“Yalan söylediğim için özür dilerim ama sen de yalan söyledin. Herkesin eşit olduğunu, iyi davranılmayı hak ettiğini söylerdin. Meğer sana benzeyen insanları kastediyormuşsun. Dünyayı daha güzel bir yere çevirmemi isterdin ama kastettiğin avukat ya da ekonomist olmam ve Harvardlı biriyle evlenmemmiş”
Toplumsal idealleri olan genç bir kızın, ailesi ile geldiği yaz kampında çekici dans öğretmenine âşık olması ile yaşananların hikâyesi.
Eleanor Bergstein’ın kendi gençliğinden esinlenerek yazdığı senaryodan Emile Ardolino’nun çektiği bir ABD yapımı. Tüm çekiciliğini filme adını da veren “kirli (seksî anlamında) dans”lardan ve başrollerdeki Patrick Swayze ve Jennifer Grey’den alan bir gençlik hikâyesi bu ve kuşkusuz 1980’ler denince de ilk akla gelen Amerikan yapımlarından da biri. Çok da ciddiye alınamayacak hikâyesi, değindiği ama ne amaçla ve nasıl değindiği tartışmalı sınıf meseleleri açısından ilgi çekebilecek bu film, dans sahnelerinin tartışmaya gerek olmayan cazibesi ve Amerikan müzik listelerinde hayli başarılı olan şarkıları ile de hatırlanan ve bunlarla yetinebilecek olanlar için eğlenceli bir çalışma olabilir.
1963 yılında geçen film o dönemden pek çok klasik pop şarkısını karşımıza getirse de asıl olarak, listelere giren ve bugün 80’li yılların klasiklerinden kabul edilen şarkıları (ve bu şarkıların eşlik ettiği dans sahneleri) ile hatırlanıyor: Billboard listesinde 1 numaraya kadar yükselen “(I’ve Had) The Time of My Life” (Bill Medley ve Jennifer Warnes), 3 numara olan “She’s Like the Wind”(Patrick Swayze ve Wendy Fraser), 4 numaraya çıkan “Hungry Eyes” (Eric Carmen) ve 45 numaraya çıkan “Yes” (Merry Clayton). Bu şarkılar filmi güçlü bir şekilde desteklerken, filmin başarısı da şarkıların listelerdeki performansına önemli bir destek sağlamıştı elbette. 60’ların “Be My Baby” (The Ronettes), “Some Kind of Wonderful” (The Drifters), “Will You Love Me Tomorrow” (The Shirelles) ve “Love Man” (Otis Redding) gibi klasiklerinin de aralarında olduğu diğer şarkıları da ekleyince, filmin kulaklar için sağlam bir pop ziyafeti verdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.
İşitsel başarısını görselliği ile de yakalamış “Dirty Dancing”; Jeffrey Jur’un görüntü çalışmasında herhangi bir orijinallik yok ve bir gençlik filminin dinamizmini yakalayan kamera çalışması beklendiği ve olması gerektiği gibi. Görsel başarıyı yaratan elbette dans sahneleri ve bu sahnelerde Swayze, Grey ve Cynthia Rhodes’un çekici performansları. Sinema kariyerinden önce profesyonel bir dansçı olan Swayze’ye diğer iki oyuncu da başarı ile katılıyorlar ve ortaya gerçekten kirli ve seksî görüntüler çıkıyor. Açılış ve kapanışta siyah-beyaz görüntülerle ve dansçıların yüz ve bedenlerine odaklanan yakın plan çekimlerle yakalanan erotizmin zaten edepli olduğunu söyleyebileceğimiz dozu hikâyede epey düşürülüyor ama yine de filmin belli bir cinsel cazibeye ulaşan bir görselliği olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Adını andığımız üç oyuncu dışında, açılış ve kapanışta dans eden tüm diğer oyuncular da danslarını bir cinselliğin dışavurumu olarak sergiliyorlar ve meraklıları için keyifli karelere tanık olmamızı sağlıyorlar. 50 yaşında AIDS yüzünden hayatını kaybeden Emile Ardolino’nun bu ilk sinema filminde, henüz 57 yaşındayken ve kanserden ölen Swayze’nin tüm bu cinsel cazibenin merkezinde olduğunu da ekleyelim son olarak.
Swayze bir söyleşisinde filmin bir klasik olmasını hikâyenin “kendilerini bulmaya çalışan insanlar”ı anlatmasına bağlamış. Gerçekten de öyle ama gelinen nokta ne kadar inandırıcı ya da ne kadar doğru? Jennifer Gray’in canlandırdığı Baby doktor olan babasından etkilenmiş, onun gibi entelektüel olan bir kızdır ve kampa yanında 10 ayakkabı getirdiği halde ayakkabısızlığın trajedisinden yakınan kız kardeşine babası ile birlikte asıl trajedinin “polislerin eylemlerde köpekleri protestocuların üzerine salması, keşişlerin protesto için kendilerini yakması veya madencilerin madende mahsur kalması” olduğunu söylerler. Kamp yerinin çalışanları ile “sınıf farkı”nı yıkarak ilişki kurmaktan çekinmeyen genç kız az gelişmiş ülkelerin ekonomisi üzerine okumak isteyen ve barış gönüllülerine katılma planları yapan duyarlı bir bireydir. Swayze ise onun beyaz ve zengin sınıfından çok farklı bir konumu olan, yılın büyük kısmında zorluklar içinde yaşarken yaz kampında evli ve zengin kadınlarla yakınlaşması sayesinde gün yüzü gören genç bir adamdır. Evet, farklı sınıflardan gelmektedir hikâyenin iki kahramanı ama genç kız babasının iki yüzlü liberalliğinin aksine onları ayıran sınıfın duvarlarını yıkmaya kararlıdır. Bu şekilde özetleyince ilginç bir sınıf hikâyesi gibi görünüyor değil mi? Ne var ki filmin bu konudaki dürüstlüğü bir ticarî Hollywood filminden bekleneceği gibi pek de gerçek değil. Finalde “tüm sınıfları kaynaştıran” dans sahnesinin de gösterdiği gibi ABD bu sınıf farklarını “sevgi ve anlayış” ile yok edecek bir toplumdur. Zaten duyarlı ve sorumlu kızımızın dans öğretmenini ilk gördüğü anda ondan etkilenmesi de aşkın (ya da aslında cinselliğin) bu sınıf farkını ortadan kaldıracağının ilk göstergesi olmuştur ve böylece “Her şey sınıfsaldır”ın yerini “Sınıf aslında yoktur”un aldığı hikâyenin politik duyarlılığı da başlamadan yok olmuştur aslında. Garson olarak kampta çalışan bir tıp öğrencisinin genç kıza Ayn Rand’ın “Fountainhead” adlı romanını (Rand’ın dünya görüşüne uygun olarak, bireyciliğin toplumculuğa üstün olduğunu savunan bir içeriği vardır bu kitabın) vermesi sıradan bir Amerikan seyircisi için bir anlamı olan bir gönderme midir bilmiyorum ama hikâyenin tüm içeriği ile birlikte düşünülünce hayli yüzeysel bir politik söylem olarak duruyor bu sahne. Genç kadının “Neden patrona boyun eğiyorsunuz?” sorusuna genç adamın “Çünkü seneye bu işe yine ihtiyacım var” cevabı vermesi ve bu cevaba kadının tepkisizliği ve patronun da bir parça çıkarcı ve uyanık olsa da sevimli bir adam olarak gösterilmesinin de diğer kanıtları olduğu gibi Eleanor Bergstein’ın senaryosu öne çıkarır göründüğü politik tutumu kendisi özenle boşa düşürüyor aslında.
Hikâye epey boş bir hikâye ama örneğin bir müzikalin “hafifliği” içinde hoş görülebilecek bu durum, müzikalin yerini dansların aldığı bu gençlik filminde soyunulan gerçekçilik havasını dikkate alınca oldukça rahatsız edici. Hiçbir dans tecrübesi olmayan birisinin bir haftada ulaştığı düzeyden bu bir hafta boyunca yaptıklarını ailesinden gizli tutabilmesine ve özellikle son bölümlerinde dozu iyice artan kötü melodramından bir itirafın en olmayacak ortamda yapılmasına hikâyeyi ciddiye almak pek mümkün değil. Finalde kampın sahibinin “dünya değişiyor” temalı konuşmasının hikâye ile hiçbir ilgisinin olmaması ve filmin böyle bir meselesi yokken birdenbire ortaya atılıvermesinin de bir örneği olduğu gibi senaryo çok da oturmuş görünmüyor. Oyunculuklarınsa idare eder düzeyden öteye geçemediği filmde Swayze’nin özellikle başlardaki dans sahnelerindeki başarılı dans performanslarını sergilerken neden abartılı yüz mimiklerine baş vurduğunu anlamak mümkün değil. Buna karşılık tüm dans sahnelerinde Swayze ve Fraser ikilisinin uyumu oldukça başarılı.
Finalde “işçi sınıfı sahneyi ele geçirir” görünümü altında “biz bir kaynaşmış toplumuz” mesajını veren film hikâyesinin boşluğuna ve yanlışlarına, ele aldığı meselelere yüzeysel yaklaşımına rağmen dansları, müzikleri ve 60’lı yıllarda geçmesine rağmen yaratacağı 80’ler nostaljisi ile eğlendiren bir çalışma. Kaldı ki tüm o “kirli dans”ları ile seyircisine dans etmenin güzelliğini hatırlatıyor ki bu hiç de önemsiz değil şüphesiz. Kendisini gereğinden fazla ciddiye alıp girdiği derin sularda kaybolmak yerine, eğlencesi ile yetinmeyi unutan filmin yapamadığını siz yapıp, ona sadece bu şekilde yaklaşıp tadını çıkarabilirsiniz.
(“İlk Dans, İlk Aşk”)