“Bu insanların unutulması gerekiyor, yaşananlar hiç konuşulmamalı”
1962’de Rusya’nın Novoçerkassk şehrinde gıda kıtlığı, yüksek fiyatlar ve ücretlerin düşürülmesine karşı grev yapan işçilerin katledilmesinin Komünist Parti’nin sadık bir üyesi olan bir kadını inançlarını sorgulamaya sürüklemesinin hikâyesi.
Senaryosunu Andrei Konchalovsky ve Elena Kiseleva’nın yazdığı, Konchalovsky’nin yönetmenliğini yaptığı bir Rus filmi. Sovyetler Birliği tarihindeki ender ve uzun süre gizli tutulmuş bir halk eylemini ve sonrasında yaşananları inançlı bir parti üyesinin kişisel hikâyesi üzerinden anlatan ve Venedik’te Jüri Özel Ödülü kazanan film kişisel olanın Hollywoodvari bir içerikle öne çıktığı bölümler bir kenara bırakılırsa, güçlü bir yapıt olmayı başarıyor. Siyah-beyaz eser yalın görüntü çalışması ile dikkat çekerken, bir insanın tüm hayatını üzerine kurduğu inançlarını kendisinin sorgulamaya başlamasının yıkıcı gücünü etkileyici biçimde ele alması, her ülkenin / rejimin gerçeği olan “derin devlet”in (burada KGB) varlığını açıkça ortaya koyması ve iyi anlatılmış bir hesaplaşma hikâyesi olması ile ilgiyi hak ediyor.
Novoçerkassk Katliamı’nın hikâyesi daha önce sinemada değil ama televizyonda bir dizide ele alınmış Rusya’da. Konstantin Khudyakov’un yönettiği 2012 tarihli ve “Odnazhdy v Rostove“ adlı bu dizi film de tıpkı Konchalovsky’nin filmi gibi öyküyü bir karakterin inançlarını ve rejimi sorgulaması üzerinden anlatmış. Her iki yapıtın da benzer tercihlerde bulunması aslında hayli anlaşılabilir bir nedene dayanıyor; Konchalovsky’nin yapıtında belirtildiği gibi, Sovyet Anayasası’na göre ordunun halka karşı silah kullanması yasak ama 1962 yılının Haziran ayında gerçekleşen katliamda resmî açıklamaya göre ve sonradan tutuklanıp idam edilen 7 kişi hariç, toplam 26 kişi öldürülmüş. 1990’larda ortaya çıkan resmî belgeler de ateş edenlerin askerler değil, paramiliter gruplar olduğunu ve katliamın Sovyet lideri Kruşçev’in bilgisi / onayı ile gerçekleştirildiğini ortaya koymuş söylenenlere göre. Bölgenin en kıdemli subayı olan General Shaposhnikov ateş emri vermeyi ret ettiği için, daha sonra rütbesi sökülmüş, istihbarat örgütünün polisleri tarafından tutuklanmış ve 1967’de de Komünist Parti’den atılmış. Tüm bu olayların sebebi ise, gıda sıkıntısı yaşananan ve gıda ürünlerinin fiyatlarının da sürekli yükseldiği Novoçerkassk şehrinde lokomotif fabrikası işçilerinin, tüm bunların üzerine bir de ücretlerinde kesinti yapılması üzerine greve gitmeleri. Stalin döneminde gıda ürünlerinin fiyatlarının düşürülmesinden sonra, onun yerini alan ve kimilerinin “çakma Lenin” adını taktığı Kruşçev döneminin uygulamalarının sonucu oluşan ve merkezdeki ve yereldeki parti komitelerinin vahametinin farkında olmadığı durum bir katliamla sonuçlanıyor ve Sovyet tarihinin en karanlık olaylarından birine dönüşüyor.
Film 1 Haziran 1962’de güneşli bir sabah vakti başlıyor. İlk görüntüler huzurlu bir mahallenin havasını taşıyor, sonra bir yataktaki kadın ve erkeği görüyoruz. Lyuda (Yuliva Vysotskaya), sonradan evli olduğunu öğreneceğimiz bir erkekle geçirdiği geceden sonra telaşla kalkıyor yataktan ve “istihkakını almak” için markete koşturuyor. Fiyatların sürekli yükselmesinden şikâyet ettiğinde adam kendisine “Karne hakkın var, o yüzden sorgulamaman gerekir” cevabını veriyor. Lyuda Komünist Parti’nin “İş Kolu Temsilcisi”dir ve konumunun sağladığı imkânlara sahiptir gıdaya erişim açısından. İnançlı bir Stalin hayranıdır kadın ve Kruşçev’e eleştirel yaklaşmaktadır ama kendisine sorulan “Yukarılarda neler diyorlar? Açlıktan ölecek miyiz?” sorusuna, “Sen Sovyet kadını değil misin? Sovyet açlıktan ölür mü?” şeklinde sert bir cevap da veriyor bir komünist yönetici olarak. Şehir halkı gibi durumdan şikâyetçi olan kızı ve Sovyet rejiminin Lenin zamanından beri işlediği suçlardan dem vurup duran ve hayli bezgin görünen babası ile birlikte yaşayan Lyuda iş bırakma eyleminin arkasından hızla gelişen olaylar ve tanığı olduğu katliamın arkasından, ortalıkta görünmeyen ve bir türlü haber alamadığı kızının derdine düşecek ve bir yandan da yaşananları kendi inançları ile birlikte sorgulamaya girişecektir. Bölgeye gelen bir KGB yetkilisi üzerinden film -hikâyeye zarar veren ve gereksiz- boyutlar da kazanarak ilerleyecektir bundan sonra.
Andrei Konchalovsky hikâyesini yalın bir dil ile anlatıyor ve ülkesinin tarihindeki önemli ve üstelik uzun süre üzeri örtülen bir travmayı bir belgeselciden beklenecek bir tavırla ele alıyor. Katliama doğru ilerleyen saatler, gittikçe artan gerilim, katliam sonrasında olayın üzerini örtme oyunları vs. seyircinin ilgisini hep canlı tutacak şekilde ve olgun bir yönetmenlik çalışması ile getiriliyor karşımıza. Senaryonun ve filmin aksadığı nokta Lyuda’nın kişisel hikâyesinin kullanılış şekli; kadının komünist parti yöneticiliği ve kızının akıbeti ile ilgili endişeleri hikâyeye korku, sorgulamalar ve gerçeğin farkına varmak gibi boyutlar katması ile önemli ve öyküyü güçlü kılıyor. Ne var ki KGB elemanının hikâyeye katılması ile film gereksiz yerlere kaymaya başlıyor ve hayli zorlama görünen bir “askerler tarafından durdurulma” sahnesi ve duygusal açıdan kesinlikle etkileyici mezarlık bölümünün çekilebilmesi için eklenmiş görünen bu karakter öyküyü ticarî bir bakışa taşıyor. Baba karakteri üzerinden, Lenin’den başlayarak tüm Sovyet tarihinin toptancı bir bakışla eleştirilmesi de açıkçası filmin lehine olmamış. Kadının, kızının bir diktatör olarak tanımladığı Stalin’e kör inancının (“Stalin olsaydı, zaten komünizm olurdu… Bu nasıl olur? Stalin adına her gün mücadele ediyorduk. O zaman her şey anlamlıydı”) karşısına bir denge unsuru olarak eklenmiş olabilir bu bakış ama yine de fazlası ile mesaj kaygılı görünüyor. Senaryonun gereksiz yaklaşımlarından bahsederken, Lyuda’nın arayışını “teşvik eder” görünen anne köpek ve yavruları sahnesi ve “Tanrı’ya sığınma” anlarını da atlamamak gerek. Evet, filme geniş kitlelelerin hoşuna gidecek bir duygusallık katıyor bu sahneler ama onu bir parça yüzeysel de kılıyor.
Katliamın izlerini yok etme sahneleri ve yerel parti komitesinin şaşkınlık ve panik dolu toplantıları başta olmak üzere etkileyici ve düşündürücü anları olan film “Her şey güzel olacak” ifadesi ile biterken, Konchalovksy’nin gelecekteki hangi dönemi işaret ettiğini bilmiyorum ama ne olursa olsun öyküye gerekli görünen bir umut havası veriyor bu kapanış. Sonuçta inançlarında yanıldığını hissetmek büyük bir travma ve yeniden ayağa kalkabilmek için bu umuda gereksinim var. Sovyetler Birliği’nin dağılıp gittiği ve Rusya’nın bugün Putin tarafından “demokratik görünümlü bir baskıcı rejim” ile yönetildiğini düşününce, bu tür iyimser vaatlere ihtiyaç açık çünkü. Bu arada finalin, içeriği ve kamera açıları ile Sovyet filmlerindeki kahramanlık / idealizm havasını hatırlattığını ve bunun bir yandan da doğru seçilmiş bir alaycılığın göstergesi olduğunu da belirtelim. Ne var ki şunu da atlamamalı: Konchalovsky’nin Putin rejimi ile arası “kötü değil” ve devlet televizyonu da önemli bir destek sağlamış filme.
Film çoğunluğun kabul ettiği şekilde, yaşananların tüm suçunu KGB’ye atsa da, bazı tarihçiler ordunun da olaylara dahil olduğunu kabul ediyor. Hikâyede her ne kadar Lyuda’nın -değiştiğini görmediğimiz- düşünceleri üzerinden anlatılsa da, Stalin’in eleştiriden muaf görünmesi ilginç bir durum; Konchalovsky bir röportajında “asıl trajedi 1962’de hâlâ Stalin’e inananlar olması” dese de filme pek yansımamış bu. Sonuçta hikâye Kruşçev döneminde geçiyor ve kendisini sorgulayan kişi zaten onu sürekli olarak eleştiren bir Stalinci. Kaldı ki bugün Rusya’nın en zengin oligarklarından biri olan ve filmin yapımcılığını üstlenen Putin yanlısı Alisher Usmanov’un da Stalinci görüşleri olan bir bürokratlık geçmişi var.
Sesin ve sessizliğin (örneğin katliam sırasında kuafördeki sahne) hayli çekici bir biçimde kullanıldığı filmde Andrey Naydenov’un görüntü çalışmasını da anmak gerek; siyah-beyazın keskin kontrastlarını ustaca kullanıyor film ve ışıktan da çekici bir şekilde yararlanıyor. Örneğin büyükbabanın yıllardır bir sandıkta sakladığı ikonanın yanındaki görüntüsünde, onu tüm yılgınlığı ve yaşlı yüzü ile adeta acı çeken bir aziz havasında sergiliyor kamera. Özetlemek gerekirse, kişisel olan öne çıktıkça yolundan sapsa da bu film, olgun ve sade sinema dili ve üzeri örtülmüş bir trajediyi gündeme getirmesi ile önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma.
(“Dear Comrades!” – “Sevgili Yoldaşlar”)