Fransız yazar Boris Vian’dan bir modern klasik. 1947 yılında ilk kez yayımlandığında pek ilgi görmeyen ve İngilizceye ilk kez ancak 1967 yılında çevrilen bu roman bugün edebiyat tarihinin romantizmi, trajedisi ve gerçeküstücülüğü ile en çok bilinen ve kalıcı eserlerinden biri olmuş durumda. Henüz on iki yaşındayken geçirdiği ciddi bir rahatsızlığın sonucu olarak kalbinde problem oluşan ve otuz dokuz yaşında hayatını kaybeden Vian kısa yaşamı süresince yoğun bir sanatsal üretim içinde bulunmuş ve adeta sayılı olduğunu bildiği günlerini sonuna kadar değerlendirmişti. Caza düşkünlüğü ile bilinen ve bu sevgisini bu romanda da gösteren Vian sadece 2 günde yazdığını belirtiyor “Günlerin Köpüğü”nü kitabın başındaki kısa önsözde. Bu önsözde “Varolan iki şeydir aslında: Biri her şekilde ve bütün kızlarla sevişmek, öteki de New Orleans ya da Duke Ellington’un müziği” diyen Vian romanı için de şöyle yazıyor: “Güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. Yaşanmış bir olaydır, çünkü başından sonuna kadar ben düşündüm bunu. Gerçeğin, ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde, düzensiz kıvrımları ve bükümleri olan bir yüzey üstüne yansıtılması yoluyla elde edilmiştir.” Üç kez sinemaya (“L’écume des Jours” (1968, Charles Belmont), “Kuroe” (2001, Gô Rijû) ve “Mood Indigo” (2013, Michel Gondry)) ve bir kez de operaya uyarlanan roman Le Monde gazetesinin 1999 tarihli “Yüz yılın 100 kitabı” anketinde de 10. sırada yer almış.
Romanın ana kahramanları tümü genç olan altı kişi ve Vian bu karakterleri ikisinin arasındaki aşkı ve trajik sonu odağına alan bir hikâye ile anlatırken gerçeküstü ögelerden yararlanıyor bolca. Sadece aşk ve trajedi değil ama bu gerçeküstücü yaklaşım ile dile getirilen. Fransız Jean-Paul Sartre’nin isminden kelime oyunu ile üretilen ve bu yazarın sembolü olan Jean-Sol Partre adlı filozof karakteri örneğin, karakterlerden birisinin kendisine tutku kelimesini aşan bağımlılığı ile bu ünlü isme ironik bir üslupla yaklaşmasının aracı oluyor yazar için. Nesnelerin de (her türlü nesneden söz ediyorum burada) önemli bir yer kapladığı bir kitap bu ve yaşanan pek çok tuhaf olay nesnelerin de birer canlı olduğu kabulü üzerinden anlatılıyor okuyucuya bir bakıma. Hikâye bir trajik aşkın hikâyesi gibi görünmekle birlikte, aslında iki ayrı aşk hikâyesi var ele alınan ve her ikisi de bir mutsuz sonla bitiyor. Yok olan sadece üç ana karakter değil, karakterlerden birinin gizemli hastalığının başlaması ile birlikte yaşadıkları ev de hastalanıyor ve yavaş yavaş yok olacak kadar küçülüyor; bu evin içindeki nesneler de (halılar, parke, duvarlar vs.) çürümeye başlıyorlar teker teker. Hem insanların hem de tüm bu nesnelerin “ölmesi” kitaba hayli sert bir hava da katıyor ve hüzün duygusunun da kendisini hep hissettirdiği bu hava -özellikle karakterlere ısınmış ve romanın içine girmişseniz- epey etkiliyor sizi.
Romandaki kimi unsurların birtakım semboller olduğu söylenmiş, yazılmış hep. Örneğin, ana karakterlerden birinin tuhaf hastalığının kanserin metaforu olduğu ve Vian’ın kendi hastalığına bir gönderme olduğu belirtilmiş bunun. Hastalıkla birlikte nesnelerde başlayan bozulma, karakterlerden birini süratle yaşlanmaya başlaması ve zengin olduğu için çalışmaya ihtiyaç duymayan bir başkasının hastalığın tedavisi için gerekli harcamalar karşısında yoksul düşüp çalışmak zorunda kalması kanser gibi ölümcül hastalıkların sadece hastayı değil etrafındakileri de fiziksel ve ruhsal olarak çöküntüye uğratmasının sembolü olarak değerlendiriliyor. “Jean-Sol Partre” tutkusunun ve bunun neden olduğu mahvoluşun da uyuşturucu bağmlılığına gönderme olduğu yazılmış pek çok eleştirmen tarafından.
Romanı yirmi altı yaşındayken yazmış Vian ve kitabının hayli serbest bir kalemle oluşturulan üslubunun genç ve taze görünümünü üzerinden geçen yetmişi aşkın yıla rağmen hâlâ korumuş olmasını da buna bağlamak gerekiyor belki de. Yazarın kitabın yazımının sadece iki gün sürdüğü sözünü dikkate alırsak, bu yazım sürecini tamamen serbest bırakılmış bir zihnin ürettiklerini kağıda dökme eylemi olarak tanımlayabiliriz sanırım. Kitabı ilginç ve kalıcı kılansa, bu serbest stilin kitabın hiçbir satırında bir başıbozukluk veya dağınıklık hissine neden olmadan, aksine bütüncül bakışını ve odağını hep koruyan ve tutarlılığını hiç yitirmeyen bir üsluba imkân vermiş olması. Zengin bir dil ve geniş bir hayal gücünün örneği var karşımızda: Nesnelerin detaylı tanımlamalarından gerçeküstü olayların normal bir havada anlatılmasına kadar kitap tamamen serbest bırakılmış ama kontrolü aslında elden hiç bırakılmamış bir yaklaşımla oluşturulmuş görünüyor. Vian’ın caz tutkusu ile birlikte ele aldığımızda ise, yazarın kitabı cazın doğaçlamaya olanak tanıyan ve onu teşvik eden havası ile yazdığını ama yarattığı caz melodisinin ana temasını hep koruduğunu söyleyebiliriz sanırım.
Büyükler için anlatılmış hüzünlü bir masal, çizgi film estetiğinin yazılarda karşılık bulmuş hâli ama belki de hepsinden öte cazın özgür havası gibi ifadelerle tanımlayabileceğimiz kitap, hem Vian’ın hem edebiyatın ayrıksı eserlerinin en iyi örneklerinden biri olarak kesinlikle okunmayı hak ediyor.
(“L’Écume des Jours”)