Don’t Look Now – Nicolas Roeg (1973)

“Onu gördüm. Mutlu olduğunu bilmenizi istiyor. Küçük kızınızı gördüm. Kocanızla sizin aranızda oturuyor ve gülüyordu. Evet, ah evet. O sizinle. Sizin yanınızda canım ve gülüyor! Üstünde parlak bir plastik yağmurluk var. Ah, evet, gülüyor ve olabildiğince mutlu”

Küçük kızlarını kaybeden bir İngiliz çiftin, adamın işi için bulundukları Venedik’te iki tuhaf kadınla karşılaşmalarından sonra yaşanan gizemli olayların hikâyesi.

İngiliz yazar Daphne du Maurier’in 1971’de yayımlanan aynı isimli öyküsünden uyarladıkları senaryosunu Allan Scott (gerçek adı ile Allan Shiach) ve Chris Bryant’ın (gerçek adı ile Christopher Bryan Spencer Dobson) yazdığı, yönetmenliğini Nicolas Roeg’in yaptığı bir Birleşik Krallık ve İtalya ortak yapımı. Yedi dalda (Film, Kadın Oyuncu, Erkek Oyuncu, Görüntü Yönetmeni, Yönetmen, Kurgu, Ses) aday olduğu BAFTA ödülünü görüntü dalında kazanan yapıt İngiliz The Guardian gazetesinin 2010’da açıkladığı “Sinemada Tüm Zamanların En İyileri” listesinde korku dalında 3. olmuştu (1. sırada Alfred Hitchcock’un “Psycho” (Sapık), 2. sırada ise Roman Polanski’nin “Rosemary’s Baby” (Rosemary’nin Bebeği) filmleri yer almış). İlk gösterime çıktığında özellikle biçimsel unsurları ile övülen film, o dönemde bir anaakım film için kesinlikle cüretkâr sevişme sahnesi ile gündeme gelmişti daha çok. Giderek bir kült filme dönüşen yapıt görsel çalışması, sanat yönetimi ve farklı kurgusu ile de beğeniliyor bugün ve biçimi kadar üst düzeyde seyretmese de ilginç öyküsü, gizemli içeriği, doğaüstü unsurları ve sürprizi ile, görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Daphne du Maurier romanları ve öyküleri ile sinemacılar ve hatta radyocular için güçlü bir ilham kaynağı olan bir sanatçı. “Rebecca” ve “Jamaica Inn” adlı romanları ile “The Birds” adlı öyküsü Alfred Hitchcock; “Frenchman’s Creek“ romanı Mitchell Leisen; “Hungry Hill” romanı Brian Desmond Hurst; “My Cousin Rachel” romanı önce Henry Koster, sonra Roger Michell; “Don’t Look Now” adlı öyküsü Nicolas Roeg; “The Scapegoat” romanı ise önce Robert Hamer, sonra da Charles Sturridge tarafından beyazperdeye aktarıldı. Yazar tüm bu uyarlamalar içinde sadece “Rebecca” ve “Don’t Look Now” uyarlamalarını beğendiğini söylemiş bir konuşmasında. Tüm bu uyarlamaların ortak bir diğer noktası da kaynak olan roman ve öykülerinin isimlerinin değiştirilmeden kullanılmış olması ki bu da yazarın (ve/veya yayımcısının) doğru isimler seçmiş olduğunu gösteriyor. Ne var ki “Don’t Look Now”un öykünün açılış cümlesinden alınan (senaryoda kullanılmamış bu ifade) adını İngiliz sinemacılar korusa da uyarlamalarında, film diğer ülkelerde çok farklı isimlerle girmiş gösterime. Türkçe karşılıkları ile söylersek; Arjantin ve Meksika’da “Şok Eden Kızıl Venedik”, İspanya’da “Gölgedeki Tehdit”, Brezilya’da “Venedik’te Kan Kışı”, Danimarka’da “Kızıl Şok”, Finlandiya’da “Korku Çemberi”, İsveç’te “Öteki Dünyadan Gelen Ses”, Almanya’da “Gondollar Yasa Büründüğünde”, Yunanistan’da “Gece Yarısından Sonra”, İtalya’da “Venedik’te… Şok Edici Bir Kızıl Aralık”, Japonya’da “Kızıl Gölge”, Norveç’te “Ölüden Gelen Uyarı”, Portekiz’de “Venedik’teki O Kış”, Tayvan’da “Venedeki’teki Çılgın Ruh” isimleri ile gösterilmiş Roeg’in yapıtı. Fransa, Romanya ve Sovyetler Birliği’nin de aralarında olduğu az sayıda ülkede orijinal isme sadık kalınırken, pek çok yerde daha doğrudan bir isimle öykünün korku türüne veya geçtiği popüler Venedik şehrine, bazen ikisine birden göndermede bulunulmasının tercih edilmesi, en azından pazarlama açısından anlaşılır bir tercih. Roeg’in filmde biçimi -bazen fazlası ile- içeriğin önüne geçirme seçimi ile de uyumlu aslında tüm bu farklı isimler. Ülkemizde, çekilmesinden 5 yıl sonra, 1978’de gösterime girdiğinde seçilen “Karanlığın Gölgesi” (ayrıca “Büyü” ismi de kullanılmış bazı tanıtımlarda ve bugün sadece bu ismi kullanan kaynaklar da var) veya 1980’lerin korsan videokaset döneminde kullanılan -hayli anlamsız- “Büyülü Gözler” isimleri de yine aynı doğrudanlığın uzantısı kuşkusuz.

İki küçük çocukları olan John ve Laura Baxter çiftinin (Donald Sutherland ve Julie Christie) trajedisini anlatan bir sahne ile açılıyor film. Öyküdeki en önemli obje olan kırmızı yağmurluk ile de ilk kez karşılaştığımız bu sahneden sonra çifti Venedik’te görüyoruz. John bir kilisenin restorasyonunda çalışmaktadır ve eşi ile yemek yedikleri bir restoranda, biri kör olan iki kız kardeşle (Hilary Mason ve Clelia Matania) ilk kez karşılaşırlar. Kör olan, Laura’ya hayatta olmayan küçük kızını “gördüğünü” söyler; kaybın travması içindeki kadın çok etkilenir bu söylemden ama kocası saçma bulur duyduğunu. Nicolas Roeg’in oldukça stilize bir dil ile anlatacağı öykü hızla gelişecek ve “Venedik’te bulunduğu sürece hayatının tehlikede olduğu” söylenen John şehrin karanlık ve dar sokaklarında, aralarında yüzünü göremediği kırmızı yağmurluklu bir “çocuk”la sürekli olarak karşılaşmanın da dahil olduğu tuhaf ve tehlikeli olaylarla karşı karşıya kalacaktır.

Evet, biçimcilik. Film gösterime girdiğinde Birleşik Krallık’ta eleştirmenlerin hayli ilgisini toplarken, Atillâ Dorsay 1978’de yayımlanan yazısında filmi beğenmeyen Fransız eleştirmenlere katıldığını söylemiş hayli olumsuz ifadelerle: “Roeg, anlatacak önemli bir şeyi… olmayan bir sinema cambazıdır, bir biçimcidir… ve bu biçim tutkusunun altından gözüken, boşluktan başka bir şey değildir… önemli bir film değil… yorucu bir biçim denemesi, seyredilmese de olur…”. Aynı Dorsay 2004’teki yazısında ise iki başrol oyuncusunun (2024 Haziran’da hayatını kaybeden Donald Sutherland ve Julie Christie), orijinal eleştirisinde hiç anmadığı performansları için “unutulmaz” ifadesini kullanırken, yapıtı Roeg’in “ünlü kült filmi” olarak tanımlamış! Gerçekten de açılış sahnesinden başlayarak, biçimi en önemli araç olarak kullanma tercihi sürekli olarak gösteriyor kendisini. Yerdeki bir su birikintisi üzerine hızla düşen yağmur damlaları, filmin 1970’lerde çekildiğini unutmamamızı sağlayan zum hareketleri, arkasında parlayan güneşi adeta gizlemeye çalışan süslü bir pencere ve elbette kırmızı yağmurluğu ile küçük kız… Sinema kariyerine Victor Saville’in 1951 tarihli “Calling Bulldog Drummond” filminde yardımcı kameraman olarak başlayan ve görüntü yönetmenliğinden yönetmenliğe geçen Roeg, kameranın varlığını hemen hep hissettiren bir sinemacı oldu. İşte başlangıç sahnesi de, daha sonra öykünün geri kalanında da göreceğimiz gibi, onun sinema dilindeki biçimselliğin iyi bir özeti. Dorsay’ın biçimin içeriğinin önüne geçtiği saptaması doğru ama bunun içeriği tamamen yok ettiği fazla ileri giden bir söylem kesinlikle. Sonuçta varlığını hep hatırlatsa da, bu stilize dil “yetersiz” bir içeriği süslemek için kullanılmıyor; evet, biraz daha güçlü olması gerekir görünen bir içerik bu ama Roeg’in oyunbaz tekniği kesinlikle ilgiye daha da değer kılıyor onu.

Roeg “bir şeyler olacak” duygusunu hiç çekinmeden hep diri tutuyor; bu tercih belki bir yandan yoruyor seyirciyi ama öte yandan da ne olacak ve/veya nasıl olacak beklentisinin yoğunluğu bugün bu yapıtın kült olmasının belki de en önemli nedenlerinden birine dönüşüyor. Üstelik içeriğin yetersizliği eleştirisini boşa düşüren ve asıl sürprizin “kırmızı yağmurluklu çocuğun” gizemi kadar, John’un onunla karşılaştığında yaşayacağı ve anlayacağı şeyler olduğunu ve bunun öykü boyunca onunla ilgili olarak hissettirilen bir durumun kanıtı olduğunu gösteren final bu beklentilerle hoş bir şekilde oynuyor da. Başarılı ses çalışmasının da önemli bir katkı sağladığı “altıncı his” sahnelerini önyargılı bir izleyici boş bir biçimsellik denemesi olarak görebilir uzun bir süre ama bunun altı da ikna edici bir şekilde dolduruluyor önemli bir boyutta.

Belki yeşili de katabiliriz bir ölçüde ama bu filmin rengi kesinlikle kırmızı kuşkusuz. Başta çocuğun yağmurluğu olmak üzere, farklı objelerin (kilisenin kapısındaki büyük örtü, Laura’nın çizmeleri ve çantası, plastik top, üzerine sıvı dökülen bir dianın “kanaması” vs.) rengi olarak hep karşımıza çıkıyor kırmızı. Burada önemli bir not olarak, kırmızı yağmurluğun ve bunun uzantısı olarak da kırmızının Roeg’in fikri olduğunu ve Daphne du Maurier’in öyküsünde ya da senaryoda yer almadığını da söyleyelim. Benzer bir şekilde su ve aynalar da (daha doğrusu objeleri yansıtan yüzeyler) filmin görsel gücünü artıran bir unsur olarak değerlendirilmiş. Açılıştaki yağmur ve su birikintisi görüntüsünden Venedik’in kanallarına ve diayı “kanatan” sıvıya; aynada çoğalan görüntülerden su birkintilerindeki yansımalara, Roeg biçimciliğini sonuna kadar göstermekten hiç geri durmuyor. Bu stilizasyon tercihlerine ek bir güç katan ve İtalyan Giovanni Soccol’un imzasını taşıyan sanat yönetimi çalışmasını da anmak gerekiyor bu bağlamda.

Film gösterime girdiğinde, en büyük ilgiyi döneminde bir anaakım filminde tanık olunmadığı kadar “cüretkâr” olan sevişme sahnesi çekmiş. Roeg’in bu sahnenin Birleşik Krallık sansür kurulundaki değerlendirmesini olumluya çevirebilmek için başvurduğu kurgu yöntemi de ilginç; “oyuncular üzerindeki stresi azaltmak” için Roeg’in ilk çekim gününde tamamladığı bu sahneyi, çiftin daha sonra gidecekleri bir akşam yemeğine hazırlanmalarının görüntüleri ile iç içe izliyoruz bu kurgu çalışmasında. Akıllı düşünülmüş bir oyun bu ve cinselliğin cüretkârlığını törpülüyor bir bakıma. Çiftin hayli şehvetli sevişmelerinin, Laura’nın medyum kadından öğrendiklerinden sonra içine dolan huzurdan ardından gerçekleşmesi önemli ve öyküyü / karakterlerin ruh hallerini anlatma aracı oluyor ama yine de bu sahnenin gerekliliği konusunda bizi tamamen ikna edemiyor Roeg.

Kanallar şehri olan Venedik İtalya’nın en popüler turizm noktalarından biri; öyle ki aşırı turizmin neden olduğu yıpranmanın giderilmesi için yapılacak çalışmalarda kullanmak üzere 2024’ten itibaren bir ayakbastı ücreti alınmaya başlandı turistlerden. Şehrin ilginç yapısı doğal olarak sinemacıların da ilgisini çekti ve romantizmden korkuya birbirinden farklı türdeki öyküler için mekân olarak kullandılar şehri. Saygın sinema kurumu BFI’ın (Britanya Film Enstitüsü) 2023 tarihli açıklamasında Venedik’te geçen en iyi filmlerden 10’u seçilirken müzikal komediden (Mark Sandrich’in 1935 tarihli filmi “Top Hat”) romantizme (David Lean’in 1951 tarihli yapıtı “Summertime”) dramdan (Luchino Visconti’nin 1971 yapımı çalışması “Morte a Venezia”) maceraya (Martin Campbell’ın 2006 tarihli James Bond filmi “Casino Royale”) farklı türdeki yapımlara yer verilmişti örneğin. Bu 10 filmden biri de Roeg’in “Don’t Look Now” filmi olmuştu ve şehri mekân edinen korku/gerilim hikâyelerinin en iyilerinden olduğu belirtilmişti. Roeg’in yapıtının bir başarısı da Venedik’i tüm o turistik atmosferinden tamamen sıyırarak, bir gerilim öyküsünün ideal bir mekânına çevirebilmiş olması. Gondollar, kanallar, köprüler, dar sokaklar ve hatta güvercinler tedirginlik yaratan unsurlara dönüşüyor hikâyede ve özellikle gece sahnelerinde mükemmel bir korku öyküsü yaratmanın araçları oluyorlar. Hayali Europa Oteli olarak Gabrielli Oteli’nin, John’un restorasyonunda çalıştığı kilise içinse San Nicolò dei Mendicoli Kilisesi’nin kullanıldığı film Venedik’i tam bir tekinsiz şehre dönüştürüyor dikkat çeken bir ustalıkla. Bu tekinsiz havayı başka araçlarla da desteklemiş Roeg; örneğin İtalyanca konuşmalar için hiç altyazı kullanılmamış ve böylelikle yabancı bir mekânda olmanın tedirginliği seyirciye de geçirilmiş. John’un başvurduğu komiser rolünde hemen hemen hiç İngilizce bilmeyen bir İtalyan oyuncunun (Renato Scarpa) kullanılması da aynı amaca yönelik; oyuncu İngilizce konuşmuş ama anlamını bilmediği replikleri ezberlemiş sadece ve böylece ortaya yine yabancılaştıran bir öğe çıkmış.

Biçimsel özellikleri günümüz sinema seyircisi için bir parça fazla ve ham ama 1970’lerin benzer türdeki filmlerine aşina seyirciler için tanıdık gelecektir yapıtın kurguda da kendisini gösteren bu yanı. Bir sahneyi kapatan çığlığın bir sonraki sahneyi açan matkap sesine bağlanması gibi oyunlar örneğin, zamanında Fransız eleştirmenlerin sert bir biçimde eleştirdiği biçimcilik ısrarının örneklerinden biri olarak, bolca yer alıyor filmde. Sonradan ünlü bir film müzikçisi olan ve örneğin Brian de Palma’nın yedi filminde onunla çalışan şarkıcı ve besteci Pino Donaggio’nun dokunaklı çalışmasının da dikkat çektiği yapıt sinema tarihinin kült final sahnelerinden birine (Alfred Hitchcock’un “Psycho” (Sapık) filminin sürprizli finali ile karşılaştırıyor kimi eleştirmenler bu sahneyi) sahip olması ile de önemli olan ve tekrarlanan motiflerle (kırılan cam, düşme tehlikesi vs.) dikkat çeken önemli bir sinema yapıtı. Sıkı sinemaseverler için ilginç bir notu da ekleyerek, Graeme Clifford’un kurgusunun ilginç bir kurgu çalışmasına imza attığı filmi görülmesi gerekli yapıtlar arasına yerleştirelim: Bu filmden sadece bir yıl önce İtalyan yönetmen Aldo Lado, Francesco Barilli ve Massimi D’Avak’ın orijinal senaryolarından yola çıkarak çektiği, İtalya ve Almanya ortak yapımı “Chi l’ha Vista Morire?” adlı filmde küçük kızlarını kaybeden bir çiftin birkaç yıl sonra Venedik’te katili bulma çabalarını anlatmıştı ilginç bir tesadüf örneği olarak.

(“Karanlığın Gölgesi”)

(Visited 5 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir