“Üzülme, henüz ölmedi o. Neden sağ olduğunu biliyor musun? Çünkü onu henüz öldürmedim”
İkinci Dünya Savaşının en ölümcül anlarının yaşandığı Stalingrad çarpışmaları sırasında biri Rus diğeri Alman iki keskin nişancının kapışmasının hikâyesi.
Fransız yönetmen Jean Jacques Annaud’dan kişisel çatışmanın toplumsal olanın hayli önüne geçtiği bir savaş dramı. Etkileyici bir giriş sahnesi ile açılan ve hayli başarılı ve şık bir jenerik ile kapanan film, bu başlangıç ve son arasında çarpıcı bir görüntü yönetimi eşliğinde hikâyesini tıkır tıkır işleyen bir anlatım ile getiriyor karşımıza. Getiriyor ama hem ortaya çıkan sonucun kalıcılığı hayli tartışmalı hem de filmin onca olan bitenin içinde anlatmayı seçtiğinin doğruluğu eleştiriye oldukça açık. Savaşın ayrılmaz bir parçası olduğu hikâyede öne çıkan konunun bireyselliği ve üstelik bunun da gereksiz bir romantizm boyutu katılarak anlatılmış olması filmin en zayıf yanları olarak dikkat çekiyor.
Jude Law’ın muhtemelen bundan sonra gösterecekleri de dahil en iyi oyunlarından birini canlandırarak oynadığı Rus keskin nişancı Vassili ve sinemada değerinin yeterince bilinmediğine inandığım Ed Harris’in oynadığı ve Alman ordusunun imajına ve motivasyonuna ciddi zarar verdiği için Vassili’yi öldürmek üzere Stalingrad’a gelen Alman keskin nişancı König arasındaki çatışma filmin ana teması. Senaryo bu iki ana karaktere Joseph Fiennes’in Rus subayını ve hikâyeyi yoldan çıkaran ve tam bir Hollywood işi gibi görünen romantizm için filme katılmış olan Rachel Weisz’in entelektüel Rus kadın askerini de ekliyor ve kendisine zarar veriyor. Fiennes’in Weisz’i, onun ise Law’ı sevmesi hem başarılı bir biçimde işlenemiyor hem de hikâyede tuttuğu yer düşündüldüğünde filmin normalde rayında giden akışını ve genel olarak temposunu aksatıyor. Üstelik gerçek karakterlerden esinlenen hikâyedeki Rus kadın karakterinin gerçek olmasına rağmen böyle bu durum. Gerçek hayatta bu romantizm farklı sonuçlanmış elbette ama Holywood gerçeğin değil etkilemenin peşinde olduğu için anlaşılır ve beklenen bir durum hikâyenin farklı sonuçlanması. Tüm bu romantizm ve beraberindeki üçlü aşk hikâyesi senaryodan tamamen çıkarılsaymış, herhalde daha etkileyici bir film ile karşı karşıya kalırdık.
Annaud’un sayı ve süreleri kısıtlı olsa da savaş alanından getirdiği görüntüler yönetmenin teknik becerisinin örnekleri olarak gösteriyor kendisini. Bilgisayar efektlerinin rahatsız edici olmadan kullanıldığı yanıp yıkılmış Stalingrad görüntüleri de savaşın tahribatını genel olarak başarı ile sergiliyor seyirciye. Bu unsurlar filmin görsel başarısının kanıtları ama yukarıda belirttiklerime ek olarak filmin başka problemleri de var. Hem Rus hem Alman karakterlerin İngilizce konuşması bir kenara, film broşür, gazete gibi tüm yazılı materyalleri Rusça olarak gösterirken, Alman askerlerin uzaktan duyulan yani seyredilmekte olan sahnenin asıl öğesi olmadıkları anlardaki tüm konuşmaları da Almanca çekilmiş. Bu durumda Rusça yazan ama İngilizce konuşan Rus karakterler ile, seyircinin duyacağı zamanlar kendi aralarında bile İngilizce konuşan ama görüntüde olmadıkları zaman Almanca konuşan Alman karakterleri olan bir film seyretmek durumunda kalıyoruz ki bu tercih Holywood için bile hele de günümüz sinemasında hayli garip duruyor.
James “Titanic” Horner’ın klasik ağırlıklı ve filme hayli yakışan müziğinin eşlik ettiği hikâye ön plana çıkıyor olmasa da taşıdığı kimi anti-mailitarist söylemleri ile de ilgiyi hak ediyor. Yine de savaşın çirkin yüzlerini de sergileyen bir filmin ikili çatışma üzerinden anlattığı hikâyesinin çatışmanın “heyecanını” yansıtarak bu sergileme çabasını zayıflattığını da belirtmek gerek. Dışarıda bombalamalar sürer ve bu arada binlerce asker ve sivil ölürken, kameranın bu resmin arka planını oluşturduğu bir düelloya odaklanması, temel olarak filmin kendi elini zayıflatan. Savaş filmlerine yeni standartlar ve doğal olarak da yeni klişeler kazandıran “Saving Private Ryan” filminden üç yıl sonra çekilen bu film tıpkı onun gibi yoğun ateş altında gemilerden karaya çıkmaya çalışan askerlerin çarpıcı görüntüleri ile başlıyor. Bu görüntülerden sonra kıskançlık soslu gereksiz romantizm çabasının ve savaşın korkunçluğunu zaman zaman örten bir bireysel mücadeleye odaklanmanın zayıflattığı, görsel yanı oldukça güçlü ve kendisini kesinlikle seyrettiren bir film geliyor karşımıza özet olarak.
(“Kapıdaki Düşman”)