Die Reise nach Lyon – Claudia von Alemann (1981)

“Onun duyup gördüklerini hayal etmeye çalışıyorum, kokladıklarını. Renkleri, sesleri, Lyon’daki her şeyi. Onun yolculuğunu tekrar ediyorum. Kütüphane ve arşiv araştırmalarım, okuduğum kitaplar benim için yeterli değil”

Fransız sosyalist yazar ve kadın hakları aktivisti Flora Tristan’ın Lyon’daki izlerini takip ederek onu daha iyi anlamaya çalışan ve duygularıyla özdeşleşmeyi eyleme dökmeyi deneyen genç bir tarihçinin hikâyesi.

Alman sinemacı Claudia von Alemann’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı bir Almanya ve Fransa ortak yapımı. Bugün yeterince hatırlanmayan Flora Tristan’ı onun Lyon’daki ayak izlerini takip ederek anlamaya çalışan ve ona mesafeli bir tarihçinin değil, onunla özdeşlemiş birinin gözü ile bakmayı seçen bir kadının şehirdeki birkaç haftasını anlatan yapıt; sadece Tristan’ı ve onun politik görüşlerini değil, üzerinde tartışılmayı hak eden başka meseleleri de (tarihçi ve konusu arasındaki ilişki, politik aktivizm ve feminizm arasındaki ilişki, arşivin yetersiz kaldığı ya da kısıtladığı araştırmalarda hayal gücünün yeri gibi) gündeme getirmesi, Claudia von Alemann’ın belgesel ile kurguyu çekici bir şekilde bir araya getirmesi ve işitsel/görsel çalışması ile dikkati çeken ve kesinlikle orijinal nitelemesini hak eden bir film. Düşük temposu ve hikâyesizliği filmi ortalama bir sinemasever için zorlayıcı kılacaktır ama keşfe meraklı her izleyiciye zengin bir seyir tercübesi sunacak bu feminist film kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Trenle Lyon’a gelen bir genç kadın tarihçi Elisabeth (Rebecca Pauly) ve günlüğüne yazdığı notlara göre bu yolculuğa eşinin pek de onaylamamış olmasına rağmen çıkmıştır: “7 Temmuz. Lyon’a doğru yola çıkıyorum. B. çok şaşırdı. Tek kelime etmeden, gergin bir şekilde beni istasyona bıraktı. Elsa o kadar derin uyuyordu ki uyandırmaya kıyamadım. İçeri kapatılmış olsam da tren bana kalkan oluyor. Kimse benden bir şey beklemiyor”. Kadının kaldığı otel odasında fotoğrafını telefonun yanına yerleştireceği Elsa küçük kızıdır ve onu babası ile bırakmıştır Lyon’a gelirken. Kendisini “tarihçiydim” ifadesi ile anlatarak artık öyle olmadığını ima eden Elisabeth’in Almanya’dan Fransa’ya gelme nedeni Flora Tristan’ı -yeniden- keşfetmek ama bunu yaparken geleneksel arşiv araştırmalarının dışına çıkarak, onun Lyon’daki yaşamını tekrarlamak ve bir bakıma onun şehirdeki her türlü tanıklığını, oradaki eylemlerini ve duygularını kendisi de yaşayarak onunla özdeşleşmektir. Elisabeth’in bir sahaf kadına söylediği “Uzun zaman önce ölmüş bir kadının izlerini arıyorum; ama zaten bilinenleri aramak istemiyorum” sözleri onun çabasınıın iyi bir açıklaması bu bağlamda.

Çok ilginç bir isim Flora Tristan. 1803 ile 1844 arasına sığan kısa hayatını kendi ifadesi ile “Eski bir aristokrat (babası Perulu bir aristokratmış), sosyalist bir kadın ve feminist bir işçi” olarak yaşadı. Kadın haklarının emekçi sınıfın haklarının ilerlemesi ile çok yakından bağlantılı olduğuna inanan, işçileri politik ve sınıf mücadelesi için örgütlemeye çalışan ve yazdığı eserlerle de bu konuya eğilen ve feminizm ile sosyalizmi bir arada değerlendiren öncü isimlerdendi Tristan. Yaşamını kadın hakları için düşünmeye, yazmaya ve eylemde bulunmaya adayan Tristan’ın 41 yaşında ölümünün, tifüs sonucu olsa da bir kadın cinayeti olarak kabul edilmesi (aralarında çocuklarının velayeti ile ilgili davalar, çocukları anneden kaçırma ve ölüm tehditleri gibi ciddi çatışma boyutları olan kocasının silahla yaraladığı Tristan’ın tifüse kolayca yenik düşmesinin nedeni olarak, André Chazal adında bir Fransız gravür sanatçısı olan kocanın silahının akciğerine ciddi zarar vermesi gösteriliyor) bir trajedi kuşkusuz. Claudia von Alemann ne sosyalizm ve işçi mücadelesinde ne de kadın hakları için verilen savaşta bugün adı hak ettiği kadar bilinen Tristan’ı Elisabeth karakterinin araştırmaları üzerinden anlatırken, onu en azından bir filmin boyutları içinde, olması gereken konuma yerleştiriyor ve bunu yaparken de feminist bir söylemi hep muhafaza ediyor.

Frank Wolff’un filmin öyküsünün organik bir parçası olabilen ve yönetmene hayal ettiği atmosferi yaratmakta ciddi bir katkısı olan müziğinin dikkat çektiği film bir feminist sinema örneği. Yönetmeni (aynı zamanda senaristi ve yapımcısı) Claudia von Alemann’ın, ana karakteri canlandıran Rebecca Pauly’nin, görüntü yönetmeni Hille Sagel’in, kurgucu Monique Dartonne’un ve set fotoğraflarını çeken Abisag Tüllmann’ın kadın olması ya da öykünün Flora Tristan’ı odağına alması ana neden değil bu feminist nitelemesi için. Senaryonun öykünün tüm unsurlarını bir kadın karakterle ilişkileri üzerinden anlatmayı seçmesi, Elisabeth adındaki bu kadının çıktığı yolculuğu bir erkeğin itirazına rağmen gerçekleştirmesi ve onun Tristan’ın izlerini sürerken bu tarihsel kişiliğin feminist tutumu ile bir kadın olarak kendi yaşamını özdeleştirmesi filmi feminist sinemanın örneklerinden biri yapan asıl unsurlar. Bazen Elisabeth’in kendi yazdıkları bazen de Tristan’ın özellikle günlüğünden alınan ifadeler de Alemann’ın iki kadını da feminist düşüncelerin aracı olarak değerlendirmesini sağlıyor. Günümüzde de zaman zaman feminist gruplarla sosyalist grupları bir tartışmanın içine sokan kimlik (burada cinsiyet) ve sınıf meselelerinin izini de hem Tristan hem Elisabeth üzerinden gündemine alıyor film. Örneğin Elisabeth notlarını tuttuğu deftere şöyle yazıyor: “Marx’tan önce şöyle yazmış Tristan: “İşçi sınıfının özgürleşmesi, işçilerin kendi eseri olmalı”. Bunu bir erkeğin söylemesi işlerine daha çok gelmiş”. Tristan’ın bir başka sözünü de feminist söyleminin gereği olarak kullanıyor film: “En çok ezilen bir adam bile bir başkasını ezebilir, karısını…”.

“Ölmekte olan bir dünyayı kurtarmak istiyorum. İmkânsız bir iş ama sadece inancıma, sevgime ve irademe kulak veriyorum” diyen Tristan’ın sesine aracı olan bir film bu. “İktidardakiler ve polis bana katlanamıyor çünkü işçilerin yanındayım. İşçilerin de bana güveni yok çünkü kadın hakları için mücadele eden bir kadınım” sözleri ile içinde bulunduğu zorlu koşulları tarif eden Tristan’ın buna rağmen feminist ve sosyalist mücadele için gerekli o büyük enerjiyi nasıl bulabildiğini düşünüyor Elisabeth. Kendisi o denli zorlu bir yaşam sürmüyor kuşkusuz ama onun da karşısında iki önemli engel var: Eşinin, neyin peşinde olduğunu anlayamadığını söylemesinin bir işareti olduğu sorunlu evlilik ilişkisi ve Tristan’ı keşfetme çabasının zorluğu. Hemen hep hüzünlü ve düşünceli bir yüz ifadesi ile “kahramanı”nın Lyon’daki izlerini süren genç kadının araştırmasını konusuna geleneksel bir tarihçi gözü ile bakmayı ret ederek yapması, bizi de bu sosyal bilimin çalışma yöntemleri üzerinde düşünmeye yöneltiyor. Araştırmacının konusunu bir bilim adamı mesafesini koruyarak incelemesi onun tarafsız kalmasını sağlar ki bilimsel olmanın da genel kabul gören bir prensibidir bu. Elisabeth ise tam tersi bir yol izliyor ve muhtemelen bu nedenle -ve belki de evliliği nedeni ile bırakması yüzünden- kendisinin artık bir tarihçi olmadığını söylüyor. “Pasif bir kavrayış”tan öteye geçme çabası olarak nitelendiriyor yaklaşımını genç kadın ve “Geçmişteki kadınların acılarıyla, ıstıraplarıyla, duygularıyla özdeşleşmenin eyleme dökülüp dökülemeyeceğini” merak ediyor. Lyon’un eski binalarını ve sokaklarını, Tristan’ın oradaki varlığının üzerinden 138 yıl geçtikten sonra ve onu hayal ederek dolaşıyor ama bunun bir sonuç verip vermediğini ya da vermesinin mümkün olup olmadığını değerlendirmeyi seyirciye bırakıyor film.

Sesin Elisabeth’in arayışının önemli bir aracı olması, filmin Daniel Deshays imzalı ses çalışmasının önemini artırıyor ve bu alanda ciddi bir başarı var karşımızda. Kadının geçmişi yeniden yaratma aracı olarak sesi kullanmanın yanında, bugününü de ses kayıtları ile sürdürmesi filmin işitsel açıdan etkileyici olmasını gerektiriyor ve bu açıdan bakıldığında, çok yüksek düzeyde bir sonuç var ortada. Elisabeth bir süreliğine (?) geride bıraktığı hayatın ses kayıtlarını hep yanında tutarken, film asıl olarak onun Tristan’ın işitsel izlerinin peşinde olması üzerinden kullanıyor bu unsuru. Yazarın dolaştığını düşündüğü su kenarında o da dolaşırken onun da işittiğini hayal ettiği dalga sesi, onun işçileri örgütlerken gitmiş olabileceği türden bir atölyeyi ziyaret edip dokuma tezgâhının sesi (burada kadınla iş yeri sahibinin seslerini tezgahın sesinin ardına gizliyor ve ne konuştuklarını anlamıyoruz ki bu elbette bilinçli ve doğru bir tercih), şehrin eski ve yoksul bölgelerinin zaman zaman bir fotoğraf gibi sabit görüntülerine eşlik eden sesleri veya sıkça gittiği bir kafede oturanların sıradan konuşmalarının sesleri gibi farklı kayıtlarının tek bir amacı var: Tristan’ın yaşadıklarını yaşamak ya da en azından hissetmek. Bunu şu tür sözlerle ifade ediyor Elisabeth: “İçimde bir ses taşıyorum; iki asırlık, kimseye ait olmayan bir ses. Tarihin kendisi olan bir ses… Adımlarım onun adımlarına dönüştü. Tristan’ın ayak seslerinin yankısı… 150 yıl sonra. Onun yaşamının yankısı… Ayak seslerini kaydettim, onun da duymuş olabileceği. Ayakkabılarımız aynı olmasa da”. Sesle ilgili çabanın son örneği ise finalde geliyor: Tren istasyonunun boş bekleme odasında zemine ses kayıt cihazını koyuyor Elisabeth ve çaldığı kemandan çıkan hüzünlü müziği kaydediyor. Hayli önemli bir sahne bu filmi dikkatle seyredenler için; çünkü bir sahnede Elisabeth’in ağzından (daha doğrusu tuttuğu notları onun sesi ile dinlerken) 1792 tarihli bu kemanın “artık hiç kimseye ait olmayan, tarihe ait bir ses”e sahip olduğunu duyuyoruz ve bu kapanışla yönetmen bize tarihin sesinin tıpkı Elisabeth’in yaptığı gibi saygı ve zarafet ile ele alınması gerektiğini ve tarihin (burada Tristan’ın) ancak geçmiş ve bugün arasında bir bağlantı kurulduğunda sesini duyurabileceğini söylüyor. Farklı zamanları bir araya getirerek geçmişi ve bugünü anlama teması, kafedeki “gazete kupürü kesen kadın” sahnesinde de çıkıyor karşımıza.

Flora Tristan’ın ancak ölümünden 128 yıl sonra sonra, 1973’te yayımlanma şansı bulan “Le Tour de France” adlı kitabından bazı kısa bölümleri Elisabeth’in dış sesinden dinlediğimiz film yazarın politik kimliğini hiç ihmal etmemesi ile de önemli. Günümüzde çekilen pek çok “biyografi”de kahramanın yaşamının politik boyutunun özenle ihmal edildiğini veya geriye itildiğini düşününce, Claudia von Alemann’ın seçimi daha da önem kazanıyor. Lyon’un eski ve bir kısmı terk edilmiş yapılarında ve sokaklarında Elisabeth’in peşine takılarak Tristan’ın izlerini takip eden ve hemen hep sabit kamera kullanan Alemann tüm film boyunca sakin ve “dizginlenmiş” bir sinema dili kullanıyor ve kadın(lar)ın öykülerinde duygusal hiçbir zorlamaya başvurmuyor. Öyle ki bir mektubu okurken döktüğü gözyaşı ve sonlardaki bir “öfke” dışında, Elisabeth hep aynı durgun ve hüzünlü ifadeyi koruyor. “Unutulmuş mezarlar”la dolu mezarlık sahnesinde unutulmanın kaçınılmazlığını hatırlatan yapıt bir bakıma, bu doğal sonuca karşı koyan bir öykü anlatıyor bize. Bu kendine has ve kesinlikle orijinal, bir feminist aktivisti hak ettiği şekilde gündeme getiren yapıttaki iki müzik eseri ile ilgili de bilgi verelim merak edenler için. Elisabeth’in istasyonun bekleme odasında teypten dinlediği eser Handel’in 1741 tarihli “Messiah” adlı oratoryosundan “O Thou That Tellest Good Tidings” adlı arya, Elisabeth’in “duş”tan sonraki öfkesinde gittikçe alçalan bir sesle seslendirdiği şarkı ise bir İskoç folk müziğinden “My Bonnie”. Geçmişte olanları ve yaşayanları anlamanın mutlak bir ihtiyaç olup olmadığını sorgulayan ve sorgulatan, belki de bilmenin başka yollarını araştırmamız gerektiğini öne süren ilginç bir film.

(“Blind Spot” – “Le Voyage à Lyon”)

(Visited 5 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir