Dorogie Tovarishchi – Andrei Konchalovsky (2020)

“Bu insanların unutulması gerekiyor, yaşananlar hiç konuşulmamalı”

1962’de Rusya’nın Novoçerkassk şehrinde gıda kıtlığı, yüksek fiyatlar ve ücretlerin düşürülmesine karşı grev yapan işçilerin katledilmesinin Komünist Parti’nin sadık bir üyesi olan bir kadını inançlarını sorgulamaya sürüklemesinin hikâyesi.

Senaryosunu Andrei Konchalovsky ve Elena Kiseleva’nın yazdığı, Konchalovsky’nin yönetmenliğini yaptığı bir Rus filmi. Sovyetler Birliği tarihindeki ender ve uzun süre gizli tutulmuş bir halk eylemini ve sonrasında yaşananları inançlı bir parti üyesinin kişisel hikâyesi üzerinden anlatan ve Venedik’te Jüri Özel Ödülü kazanan film kişisel olanın Hollywoodvari bir içerikle öne çıktığı bölümler bir kenara bırakılırsa, güçlü bir yapıt olmayı başarıyor. Siyah-beyaz eser yalın görüntü çalışması ile dikkat çekerken, bir insanın tüm hayatını üzerine kurduğu inançlarını kendisinin sorgulamaya başlamasının yıkıcı gücünü etkileyici biçimde ele alması, her ülkenin / rejimin gerçeği olan “derin devlet”in (burada KGB) varlığını açıkça ortaya koyması ve iyi anlatılmış bir hesaplaşma hikâyesi olması ile ilgiyi hak ediyor.

Novoçerkassk Katliamı’nın hikâyesi daha önce sinemada değil ama televizyonda bir dizide ele alınmış Rusya’da. Konstantin Khudyakov’un yönettiği 2012 tarihli ve “Odnazhdy v Rostove“ adlı bu dizi film de tıpkı Konchalovsky’nin filmi gibi öyküyü bir karakterin inançlarını ve rejimi sorgulaması üzerinden anlatmış. Her iki yapıtın da benzer tercihlerde bulunması aslında hayli anlaşılabilir bir nedene dayanıyor; Konchalovsky’nin yapıtında belirtildiği gibi, Sovyet Anayasası’na göre ordunun halka karşı silah kullanması yasak ama 1962 yılının Haziran ayında gerçekleşen katliamda resmî açıklamaya göre ve sonradan tutuklanıp idam edilen 7 kişi hariç, toplam 26 kişi öldürülmüş. 1990’larda ortaya çıkan resmî belgeler de ateş edenlerin askerler değil, paramiliter gruplar olduğunu ve katliamın Sovyet lideri Kruşçev’in bilgisi / onayı ile gerçekleştirildiğini ortaya koymuş söylenenlere göre. Bölgenin en kıdemli subayı olan General Shaposhnikov ateş emri vermeyi ret ettiği için, daha sonra rütbesi sökülmüş, istihbarat örgütünün polisleri tarafından tutuklanmış ve 1967’de de Komünist Parti’den atılmış. Tüm bu olayların sebebi ise, gıda sıkıntısı yaşananan ve gıda ürünlerinin fiyatlarının da sürekli yükseldiği Novoçerkassk şehrinde lokomotif fabrikası işçilerinin, tüm bunların üzerine bir de ücretlerinde kesinti yapılması üzerine greve gitmeleri. Stalin döneminde gıda ürünlerinin fiyatlarının düşürülmesinden sonra, onun yerini alan ve kimilerinin “çakma Lenin” adını taktığı Kruşçev döneminin uygulamalarının sonucu oluşan ve merkezdeki ve yereldeki parti komitelerinin vahametinin farkında olmadığı durum bir katliamla sonuçlanıyor ve Sovyet tarihinin en karanlık olaylarından birine dönüşüyor.

Film 1 Haziran 1962’de güneşli bir sabah vakti başlıyor. İlk görüntüler huzurlu bir mahallenin havasını taşıyor, sonra bir yataktaki kadın ve erkeği görüyoruz. Lyuda (Yuliva Vysotskaya), sonradan evli olduğunu öğreneceğimiz bir erkekle geçirdiği geceden sonra telaşla kalkıyor yataktan ve “istihkakını almak” için markete koşturuyor. Fiyatların sürekli yükselmesinden şikâyet ettiğinde adam kendisine “Karne hakkın var, o yüzden sorgulamaman gerekir” cevabını veriyor. Lyuda Komünist Parti’nin “İş Kolu Temsilcisi”dir ve konumunun sağladığı imkânlara sahiptir gıdaya erişim açısından. İnançlı bir Stalin hayranıdır kadın ve Kruşçev’e eleştirel yaklaşmaktadır ama kendisine sorulan “Yukarılarda neler diyorlar? Açlıktan ölecek miyiz?” sorusuna, “Sen Sovyet kadını değil misin? Sovyet açlıktan ölür mü?” şeklinde sert bir cevap da veriyor bir komünist yönetici olarak. Şehir halkı gibi durumdan şikâyetçi olan kızı ve Sovyet rejiminin Lenin zamanından beri işlediği suçlardan dem vurup duran ve hayli bezgin görünen babası ile birlikte yaşayan Lyuda iş bırakma eyleminin arkasından hızla gelişen olaylar ve tanığı olduğu katliamın arkasından, ortalıkta görünmeyen ve bir türlü haber alamadığı kızının derdine düşecek ve bir yandan da yaşananları kendi inançları ile birlikte sorgulamaya girişecektir. Bölgeye gelen bir KGB yetkilisi üzerinden film -hikâyeye zarar veren ve gereksiz- boyutlar da kazanarak ilerleyecektir bundan sonra.

Andrei Konchalovsky hikâyesini yalın bir dil ile anlatıyor ve ülkesinin tarihindeki önemli ve üstelik uzun süre üzeri örtülen bir travmayı bir belgeselciden beklenecek bir tavırla ele alıyor. Katliama doğru ilerleyen saatler, gittikçe artan gerilim, katliam sonrasında olayın üzerini örtme oyunları vs. seyircinin ilgisini hep canlı tutacak şekilde ve olgun bir yönetmenlik çalışması ile getiriliyor karşımıza. Senaryonun ve filmin aksadığı nokta Lyuda’nın kişisel hikâyesinin kullanılış şekli; kadının komünist parti yöneticiliği ve kızının akıbeti ile ilgili endişeleri hikâyeye korku, sorgulamalar ve gerçeğin farkına varmak gibi boyutlar katması ile önemli ve öyküyü güçlü kılıyor. Ne var ki KGB elemanının hikâyeye katılması ile film gereksiz yerlere kaymaya başlıyor ve hayli zorlama görünen bir “askerler tarafından durdurulma” sahnesi ve duygusal açıdan kesinlikle etkileyici mezarlık bölümünün çekilebilmesi için eklenmiş görünen bu karakter öyküyü ticarî bir bakışa taşıyor. Baba karakteri üzerinden, Lenin’den başlayarak tüm Sovyet tarihinin toptancı bir bakışla eleştirilmesi de açıkçası filmin lehine olmamış. Kadının, kızının bir diktatör olarak tanımladığı Stalin’e kör inancının (“Stalin olsaydı, zaten komünizm olurdu… Bu nasıl olur? Stalin adına her gün mücadele ediyorduk. O zaman her şey anlamlıydı”) karşısına bir denge unsuru olarak eklenmiş olabilir bu bakış ama yine de fazlası ile mesaj kaygılı görünüyor. Senaryonun gereksiz yaklaşımlarından bahsederken, Lyuda’nın arayışını “teşvik eder” görünen anne köpek ve yavruları sahnesi ve “Tanrı’ya sığınma” anlarını da atlamamak gerek. Evet, filme geniş kitlelelerin hoşuna gidecek bir duygusallık katıyor bu sahneler ama onu bir parça yüzeysel de kılıyor.

Katliamın izlerini yok etme sahneleri ve yerel parti komitesinin şaşkınlık ve panik dolu toplantıları başta olmak üzere etkileyici ve düşündürücü anları olan film “Her şey güzel olacak” ifadesi ile biterken, Konchalovksy’nin gelecekteki hangi dönemi işaret ettiğini bilmiyorum ama ne olursa olsun öyküye gerekli görünen bir umut havası veriyor bu kapanış. Sonuçta inançlarında yanıldığını hissetmek büyük bir travma ve yeniden ayağa kalkabilmek için bu umuda gereksinim var. Sovyetler Birliği’nin dağılıp gittiği ve Rusya’nın bugün Putin tarafından “demokratik görünümlü bir baskıcı rejim” ile yönetildiğini düşününce, bu tür iyimser vaatlere ihtiyaç açık çünkü. Bu arada finalin, içeriği ve kamera açıları ile Sovyet filmlerindeki kahramanlık / idealizm havasını hatırlattığını ve bunun bir yandan da doğru seçilmiş bir alaycılığın göstergesi olduğunu da belirtelim. Ne var ki şunu da atlamamalı: Konchalovsky’nin Putin rejimi ile arası “kötü değil” ve devlet televizyonu da önemli bir destek sağlamış filme.

Film çoğunluğun kabul ettiği şekilde, yaşananların tüm suçunu KGB’ye atsa da, bazı tarihçiler ordunun da olaylara dahil olduğunu kabul ediyor. Hikâyede her ne kadar Lyuda’nın -değiştiğini görmediğimiz- düşünceleri üzerinden anlatılsa da, Stalin’in eleştiriden muaf görünmesi ilginç bir durum; Konchalovsky bir röportajında “asıl trajedi 1962’de hâlâ Stalin’e inananlar olması” dese de filme pek yansımamış bu. Sonuçta hikâye Kruşçev döneminde geçiyor ve kendisini sorgulayan kişi zaten onu sürekli olarak eleştiren bir Stalinci. Kaldı ki bugün Rusya’nın en zengin oligarklarından biri olan ve filmin yapımcılığını üstlenen Putin yanlısı Alisher Usmanov’un da Stalinci görüşleri olan bir bürokratlık geçmişi var.

Sesin ve sessizliğin (örneğin katliam sırasında kuafördeki sahne) hayli çekici bir biçimde kullanıldığı filmde Andrey Naydenov’un görüntü çalışmasını da anmak gerek; siyah-beyazın keskin kontrastlarını ustaca kullanıyor film ve ışıktan da çekici bir şekilde yararlanıyor. Örneğin büyükbabanın yıllardır bir sandıkta sakladığı ikonanın yanındaki görüntüsünde, onu tüm yılgınlığı ve yaşlı yüzü ile adeta acı çeken bir aziz havasında sergiliyor kamera. Özetlemek gerekirse, kişisel olan öne çıktıkça yolundan sapsa da bu film, olgun ve sade sinema dili ve üzeri örtülmüş bir trajediyi gündeme getirmesi ile önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Dear Comrades!” – “Sevgili Yoldaşlar”)

Belye Nochi Pochtalyona Alekseya Tryapitsyn – Andrei Konchalovsky (2014)

“Biz öldükten sonra postacıya da gerek kalmayacak”

Rusya’nın kuzeybatısındaki Plesetsky bölgesinde, muhteşem bir tatlı su gölü olan Kenozero etrafında kurulu olan bir köyde yaşayan halkın ve onların dünya ile ana iletişim kaynağı olan postacının hikâyesi.

Senaryosunu Andrei Konchalovsky ve Elena Kiseleva’nın yazdığı, yönetmenliğini de yapan Konchalovsky’ye Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü getiren bir Rusya yapımı. Belgesel ve kurgu karışımı olarak nitelendirilebilecek filmde rol alan tüm oyuncuları bölge halkından seçmiş Konchalovsky ve başta görsel başarısının da katkısı ile çok etkileyici bir sonuç elde etmiş. Kendilerini oynadığını söyleyebileceğimiz kadrodaki tüm oyuncuların ve özellikle de postacı rolündeki Aleksey Tryapitsyn’in çarpıcı doğallıkları ile yönetmen kurgu ile belgesel arasındaki duvarı yıkıyor bir bakıma ve hızla değişen dünyada değişmemenin ve köklerine bağlı kalmanın hikâyesini anlatıyor. Görüntü yönetmeni Aleksandr Simonov ile birlikte Konchalovsky’nin yakaladığı görüntülerin güzelliği ise olağanüstü kelimesini hak edecek bir düzeyde ve insanın doğa ile barışık, onun bir parçası olarak yaşadığında ortaya çıkacak resmin göz yaşartacak muhteşemliğini ortaya koyuyor.

Film postacı Aleksey Tryapitsyn’in hayli renkli bir masa örtüsü üzerindeki fotoğrafları gösteren elleri ile başlıyor ve oyuncu her bir fotoğrafın hikâyesini anlatıyor. Sonra sabahın erken saatleri nedeni ile daha da sessiz olan, adeta mutlak bir sessizliğe boğulan gölü görüyoruz. Ardından ise film önce postacıyı, sonra da diğer köylüleri yıllarca hiç değişmemiş görünen sabah rutinleri içinde gösteriyor; yataktan kalkmak, giyinmek, çay yapmak için su kaynatmak… Bu sabah hazırlığından sonra postacı her günkü asıl rutinine başlıyor ve motorlu kayığı ile birlikte gölün karşı kıyısındaki kasabanın postanesine giderek köylülerin mektuplarını, gazetelerini ve emekli maaşlarını alıyor, markete uğruyor ve sonra da köyü dolaşarak tek tek dağıtıyor bu postaları. En küçüğünden en büyüğüne köydeki herkesi tanıyor postacı Lyokha ve her biri ile selamlaşıyor, sohbet ediyor. Gazetelere ve hemen her zaman açık olan televizyonlara rağmen zamandan bağımsız görünen bir yaşamın sürdüğü bir köy burası ve Lyokha’nın her sabah uyandığında yatağından kalkmadan önce birkaç saniye boyunca, yatağının kenarında duran terliklerine bakması gibi her gün aynı şeyler tekrarlanmaktadır burada.

Zaman durmuş gibi olsa da köyde değişen bir şeyler de vardır aslında. Köyün yaşlılarından biri postacıya -eski ile karşılaştırma yaparak- şöyle diyor: “Paramız var, mağazalar dolu ama yine de mutlu değiliz. Böyle bir zaman bu”. Sovyetler Birliği’nden Rusya’ya geçişin iması var burada ve filmde -bir bürokrasi eleştirisi dışında- politik olduğunu söyleyebileceğimiz birkaç olgudan da biri. Bu konuşmayı gerçekleştiren iki adam sakin bir şekilde otururken, arkalarından kocaman bir füzenin göğe yükseldiğini görüyoruz. 1957’de kurulan ve halen faaliyetlerini sürdüren Plesetsky uzay üssünden fırlatılmıştır bu füze ve o konuşmanın geçtiği ana kısa bir süre için de olsa, örneğin bir Fellini filminde göreceğimiz türden bir fantezi havası katar. Bir de bir kedi hikâyesi var Konchalosvsky’nin -bunlar bir kenara bırakılıırsa- oldukça gerçekçi bir hikâyesi olan filminde. Kahramanımızın evinin içinde aniden beliriviren ama hemen kaybolan ve bu ziyaretini birkaç kez tekrarlayan, Mavi Rus Kedisi olarak bilinen türden olan bu sevimli hayvanın Rusya’nın sembolü olarak bir folklorik ögeyi ve / veya insanların köklerini işaret ettiğini söyleyebiliriz belki ama bunıu daha fazla açmaya çalışmıyor yönetmen.

Evet, olağanüstü güzellikte bir bölgeyi hak ettiği bir şekilde ama bir kartpostal yapaylığına ve kolaylığa sapmadan görüntülüyor kamera bu filmde. Eduard Artemev’in görüntülerin meditasyon havasına çok iyi uyan müziği ile birleştiğinde sizi sessizliğe ve gördüğünüzü takdir etmeye çağırıyor filmin her bir karesi. Filmin önemli bir başarısı tam da burada yatıyor: İnsanlar ve doğa filmde mükemmel bir biçimde ilişkilendirilmiş; bir başka ifade ile söylersek, gerçek hayatta ulaşılan bu uyumu tüm çekiciliği ile yakalamayı başarmış Konchalovksy. Tüm bu gerçekçilik içine kurguyu da ustalıkla yerleştirmiş film (postacının ve köydeki bir çocuğun kayıkla yaptığı yolculuk örneğin, tüyler ürpertici bir güzelliğe sahip). Kurgunun belgesele çok yaklaştığı bu bölümün tam tersi yönde bir örnek ise postacının artık terk edilmiş ve eskiden okul olan büyük ahşap binaya yaptığı ziyaret. Çocukluğun seslerine sıkı bir yolculuk yaptırıyor karakterine film ve bizi de hüznün kucağına bırakıveriyor. Tarkovksy’nin hikâyesini hep postacıyı takip ettirerek anlatması ve böylece hem onun birbirinin aynı olan günlerini bizim de yaşamamızı sağlaması hem de onun temas ettiği her insan, obje ve mekânla bizim de temas kurmamıza imkân vermesi çok doğru bir tercih olmuş ve yarattığı gerçekliğin bize de geçmesini mümkün kılmış.

AVM’deki içki tereddüdü, kayığının motorunun çalınması nedeni ile yıkılan dünyası ve bozulan günlük düzeni ve ilgi duyduğu kadının şehirde iş bularak köyü terk etmesi nedeni ile hissettikleri üzerinden postacı ile ilgili mükemmel bir resim çizen film has bir sinema duygusuna sahip bir yönetmenin, hikâyesini samimiyetten hiç ayrılmadan anlattığında ulaşacağı düzeyi de gösteriyor bize. Filmin karakterlerinin önemli bir kısmını yan yana oturttuğu ve gölde giden bir tekne görüntüsü ile hikâyesini bitiren Tarkovsk, ister belgesel ister kurgu olarak yaklaşın, hayli önemli bir filme imza atmış kesinlikle. Shakespeare’in “The Tempest” adlı oyunundan satırlarla (“Bu müzik nereden geliyor? Yeryüzünden mi gökyüzünden mi? Artık kesildi…”) bitiren Konchalosvksy kediden nehir yolculuğuna ve folk şarkılarına bir “yuva”, terk edilemeyen bir yuva hikâyesi anlatıyor ve iyi ki yapıyor bunu. Özel bir çaba göstermeden melankoliyi bu denli iyi gösterebilen çok az film vardır ve herhalde çok az filmde yönetmeninin karşımıza çıkardığı karakterlerini içtenlikle ve tüm kusurları ile bu denli sevdiğini hissedebilirsiniz. Shakespeare’in oyunundaki gibi yerde mi yoksa gökte mi olduğunu bilemediğimiz köyün ve halkının hikâyesini kaçırmamalı kerinlikle.

(“The Postman’s White Nights” – “Postacının Beyaz Geceleri”)

Shy People – Andrei Konchalovsky (1987)

“Neyi görmek istiyorsan, bataklık sana onu gösterir”

Kızını da yanına alarak, hiç tanımadığı akrabalarını ziyaret etmek ve onlarla ilgili bir yazı hazırlamak için Louisiana’ya giden bir kadın gazetecinin ve “vahşi” bir hayat süren yakınlarının hikâyesi.

Bir dönem A.B.D.’de çalışan Rus yönetmen Andrey Konchalovsky’nin yönettiği ve senaryosunu kendi hikâyesinden Gérard Brach ve Marjorie David ile birlikte yazdığı bir Amerikan yapımı. Cannes’da yarışan ve orada başrol oyuncularından Barbara Hershey’e ödül getiren film, tümü iyi işlenmemiş olsa da farklı karakterleri, “derin Amerika”dan bir şeyleri karşımıza getiren hikâyesi ve Chris Menges imzalı görüntüleri ile ilgiyi hak ediyor. Hayli ilginç öğelerine rağmen, filmin bir türlü yeterince derinleşememiş hissini vermesi ve müziğinin zaman zaman hikâyesine pek uymaması gibi kusurları da var.

Hemen tamamı Louisiana’nın “bayou” (bir nehir veya gölün bataklıklı kolu veya çıkış noktası) kelimesi ile ifade edilen ve ilginç bir coğrafyası olan bir yerinde geçen film, New York’tan bunun tam zıddı bir görüntü ile açılıyor. İnşaat halindeki gökdelenlerden başlayarak büyük şehri tarayan kamera bizi önce gazeteci anne ve kızı ile tanıştırıyor. Tek ebeveyn olarak yetiştirmeye çalıştığı kızı ile sorunları olan kadının büyük şehire ait olduğunu gösteren bu giriş, kadının kızı ile sonradan yaşayacaklarını tahmin edilemez kılması ile çekici bir zıtlık yaratıyor aslında. Yaşadıkları yerler, hayatları, kültürleri ve değerleri kendilerininkinden tamamen farklı olan akrabaların yanına yaptıkları yolculuğun sonunda yaşadıkları sadece onları değil seyirciyi de hazırlıksız yakalıyor bu açıdan. Büyük şehir insanlarının bu hikâyedeki gibi kendi ülkelerinin “uzak, egzotik, vahşi, gizemli vb.” sıfatlarla tanımlanabilecek yörelerinde yaşayan karakterlere karşı duyduğu çekingenlik, korku vs. burada bir adım daha ileriye taşınıyor ve aynı ailenin iki farklı kolunun ilk kez birbirleri ile karşılaştıklarında yaşadıkları getiriliyor karşımıza. Filmin senaryosu seyirciyi şehirli olanların tarafına koyduğu için, farklı olan “bataklık insanları” oluyor; aslında her iki taraf için de bir diğerinin gözü ile bakıldığında geçerli bu farklı olma durumu.

Gazetecinin çalıştığı Cosmopolitan dergisi ne kadar “uygar büyük şehir”e aitse, akrabalarının yaşam şekilleri de o kadar “uygarlık dışı”. On iki yaşında evlenmiş, kocası “kayıp”, her biri yetişkin dört çocuğundan birini kilit altında tutan, bir diğeri “yarım akıllı” olarak etrafta gezinen, birini şehire yerleştiği için ölü olarak kabul eden ve elinde kalan tek “normal” oğlu ve onunla evli yaşı küçük ve hamile bir genç kızla yıllardır değişmeyen hayatını sürdüren kadının yaşamının her bir öğesi şehirden gelenler için tuhaf ve vahşi bir resim veriyor doğal olarak. On beş yıldır ortada olmayan kocasına hâlâ -ve hikâye ilerledikçe öğreneceklerimizi düşünürsek anlaşılamayacak bir şekilde- bağlı olan kadının İncil’den referans alarak şehirlileri “bulaşık suyu gibi ılık” olarak tanımlaması ve “ya sıcak ya soğuk” olmak gerektiğini vurgulaması iki kadın arasındaki inanç ve değer farklılığını da gösteriyor bize. Film bu farklılıktan güçlü bir çatışma çıkarmıyor ne var ki; bunun yerine bataklık insanlarının tuhaflığına ağırlık vermeyi ve bu tuhaflığı oluşturan değerlerin bir şekilde şehir insanlarını da etkilemesini anlatıyor bize. Oysa hikâyenin çatışmaları çok daha iyi anlatabilmesi hayli farklı bir sonuç çıkarabilirmiş karşımıza.

Senaryo her ikisine de eşit ölçüde yer vermiş olsa da, Jill Clayburgh’ün canlandırdığı şehirli kadın karakter, Barbara Hershey’in karakterinin yanında hep ikinci planda kalıyor. Bunda Hershey’in güçlü oyunculuğunun da payı var ama asıl olarak senaryonun neden olduğu bu durum özellikle ikili sahnelerinde ortaya çıkıyor ve Clayburgh, karakteri için yazılan diyalogların zayıflığı nedeni ile de gölgede kalıyor sık sık. İşte tam da bu sorun iki kadın karakter arasındaki bir çatışmadan elde edebileceği gücü esirgiyor filmden. Hikâyesinde başka pek çok çatışma potansiyeli içerse de bunları da yeterince etkin kullanamıyor senaryo. Tangerine Dream grubunun film için yazdığı müzik grubun elektronik pop tarzına uygun melodiler ve ritmler içeriyor ve açıkçası hikâyeye çok da uymuyor. Örneğin hayli uzun tutulmuş bir sahnede kamera inşaat vinçlerini, işçileri, hurda arabaları vs. gösterirken çalınan müzik daha çok 80’li yıllardan bir polisiye diziye yakışacak türden.

“Vahşi” yaşam şeklinin petrol şirketlerinden etkilenmesinin ve gerek diyaloglara gerekse şarkılardan birinin sözlerine yansıyan “özgürlük” temasının da yeterince güçlü bir biçimde işlendiğini söylemek zor. Ailelerden birinin “erkeksiz” oluşu, diğerinin ise ortada olan ve olmayan beş erkeğe sahip olmasına rağmen yöneticisinin kadın olması da yorumlara açık ama bu konuda da elle tutulur bir noktaya ulaşmıyor hikâye. Belki finali düşünerek kadınların belirleyici ve güçlü olduğunu söylemek mümkün olabilir sadece.

Bataklığın ve sık sık kendisini gösteren sisin etkileyici biçimde kullanıldığı Chris Menges görüntüleri filmin en büyük kozlarından biri. Örneğin kızını arayan kadının bataklıkta motorla yaptığı yolculuk ve o sırada yaşadıklarını gösteren sahne kesinlikle çok etkileyici görsel olarak ve Clayburg’e de oyunculuk fırsatı vermek açısından ayrıca önem taşıyor bu sahne. Görüntü çalışmasının yanısıra, senaryosundaki kimi problemlere rağmen, Hollywood melodramlarından/dramlarından tamamen farklı bir yerde durmayı seçmiş olması ve üzerlerinde hak ettikleri kadar güçlü durmasa da kimi temaları (aile olmak, bağlılık, itaat, özgürlük, çatışmalar vs.) ele alması ile de ilgi çekebilecek bir çalışma.

(“Bataklık İnsanları”)