Gisaengchung – Bong Joon Ho (2019)

“Baba, bugün bir plan yaptım, hayatımızı değiştirecek bir plan. Para kazanacağım, hem de çok para. Üniversite, kariyer, evlilik; bunların hepsi tamam ama önce para kazanacağım. Param olduğunda, o evi alacağım. Taşındığımız gün annemle bahçede olacağız; çünkü gün ışığı orada gerçekten çok güzel. Yapman gereken tek şey merdivenlerden yukarı çıkmak olacak. O zamana dek kendine dikkat et. Görüşmek üzere”

Yoksul bir aile ile, oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin bir aile arasındaki ilişkiler üzerinden anlatılan bir sınıf çatışması hikâyesi.

Senaryosunu Bong Joon Ho’nun orijinal hikâyesinden kendisi ve Han Jin-won’un yazdığı, yönetmenliğini Bong Joon Ho’nun yaptığı bir Güney Kore filmi. Daha önce sadece 2 kez elde edilen bir başarıyı tekrarlayarak hem Cannes’da hem Oscar’da En İyi Film seçilen yapıt son yılların hem içerik hem biçim açısından vurucu bir gücü olan sinema eserlerinden biri ve yönetmenin her biri beğeni toplamış örneklerle dolu filmografisinin parlaklığının şimdilik son kanıtı. Kapitalizmin ve liberal ekonominin en parlak örneklerinden biri olarak gösterilen Güney Kore’de yoksul sınıfın varlığının altını çizen ve farklı sınflar üzerindeki iki aile üzerinden kara komedi tarzında bir sınıf çatışması hikâyesi anlatan yapıt, yakın dönemin politik olmaktan çekinmeyen ve bu bağlamda, bu tür meseleleleri tamamen unutmuş olan sinemamız başta olmak üzere, dünya sinemasında örnek alınması gereken bir başarı.

Hem sanat filmlerinin ana yarışması kabul edilen Cannes’da hem de popüler sinemanın en önemli ödülü olan Oscar’da birincilik ödülünü kazanan iki film olmuştu daha önce: İlk Cannes Festivali’nde ödülü paylaşan on bir filmden biri olan Billy Wilder’ın 1945 tarihli “The Lost Weekend” (Yaratılan Adam) ve Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty”. “The Lost Weekend”in aldığı ödülün yarışmalı bölümde yer alan kırk dört film arasından seçilen on diğer filmle paylaşıldığını düşününce, “Marty”nin Oscar ile birlikte Cannes’da da birinci olan ilk film olduğunu söylemek daha doğru olabilir aslında. Bong Joon Ho’nun altmış dört yıl sonra bu başarıyı tekrarlamasındaki tek neden filmin hem üstün bir sinema değeri taşıması hem de geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içerik / biçim sahibi olması değil; Oscar’ın, tamamı ile başka bir ülkenin yapımcısı olduğu ve İngilizce olmayan bir sinema eserine En İyi Film ödülünü verecek bir dönüşüm geçirmiş olması da etkendi bu sonuçta. Bong Joon Ho’nun yapıtının Yönetmen ve Orijinal Senaryo dallarındaki Oscar ödüllerinin yanında, En İyi Uluslararası Film ödülünü de kazanmış olması da filmin ABD için “yabancı film” olduğunun bir göstergesi kuşkusuz.

Filme adını veren parazit sözcüğü iki ayrı duruma işaret ediyor: TDK’de “Başkalarının sırtından geçinen” olarak açıklanan bu sözcüğün filmde ilk öne çıkan örneği elbette yoksul Kim ailesi; yalanlar ve oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin Park ailesi ise bu sözcüğün ikinci karşılığı filmde. Kim ailesi Park ailesinin evine yerleşerek onların sırtından geçindikleri bir hayat inşa ederlerken kendilerine, Park ailesinin onların emeğini sömürmesi, onların emeği üzerine kurulu bir rahat yaşam sürmesi bir diğer asalaklığı gösteriyor bize. Bong Joon Ho’nun senaryosu bu iki asalaklığın resmini çizerken, başka meseleleri de gündeme getiriyor: Sınıf içi dayanışmanın yokluğu / gerekliliği ve sınıf çatışmasının / eşitsizliğin neden olabilecekleri.

Film Kim ailesini tanıtarak başlıyor bize; bir bodrum katında yaşıyor aile ve tek gelirleri de pek de başarılı olmadıkları pizza kutusu üretiminden geliyor. Baba, anne ve biri kız biri oğlan iki çocuktan oluşan ailenin yoksulluğu ile ilgili ilk göstergeler yaşadıkları evin kendisi ve ilk sahnede oğlanın üst kattaki komşunun wi-fi şifresini değiştirmiş olması yüzünden cep telefonundan internet bağlantısını yitirmiş olmakla ilgili şikâyeti. Açılış bölümlerinde film ailenin durumunu ve karakterlerini bir kısmı kara komedi havası taşıyan bölümlerle anlatıyor bize. Evdeki böceklerden para harcamadan kurtulmak için babanın başvurduğu yöntem ve evin dışarı ile tek bağlantısı olan zemine yakın pencereden sık sık tanık oldukları “idrarını yapan adam” karakteri gibi durumlara verdikleri tepkiler aileyi bize tanıtıyor eğlenceli bir şekilde. Onların bu yoksulluktan kurtulmak için başvurdukları yalanlar, manipülasyonlar, aldatmalar ve giriştikleri oyunlar ise bu karanlık komedi havasını muhafaza ederken, sonunda hayli sert bir doza ulaşacak olan dramı da yaratıyor. Önce ailenin oğlu Ki-woo (Choi Woo-sik), durumu onlara göre daha iyi olan bir arkadaşının yardımı ile ve bir yalana da başvurarak Park ailesinin genç kız çocuğuna (Da-hye rolünde Jung Ji-so var) İngilizce öğretmeni oluyor ve zengin evine adım atan ilk Kim üyesi oluyor. Ardından kız kardeşi Kim Ki-jung (Park So-dam) zengin ailenin küçük oğluna resim öğretmeni ve sanat terapisti (Park Da-song’u Jung Hyeon-jun canlandırıyor), babası Ki-taek (Song Kang-ho) zengin Park’ın (Dong-ik rolünde uyuşturucu kullandığı suçlamaları yüzünden bunalıma giren ve 2023’te intihar ederek yaşamına son veren Lee Sun-kyun var) şoförü ve annesi Chung-sook (Jang Hye-jin) de Park ailesinin hizmetçisi oluyor ve zengin bayan Choi Yeon-gyo’nun (Cho Yeo-jeong) hiç beceremediği ev yönetimini üstleniyor.

Her iki ailenin de biri kız biri erkek iki çocuğunun olması senaryonun özellikle düşünülmüş bir unsuru; bu benzerlik bir bakıma iki ailenin servet (“Burada evden çıkmadan gökyüzünü izleyebiliyorum, öyle harika ki!”) ve sınıf özellikleri üzerinden zıt uçlarda yer alsalar da birbirlerinin bir bakıma ayna görüntüsü olduğunu söylüyor bize; çünkü her ikisi de asalak yaşamlar sürmektedirler. Bu bakımdan, filmin karakterlerin hiçbirini bir “kahraman” olarak resmetmemesi ve her birinin bir diğerinin emeğini veya sahip olduklarını sömürmesi doğru bir tercih olmuş öykü açısından. Kim ailesinin, Park ailesinin eski şoförüne ve hizmetçisine işlerini ele geçirmek için yaptıkları ve daha sonra karşımıza çıkacak “bodrumdaki hayalet” sürprizinden sonraki gelişmeler emekçi sınıfın dayanışma eksikliğini ve üst sınıfa atlamak için birbirlerini aşağıya çekmekten çekinmemelerini gösteriyor ve bu bağlamda, bu sınıfın sert bir eleştirisi de oluyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Bong Joon Ho alt sınıfların kayıtsız şartsız bir güzellemesini yapma hatasına düşmeyerek, bir uyarı ve hatırlatma işlevi yüklüyor öyküsüne.

Öykünün temelde bir sınıf meselesi anlattığının, “her şey sınıfsaldır” söylemine dayanan bir öyküye sahip olduğunun çok farklı kanıtları var hikâye boyunca karşımıza çıkan. “Sınıf kokusu” bunlardan biri; “Metroya binen insanların farklı bir kokusu oluyor” vb. ifadeleri duyduğumuz filmde rollerini çok iyi yapan Kim ailesini ilk ele veren de kokuları oluyor. İlk kez zengin Park ailesinin küçük çocuğunun saptadığı bu durum daha sonra anne ve babasının da dikkatini çekiyor; kuşkusuz Kim ailesinin üzerine sinen bu koku ait oldukları sınıf için bir sembol ve zengin eve İngilizce öğretmeni olarak giren genç Kim’in ders verdiği zengin kıza eve doğum günü için gelen zengin ve şık konukları göstererek, “Sence ben bu ortama uyuyor muyum?” sorusunu yöneltmesi de sınıfları ayıran yüksek duvarların sonucu. Yoğun yağış şehrin yoksul kesimlerinde felaketlere yol açarken, zengin evinin bundan hiç etkilenmemesi; Park ailesinin sadece kıyafetlere ayrılan bir odasını gördüğümüz görüntünün, selde mağdur olan yoksullara toplandıkları spor salonunda ikinci el kıyafetlerin dağıtılması sahnesine bağlanması; en önemli örnek olarak da, sondaki sınıf atlama düşünün imkansızlığı gibi pek çok farklı unsurlarla destekliyor bu meseleyi yönetmen.

Bong Joon Ho’nun, öyküsünü seyircinin ilgisini hep canlı tutan bir görsel başarı ve dinamizm ile anlatması, her bir sahnenin özenle düşünülmüş olması ve senaryonun politik bir meseleyi popüler olmaktan kaçınmayarak karşımıza getirebilmesi kuşkusuz ki çok önemli başarılar. Eski hizmetçi ile Kim ailesinin birbirleri hakkındaki gerçekleri keşfettiği ve bunun müthiş eğlenceli ve hem fiziksel hem zihinsel bir mücadeleye dönüştüğü bölüm örneğin, sıkı bir aksiyonun ve hayli komik bir vodvilin havasını taşıyarak filmin zirve anlarından birini oluşturuyor. Başta sel bölümü olmak üzere, görüntü yönetmeni Hong Kyung-pyo ile birlikte oldukça zengin, güçlü ve doğru bir görsel atmosfer inşa etmiş Bong Joon Ho ve görüntülerin “güzelliği” ile değil, “doğruluğu” ile kurdukları bu atmosfer filmin en önemli kozlarından biri olmuş. Kameranın Kim ailesinin evinin klostrofobi yaratan havası ile Park ailesinin evinin ferah ve geniş atmosferini yansıtırken farklı açılara başvurması ve alt sınıfların yaşadığı bölgelerin zengin ev ile zıtlığını güçlü biçimde sergileyen görüntülerin çarpıcılığı dışında; yönetmenin bazı ikili sahnelerde karakterleri karşı karşıya değil, yan yana ve kameraya (bize) bakacak şekilde konumlandırması gibi farklı tercihler de filme özel bir hava katıyor. Genel olarak filmin tüm görselliğinin, sinemanın bir görsel sanat olduğunu ama bu görselliğin ancak öykünün içeriğine, yönetmenin sinema diline ve karakterlerin duygu ve eylemlerine uyum sağladığı zaman doğru olduğunun sağlam bir kanıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Güney Kore’nin kapitalizmden beslenen üst sınıfının Batı özentisini de (Jessica ve Kevin gibi takma isimler kullanmak, günlük konuşmaların içine İngilizce sözcükler ve ifadeler yerleştirmek, yabancı müzikler dinlemek (Handel’in “Rondelia” adlı operasından “Spietati, Io Vi Giurai” adlı arya ve Gianni Morandi’nin 1960’larda İtalya’da hit olan “In Ginocchio da Te” adlı şarkısı) westernlerin “Kızılderili” mitosunu tekrarlamak vs.) eleştiren yapıtın öyküsünde bazı ufak boşluklar (manipülasyon becerisi bu kadar yüksek olan bir ailenin öykünün başında gördüğümüz hâlde olmasının pek gerçekçi olmaması, zengin evi çekip çeviren tek bir hizmetçi olması vs.) olsa da, dile getirdiği mesele ve bunu dile getiriş şekli o kadar başarılı ve finalde “çılgınlık” seviyesine varan kara komedisinin baştan çıkarıcılığı, Jung Jae-il’in yalın ama gerilimi ustalıkla destekleyen müziği ve sömürünün bir gün şiddetli bir biçimde patlayacak (ya da patlaması umut edilen) bir öfke birikimine yol açtığı uyarısına sahip olan öyküsü ile o denli sağlam bir yapıt ki bu, hiçbir önemi yok bu boşlukların. Oscar alan bir yapıtın bu öfkeyi gündeme getirmesinin önemini ABD’deki muhafazakârların filme getirdiği olumsuz eleştirilerden de anlamak mümkün. Amerikan sağının 1955’den beri yayımlanan National Review dergisinde örneğin, film için “tiksindirici”, “devrime sempati duyan aptalları eğlendiren” gibi ifadeler kullanılan bir yazı bile yayımlandı. Özetlemek gerekirse; son dönemin eğlendiren ve düşündüren en önemli sinema yapıtlarından biri olan film, öyküsündeki farklı asalaklık düzeninin asıl kaynağının bireysel eylemler değil, kapitalizmin kendisi olduğunu açık bir şekilde söyleyen ve yönetmenin önceki eserlerindeki politik bakışa sahip olması ile onun filmografisindeki tutarlılığı da güçlendiren bir çalışma.

(“Parasite” – “Parazit”)

(Visited 8 times, 8 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir