Gwoemul – Bong Joon Ho (2006)

“Demek istediğim, onun doğumu bir kazaydı ve ölümü de öyle oldu. Eskiler, bir insanı öldüren bir hayvanın paramparça edilmesi gerektiğini, bunun insanın görevi olduğunu söylerlerdi. O canavarın karnını deşip Hyun-seo’nun bedenini bulamadan ölürsem gözüm açık giderim”

Seul’deki Han Nehri’nde ortaya çıkarak insanlara saldıran ve küçük kızlarını kaçıran canavarın peşine düşen bir ailenin hikâyesi.

Bong Joon Ho, Won-jun Ha ve Chul-hyun Baek’in senaryosunu yazdığı, Bong Joon Ho’nun yönettiği bir Güney Kore yapımı. Bir Amerikan askerî tesisinden hiçbir önlem alınmadan kanalizasyona boşaltılan formaldehitin Han Nehri’ni kirletmesi ve bunun sorumlusu olan Amerikalı yetkililerin sorumluluk üstlenmemesi ve ancak beş yıl sonra sonuçlanan davadan çıkan hapis cezasının da uygulanamamasından esinlenen yönetmenin aynı nehirde görülen ve S harfi şeklinde bir kılçığı olan balıktan esinlenerek çekildiğini söylediği fim bir canavar hikâyesini politik boyutunu hiç atlamadan anlatan, heyecan ve gerilimi hep diri tutulmuş, bir satirin (yergi) üslubuna sahip eğlenceli ve önemli bir çalışma. Ülkesinde rekor bir gişe gelirine ulaşan ve ABD eleştirisi nedeni ile Kuzey Koreli yetkililerce övülen film bir parça daha kısa olabilirmiş ve böylece daha da dinamik bir görünüme erişebilirmiş ama yine de kesinlikle görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

Yönetmen filminin sadece “anti-ABD” olarak tanımlanmasına itiraz etse de hikâyenin içeriğinin bu tanımlamayı teşvik ettiğini ve bu öğeleri içerdiğini de kabul ediyor. Gerçekten de daha açılış sahnesinde ülkedeki Amerikan varlığının ve bu varlığın “dokunulmazlığı”nın net bir eleştirisi var. Bu sahnede Amerikalı bir patolog Güney Koreli asistanına -onun itirazına rağmen- yüzlerce şişe formaldehiti lavaboya boşaltmasını söylüyor; kanalizasyonun boşaldığı Han Nehri’nin genişliğine göndermede bulunarak yardımcısına “geniş düşünme”sini de söylüyor aşağılayarak. Sonucu bir süre sonra nehirde ortaya çıkacak bir canavar olacak olan bu eylemde Amerikalının emreden, Korelinin ise emredilen olması çok net bir eleştiri kuşkusuz. Amerikalı -emperyalist doğasına uygun olarak- kendisinin yaşamadığı topraklara ve orada yaşayanlara hoyratça davranmak ve onları sömürmekte kendisini özgür hissetmekte ve yaptığını da doğal görmektedir çünkü. Hikâye boyunca Amerikan hükümetinin Kore’yi olağanüstü durumu doğru bir şekilde yönetememekle suçlaması, kendi üzerine en ufak bir suç almaması ve “Agent Orange”a (Amerikan ordusunun Vietnam savaşında kullandığı ve insanlar üzerindeki olumsuz etkisi bugün ülkede hâlâ görülen kimyasal madde) bir gönderme olduğu açık olan “Agent Yellow”un canavar üzerinde test edilirken Koreli protestocuları da etkilemesi gibi daha başka unsurları katabiliriz filmin satir havası içinde karşımıza getirdiği ABD eleştirisine.

Film Koreli yetkilileri de sıkı bir şekilde eleştirmekten geri durmuyor. Hükümet, güvenlik güçleri, hastane yetkilileri, medya da nasibini alıyor filmin eleştirisinden ve beceriksiz, sakar ve hatta kimileri de kötü niyetli olarak çiziliyorlar hikâyede. Buna karşılık, her birinin kusurları olan ve canavar tarafından kaçırılarak yutulan kızlarının peşine düşen aile üyeleri ise hikâyenin kahramanları; annenin kızın doğumundan sonra evden kaçtığı, sakar ve saf görünüşlü babanın “protein eksikliği” nedeni ile sık sık uyuyakaldığı, amcanın biraz fazla içtiği, millî bir okçu olan halanın atışları geç yapmak gibi bir probleminin olduğu, büyükbabanın ise geçmişte ailesini fazlası ile ihmal etmiş olmanın vicdan azabını hissettiği bu aile tüm bu problemlerine ve iç çatışmalarına rağmen bir araya gelmeyi ve ortak bir amacın peşine düşmeyi başarıyorlar bir dayanışma güzellemesi olarak görülebilecek bir şekilde.

Bong Joon Ho canavarını -pek çok filmin yaptığının aksine- gündüz gözü ile çıkarıyor karşımıza ilk göründüğünde ve önemli bir risk alıyor bunu yaparken; çünkü çok iyi tasarlanmamış ve “inandırıcı” görünmeyen bir yaratık ve onu sergilerken başvurulan efektler ikna edici olmazsa hikâyenin ciddiyeti önemli bir darbe alabilir. Burada belki mükemmel değil CGI efektler ama aslında tam da bunun ve hikâyenin bir yergi olması sayesinde dört dörtlük işliyor canavarın göründüğü tüm sahneler. Bu sayede yönetmen canavarını hiçbir zaman gölgelerin içine, nesnelerin arkasına gizlemiyor ve tüm çıplaklığı ile getiriyor seyircinin karşısına. Yaratığın usta bir jimnastikçi gibi hareket ettiği sahneler de belki bu nedenle hem eğlendiriyor hem de heyecanlandırıyor.

Filmin yergiye başvurmasının hikâyeye önemli bir zenginlik kattığı açık; örneğin canavarın ilk kurbanları arasında yer alan küçük kızları için yas tutan ailemizin dört bireyinin abartılı hareketleri veya onlarca cenazenin olduğu ve yüzlerce insanın kendilerini acıdan hırpaladığı bu ortamda arabasını kötü park eden sürücünün bulunmaya çalışılması bu anları sıradan bir yas sahnesi olmaktan çok farklı bir noktaya taşıyor. Küçük kızın babasının “aptal” görünümü, amcanın asiliği ve büyükbabanın karanlık adamlarla işbirliği ve rüşvet denemeleri gibi unsurları ile karakterler üzerinden de tekrarlıyor hikâye alaycı havasını ve ailenin peşlerindeki kötü adamlardan kaçtığı sahnedeki kullanımı ile müziği de bu alaycılığın bir parçası yapıyor. Yönetmenin filmini sadece politik boyutu olan bir canavar filmi olmaktan çıkaran bu tercih bazıları için gerilimi azaltan ve ciddiyete zarar veren bir seçim olarak görülebilir ama eğlendirdiği açık. Hikâyenin ana konusu yapmasa da, büyük şehirdeki yoksulluğu (yiyecek dışında bir şey çalmayı hırsızlık olarak gören onurlu yoksullar var şehrin karanlıkları arasında yaşamak zorunda olan) gündeme getirmesi ve eleştirisinin konularından biri yapmasını da atlamamalı filmin artılarını sıralarken. İşsiz olan amcanın bir telekom şirketinde çalıştığı için özendiği arkadaşının yıllık maaşını beğenmesi üzerine aldığı “Benim kart borcum o kadar” cevabı ve polisin “virüs taşımaları” nedeni ile başlarına ödül koyduğu ailenin peşine düşen sıradan insanlar ülkenin ekonomik sistemine ve ahlak düzeyine eleştirel bir bakışın uzantısı şüphesiz.

Ülke bürokrasisinin tüm beceriksizliği ve tehlikeli kötücüllüğünün karşısında ailenin dayanışma dolu mücadelesi (her bir birey kendi yetkinliğini cömertçe koyuyor bu mücadeleye), özellikle babanın cesur savaşı ve yaratığa ölümcül bir darbe vuranın sokaktaki insanın iktidarlara karşı savaşının sembolik silahlarından molotof kokteyli olmasının da dikkat çektiği film orta bölümlerinde bir parça sarkmış görünüyor; zaman zaman da biraz dağılıyor hikâye. Hyung Koo Kim’in parlak görüntü çalışmasının sayesinde bu bölümler de kesinlikle bir çekicilik barındırsa da hikâyenin bir parça kısaltılması kesinlikle filmi daha üst düzeye çıkarabilirmiş. İşsiz ve içkici amcanın üniversitede bir politik aktivistken şimdi içine düştüğü durumu Kore’nin politik geçmişine ve eski eylemciliğin bugün yerini konformizme bırakmasına gönderme olarak kullanan filmin, canavarın tüm şiddetine rağmen hikâyesini “korkunç yaratık” türünden uzak tutmasını ve eğlenceyi ve gerilimi birlikte götürmesini ise alkışlamak gerekiyor. Başta baba rolündeki Kang-ho Song olmak üzere tüm ana oyuncuların (büyükbabayı canlandıran Hee-Bong Byun, amcayı oynayan Hae-il Park, hala rolündeki Doona Bae ve canavarın kurbanı küçük kızı oynayan Ko Asung) keyifli ve güçlü performanslar sundukları film görülmesi gereken politik bir aksiyon, korku ve gerilim filmi.

(“The Host” – “Yaratık”)

(Visited 145 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir