektedirler. Bu farklılığı değişen Almanya ile ilgili bir saptama (ya da eleştiri) olarak görebiliriz ve Jeanne’ın tesadüfen girdiği bir sınıfta öğretmenin gösterdiği belgesele (Alain Resnais’nin Nazi toplama kamplarını anlatan 1956 tarihli çarpıcı yapıtı “Nuit et Brouillard”) öğrencilerin ilgisizliğini de yine aynı saptama için kullanıyor yönetmen.

Petzold’un, hikâyenin başından sonuna sürekli olarak üç ana karakterin yanında olmasına rağmen onlara hep belli bir mesafaden bakan sinemasının soğuk dili bazı seyirciler için biraz sıkıntı yaratabilir belki ama bilinçli bu seçim onun hedefine uygun bir tercih olmuş. İstasyondaki soygun ve kavga sahnesini örneğin, böyle bir olayı anlatan herhangi bir filmdekinden oldukça farklı ve durumu çok basitleştiren (daha doğrusu süslerinden arındırılmış ve çoğunlukla gerçek hayatta da olduğu gibi) ve neredeyse stilize bir dil ile yaratması gördüklerimize tarafsız bakmamızı sağlıyor. Dünyanın değiştiğini ve uğruna mücadele edilen inançların geçmişte kaldığını, toprağa gömülmüş kutunun içindeki banknotların tedavülden kalkmış olması ile sembolik bir şekilde gösteren Petzold’un Hans ve Clara’nın ne yanında ne de karşısında durmayı seçmesi de onun dilinin gereği olarak doğru bir tercih. Dört yol ağzındaki “yakalanma” sahnesi karakterlerin tüm hayatını bir “güvercin tedirginliği” içinde yaşadığını da yine aynı vurgusuz dil ile gösteriyor bize ve sade bir çekicilik yakalıyor.

Jeanne iç çelişkileri, ailesi ile olan çatışmaları ve bir yandan da onlara ve on beş yıl sürdürdüğü hayata bağlılığının neden olduğu arada kalmışlığı ile oldukça ilginç bir karaker. Yaşıtlarının kıyafetlerine özenmesinin ve ilk erkek arkadaşının ailesini tehlikeye atacağını biliyor ama kendisini engelleyemiyor ve babasının uyarısı ile karşılaşıyor: “Sana asla bir şeyi yasaklayamam ama erkekler ve hırsızlık… Bu aralarda yapma, lütfen bu sıralar yapma. Aksi takdirde mahvoluruz”. Genç kızın tepkisi ise artık bir bıkkınlığın ifadesi olur bu uyarıya: “Yıllardır aynı şey söylüyorsun: Yakında, yakında. Ben şimdi istiyorum”. Öte yandan ailesi ile yaşamanın alışkanlıklarını, onların dışındaki yaşamına da taşıyacak kadar benimsemiştir, erkek arkadaşı tarafından soru yağmuruna tutulduğunda babasından öğrendiği ve sorgulanma sırasında uygulanması gereken stratejiyi benimsemesinin gösterdiği gibi. Onun, erkek arkadaşını kendisinden uzaklaştırmak için söylediklerine şahit olduğumuz sahnenin -pek de başarılı bir sahne değil bu açıkçası ve Yeşilçam filmlerinden fırlamışa benziyor- gösterdiği çaresizlik yaşamaya mahkûm olduğu hayatın bir özeti sanki.

Film sürpriz sayılabilecek bir finale sahip; bu finali sürpriz kılan ise asıl olarak belirsizliği. Hikâye bize bir yandan kaçınılmaz olanı (çünkü dünyanın -olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemeden- değiştiğini) gösterirken bir yandan da Almanya’nın etkileri bugüne sarkan travmalarını hatırlatıyor. Senaryosu benzer bir aileyi anlatması ile Sidney Lumet’in 1988 tarihli “Running on Empty” (Boşu Boşuna) filmini hatırlatan yapıt Jeanne üzerinden Alman toplumunun geçmişle olan ve üzeri örtülü sorunlu ilişkisini alçak gönüllü bir şekilde getiriyor karşımıza ve ilgiyi hak eden bir “hayatta kalma” hikâyesi anlatıyor.

(“The State I Am In”)

Jerichow – Christian Petzold (2008)

“Bir anlaşma yaptık, evlilik öncesi sözleşme. Onu terk edersem, hiçbir şey alamam. Borçlarım dışında, anladın mı? Ne oldu, sesin çıkmıyor? Hep aynı: Kurtarıcı susar ve vazgeçer. Bedeli olmayınca, dünden hazırsınız”

Yemek büfeleri olan bir iş adamının yanında sürücü olarak işe giren bir genç adamın, patronunun eşine ilgi duyması ile yaşanan olayların hikâyesi.

James M. Cain’in 1934 tarihli, “The Postman Always Rings Twice” adlı romanından serbest bir şekilde esinlenen senaryosunu yazan Christian Petzold’un yönetmenliğini de üstlendiği bir Almanya yapımı. Adını hikâyenin geçtiği ve birleşme öncesinde Doğu Almanya’da yer alan Jerichow kasabasından alan film şehrin farklı yerlerinde yemek büfeleri işleten ve Türk asıllı olan Ali (Hilmi Sözer), onun eşi Laura (Nina Hoss) ve Ali’nin bir tesadüf sonucu karşılaşarak işe aldığı Thomas (Benno Fürmann) arasında geçen ve kısa hikâye tadını taşıyan bir çalışma. Esinlendiği romanın erotizm ve tutku havasını yaratamamış ya da yaratmaya çalışmamış olan film güven, kıskançlık, hırs, cinsellik ögeleri üzerinden ilerlerken, bir yandan da para üzerinden kapitalist düzenin eleştirisini yapıyor ince bir şekilde. Belki her anında çok güçlü görünmüyor ve zaman zaman bir inandırıcılık eksikliği de var ama Venedik’te yarışmalı ana bölümde yer alan yapıt Petzold’un başarılı yönetmenliği, edebiyatın kısa hikâye tadını sinemaya etkileyici bir şekilde taşıyabilmesi ve başta Sözer olmak üzere oyuncularının performansları ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Annesinin cenazesi için mezarlıkta düzenlenen törenden çıkışında gördüğümüz Thomas ile tanışıyoruz öncelikle. Onu mezarlığın hemen çıkışında bekleyen iki adam alacaklarının peşindedir ve onlarla olan yüzleşmesi Thomas hakkında bir ön bilgi verir bize. Ardından alkolü kulllandığı aracı ile kaza yapan Ali’ye polis ile başının derde girmemesi için yardım edişini ve onun güvenini kazanışını izliyoruz ve sonra da Ali’nin Alman eşi Laura ile tanışıyoruz. Hikâye başladıktan bir süre sonra, ortalama bir seyirci Thomas ile Laura arasında bir ilişkinin gelişeceğini ve hikâyenin önemli bir kısmında sadece kendilerini gördüğümüz bu üç karakterin kahramanları olduğu bir aşk üçgenine ve sonuçlarına tanık olacağını kolayca tahmin edebilir. Bu açıdan çok da orijinal değil hikâye ama Petzold alçak gönüllü ama sağlam bir sinema dili ile, bilinene doğru ilerlese de ilgiyi ve gerilimi adım adım inşa etmesi ile dikkat çeken ve hikâyeye organik bir biçimde yerleştirdiği bir toplumsal eleştiri ile ayrıca önem kazanan bir sonuç elde ederek başarılı bir yapıt koyabilmiş ortaya.

Ali’nin Türkçe pop sevgisi sayesinde üç Türkçe şarkının (Nilüfer’in “Karar Verdim”, Gülşen’in “Nazar Değmesin” ve Sezen Aksu’nun “Sen Ağlama” şarkıları) yer aldığı filmde bunlardan üçüncüsü hayli başarılı bir “deniz kenarında piknik” sahnesinde ilgi çekici bir şekilde kullanılmış. İki Alman karakterin bu şarkı eşliğinde -başta yapmaya zorlanarak- dans etmeleri özellikle bizim açımızdan ayrı bir çekicilik taşıyor kesinlikle. Bu sahne üç karakter arasındaki ilişki için de çok kritik değerde anlar içeriyor; yasak tutkunun ilk başladığı âna tanık olduğumuz sahne tehlike, ölüm, kuşku, erotizm gibi farklı unsurları bir araya ilgi çekici bir şekilde bir araya getirmiş. Bu sahnenin başarısı Petzold’un az sayıda malzeme ile ilgi çekici bir kombinasyon oluşturabilmesinin de filmdeki birkaç örneğinden biri. Cain’in romanındaki tutku suçunun en iyi yorumu olduğu söylenemez yapıtın; Luchino Visconti’nin 1943 yapımı “Ossessione” (Tutku), Pierre Chenal’ın 1939 tarihli “Le Dernier Tournant” ve Bob Rafelson’un 1981 yapımı “The Postman Always Rings Twice” (Postacı Kapıyı İki Defa Çalar) tutkuyu seyirciye çok daha güçlü bir biçimde geçirmeyi başarmışlardı ve üçüncüsü erotizmi de hikâyenin ana unsurlarından biri yapmıştı örneğin. Burada ise tutkuyu gerektiği kadar güçlü biçimde hissedemiyorsunuz açıkçası ki romanın ruhundan uzaklaştığı için değil ama, karakterlerin davranışlarını anlamlandırabilmek açısından zayıflatıyor hikâyeyi bu durum.

Ali’nin sahibi olduğu ve sayısını 45 olarak açıkladığı yol üstü yemek yerlerinin filmde gördüğümüz tümünün Almanya’ya göçmen olanlar tarafından işletiliyor olması ilginç; Türk dönerciden Lübnan bayrağının asılı olduğu Arap restoranına ve bir Uzakdoğulunun büfesine farklı etnik kökenlilerin ülkenin mutfağına hâkim olduklarını görüyoruz. Petzold’un bu seçimleri bir eleştiri değil elbette ve kimilerinin öne sürdüğünün aksine, Ali karakterini klişe olmakla suçlamak da haksızlık sanki. Evet tipik bir “Almancı” gibi olarak görülebilir Ali ama “kendisini istemeyen bir ülkede, satın aldığı bir kadınla yaşayan” birisi olarak; iki yaşından beri yaşadığı ülkenin onu tam anlamı ile benimsememiş olması, çalışma hırsı ve tüm o Türkçe şarkıların da bir sembolü olduğu gibi aklının aslında hep başka yerde olması ile benzerlerini herkesin tanıdığı bir karakter kesinlikle. Onun kıskançlığı, kuşkuculuğu ve kontrol etme arzusu da (“Laura güzel kadın, değil mi? Neden bakmayasın. Sabah seni ona bakarken izliyordum”) onun Batı’dan çok, Doğu’ya ait olduğunu gösteriyor bize.

Filmin belki de en önemli yanı kapitalizme getirdiği eleştiri. Kadının “Para yoksa, sevemezsin” sözleri, Ali’nin onu “satın almış” olması veya karısından beklediği ihanetin cinsellik değil, para üzerinden gelmesi hep bu eleştirinin parçası olarak görülmeli. Açılış sahnesindeki para tahsilatını veya Thomas’ın “hıyar toplama” işi için maruz kaldığı soruları da ekleyebileceğimiz bu eleştiri paranın hikâyenin ana teması olmasa da, üç karakterin de davranışını etkileyen önemli bir unsur olduğunu gösteriyor. Açıkçası hikâyeyi tahmin edilebilirliğin ötesine taşıyan, onu farklılaştıran ve ilginç kılan da bu. Petzold’un Ali’nin planı ile ilgili olarak yarattığı merak duygusunu içeren senaryosu finalindeki sürpriz ile de bu farklılığı artırmış kuşkusuz. Romantizmi ve tutkuyu iyi yaratamamamış olmasının elbette zarar verdiği filmin jeneriğinde Cain’in romanının veya ondan uyarlanan önceki filmlerin adı geçmiyor ilham kaynağı olarak; bu bir ihmalden çok olay örgüsünün pek çok sanat eserinde karşılaşılan türden olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Cain’in romanı ABD’nin büyük bunalım döneminde geçen bir hikâyeyi anlatırken, Petzold’un senaryosunun işssizlik ve yoksulluğun öne çıktığı bir bölgede ve kapitalizmin 2008 krizi döneminde geçmesini de bir ortak yan olarak görmek gerekiyor.

Ali karakteri üzerinden bakıldığında bir “göçmen filmi” olarak da görebiliriz hikâyeyi. Onun yıllardır yaşadığı yerde bir türlü gerçek anlamda kabul görmemesi ve konumunu ancak parası sayesinde elde edebilmiş olması oldukça önemli ve filmin Cain’in yapıtının ve ondan esinlenen uyarlamaların aksine parayı tüm karakterlerin davranışlarında bir neden olarak cinselliğin önüne geçirmiş olması Ali’nin bir göçmen olarak en önemli güvencesinin de para olduğunu gösteriyor.

Transit – Christian Petzold (2018)

“Kadını gördü, onun çaresiz hâlini. Kocası ve çocuklarının çığlıklarını duydu. Olayı kendisi gibi seyredenleri gördü. Acımaları yok muydu? Onların başına gelmediği için içleri mi rahatlamıştı? Kapılardan birinin önünde köpekli kadını fark etti. Bakışları karşılaştı. Uzun uzun birbirlerine baktılar. Sonra başlarını çevirdiler. Herkesi bu kadar sessiz ve durgun kılan şeyin ne olduğunu biliyordu: Utançtı bu. Utanıyorlardı. Utançtan yerin dibine geçiyorlardı”

Yavaş yavaş işgal edilmekte olan Fransa’ya sığınan ve oradan da başka bir ülkeye kaçmak için vize almaya çalışan Alman bir göçmenin hikâyesi.

Alman yazar Anna Seghers’in 1944’te yazdığı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Fransa’dan kaçmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlattığı romanını olayları koruyarak ama günümüze taşıyarak (ama günümüz teknolojik ürünlerinin hiçbirinin ortada olmadığı bir bugün bu!) anlatan bir uyarlama. Christian Petzold’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği film Almanya ve Fransa ortak yapımı olarak çekilmiş ve Berlin’de Altın Ayı için yarışmıştı. Filmini “Baskıcı Düzenlerde Aşk” adını taşıyan üçlemesinin sonuncu eseri (diğerleri 2012 tarihli “Barbara” ve 2014 yapımı “Phoenix – Yüzündeki Sır”) olarak tanımlayan yönetmen, hikâyesindeki işgalci güçlerin kim olduğunu -romanın aksine- söylemese de bir diyalogda da bahsi geçtiği gibi faşizan bir güçten kaçanları anlatırken, romanın içeriğini değiştirmeden günümüzde yaşananları anlatarak dünya üzerinde acılar ve kötülükler açısından değişen bir şey olmadığını iddialı -ve doğru bir şekilde- dile getiriyor. İngilizce afişinde “Kafka tarzı ile Casablanca” ifadesine yer veren film bu her iki referansının da havasını taşıyan ama kendine özgü bir dünyası da olan ilginç bir çalışma. Kendisine emanet edilen mektupları teslim edeceği yazarın öldüğünü öğrenen adamın Fransa’dan Meksika’ya gidebilmek için ABD’den vize almaya çalışmasını anlatan ve günümüzdeki mülteci problemlerine göndermeleri ve her bir mültecinin kendisine özel ve anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğunu gerilim de içeren bir hüzünle anlatan film zaman zaman tam bir doyuruculuğa ulaşamasa da yarattığı dünya ve “Araf’ta olmanın” iç burkan hâlini etkileyici bir şekilde aktarabilmesi ile önemli bir çalışma. Bir anlatıcı sesle romanın edebî havasını da bünyesine alan bu filmi görmeli kesinlikle.

Hikâyenin büyük bir kısmı bir liman kenti olan Marsilya’da geçiyor. Limanların bir terk etme ve terk edilme mekânı olduğunu sık sık hatırlatan filmde karakterlerden biri “Limanlar hikâyelerin anlatıldığı yerlerdir” diye konuşuyor. Üçlemenin ilk filminde Doğu Almanya ile Batı Almanya arasında sıkışıp kalan bir kadını, ikincisinde ise toplama kampından kurtulan bir kadının İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki hikâyesini perdeye taşıyan Petzold bu kez bu savaşta geçenleri anlatan bir romanı 2000’li yıllara taşıyarak ilginç bir seçim yaparken, bir adam üzerinden genel olarak göçmenlerin, mültecilerin dinlemeye değer (ve kulak verilmesi gereken) yaşamlarını getiriyor karşımıza. Polis baskınları ve sokaktaki asker ve polis görüntüleri dışında doğrudan bir savaş ortamının resmini çizmeyen, hatta yaşamın olağan dışı hiçbir şey yokmuş gibi normal bir şekilde sürdüğü bir Marsilya’da geçen film sığınmacı olmanın, evini terk etmek zorunda olmanın, hayatının bir insanın vuracağı bir damgaya bağlı olmasının ve baskıcı bir düzende susmak zorunda olmanın anlamını ve psikolojisini iddiasız bir sakinlik içinde ama belki tam da o nedenle güçlü olabilen bir dil ile anlatıyor.

“Önce kim unutur, terk eden mi terk edilen mi?” veya “Terk edilenlerin asla unutmadığını söylerler. Doğru değil bu. Hüzünlü, tatlı şarkılar hep onların yanındadır. Merhamet onların tekelindedir. Terk edenlerinse kimsesi yoktur, tek bir şarkı bile onlar için değildir” gibi diyaloglar aracılığı ile film terk etme / edememe hikâyeleri de -politik içeriğinden bağımsız da olarak üstelik- anlatıyor bize. Murathan Mungan’ın sözleri ile Yeni Türkü’nün seslendirdiği “Kimdi Giden Kimdi Kalan” şarkısını da (“Aslında giden değil / Kalandır terk eden / Giden de bu yüzden gitmiştir zaten”) hatırlatan hikâye bu mesele üzerinde epeyce duruyor ve hafifçe dozu kaçmış gibi olsa da karakterlerin oyunları üzerinden devamlı gündeminde tutuyor bu temayı. Fedakârlık, aşk, bireysel kurtuluş, dürüstlük gibi temaları da içine alan bu mesele filmin en çekici unsurlarından biri. Yine önemli ama bunun kadar üzerinde durulup yeterince işlenmese de zulme karşı sessiz kalmak da yer bulmuş kendisine hikâyede. Desmond Tutu’nun “Adaletsizliğe tanık olup tarafsız kalırsan, zalimin tarafını seçmişsindir” sözünün vurucu doğruluğunu akla getiren etkileyici bir sahne ile vicdan ve utanç duygusunun bireyleri ezmesini de sergiliyor hikâye. Bir aşkı da -üstelik bir sahte kimlik üzerine kurulu olan bir aşkı- dokunaklı bir dil ile anlatan film tüm bu temaları bir kaçış hikayesinin doğal parçası yapabilmiş, belki tümünü gerektiği kadar işleyemese de anlattığının doğal bir parçası yapabilmiş Petzold.

Finalde mahiyetini ve sahibini sürpriz bir şekilde anladığımız dış sesi kullanımı da başarılı filmin; baş kahramanının yaptıklarını zaman zaman anlatan bu ses bir romanın satırlarını okuyor sanki ve seyrettiğimize bir romanın havasını da katıyor böylece. Bir başka filmde yapay ya da zorlama görünecek bu durum burada -tam tersine- ek bir tat getiriyor hikâyeye ve hatta kaynak roman için de bir ilgi yaratıyor. Başroldeki Franz Rogowski’nin karakterinin tüm duygularını sade bir oyunculukla doğal kılabilmesi ve bize geçirebilmesinin de (gözlerdeki o hüzünden, arzudan ve korkudan etkilenmemek mümkün değil) katkısı ile “cehennemin beklemek demek” olduğuna da odaklanan, Rogowski’nin canlandırdığı Georg karakterinin her anında olduğu ve kapanışta Talking Heads’in “Road to Nowhere” adlı şarkısını dinlediğimiz bu film seyirci için çekici bir atmsofere sahip kesinlikle.

Georg’un oyununun onu aslında sahip olmadığı kimliklere kavuşturması (yetim kalan bir çocuk için baba, bir kadın için âşık, vize alabilmek için yazar) üzerinden değerlendirildiğinde filmin bir kimlik arayışını ve tehlikeli olan (işgalcilerin yok etmeye soyunduğu) kimlikten kurtulma çabası hikâyesi anlattığını da söylemek mümkün. Bunu da kattığımızda aslında oldukça yoğun bir film bu; evet, belki tüm temaları aynı güçte işlenemiyor filmin kısıtlı süresi içinde ama Petzold’un akıllıca yazılmış senaryosu ve bu senaryoya uygun yönetmenlik çalışması (filmin etkileyici yumuşaklığı ve sahnelerin birbirine doğal bir şekilde bağlanabilmesi, hikâyenin yüksek “akışkanlığı” vs.) ile tatmin oluyorsunuz yine de. Daha derin değerlendirmeleri, okumaları kendisi sunamasa da sizi onları peşine düşmeye ikna eden bir başarısı var filmin ve Petzold’un ki bu da oldukça değerli olsa gerek.

Karamsar hikâyesi ve trajik unsurlarına rağmen, hikâyenin bir Akdeniz kenti olan Marsilya’da geçmesi ve bu şehrin de güneşten bolca nasiplenen bir yer olması sayesinde oldukça “parlak” kareleri var filmin. Hans Fromm’un görüntü çalışması hikâyenin karamsar yanının altını özellikle çizmeye soyunmuyor ve belki işte tam da bu nedenle ve tıpkı şehirde süren yaşamın yaklaşan trajediden hayli uzak görünen havasına uygun olarak, kötülüklerin sıradanlığını ve her an her yerde yaşanabileceğini söylüyor. Petzold’un 1942’de geçen hikâyeyi tüm ana ögelerini ve temalarını koruyarak günümüze taşımasının da desteklediği gibi değişen bir şey yok dünyamızda aslında. Bir karakterin akıbeti açısından belirsiz bırakılan finaline de değinmek gerekiyor filmin; mutlu ya da mutsuz son sunmak yerine sizi arada bırakıyor film: Tıpkı hikâyedeki vize bekleyen karakterlerin Araf’ta olması gibi; tıpkı insanlığın iyilik ile kötülüğün karşısında seçim yapması gibi, tıpkı beklemenin ve belirsizliğin cehennemin kendisi olması gibi; tıpkı Talking Heads şarkısında söylendiği gibi: “Elbette biliyoruz nereye gittiğimizi / Ama nerede olduğumuzu bilmiyoruz”. Gerilimi, romantizmi, meseleleri ve tüm bunlara yaklaşımı ile önemli ve iyi bir film bu! (Son not: Filme kaynak olan romanın yazarı Anna Seghers’in, eserini yazarken arkadaşı da olan filozof Walter Benjamin’in hayatından esinlendiği söyleniyor. Yahudi olan Benjamin 1940 yılında Fransa’dan İspanya’ya kaçan bir gruba katılmış, oradan da ABD’ye kaçabilmek için. İspanya’nın faşist diktatörü Franco’nun tüm transit vizeleri iptal ettiğini, dolayısı ile Fransa’ya iade edileceğini ve bunun da Nazilerin eline düşmek demek olacağını bilen Benjamin intihar etmişti. Romanda ve filmde de Fransa’dan çıkış için gerekli transit vizeyi alamayan göçmenler Pireneler üzerinden İspanya’ya yaya olarak kaçmaya çalışıyorlar son bir umut olarak ve belki de benzer bir akıbetle karşılaşmak üzere.)