“Gözlerini aç da, gösteriyi kaçırma”
Kızkardeşinin bir uyuşturucu işine bulaştırdığı ailesini korumaya çalışan genç bir adamın hikâyesi.
Meksika, Hollanda, Almanya ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen ve Meksikalı yönetmen Amat Escalante’nin yönettiği filmin senaryosu Escalante ve Gabriel Reyes tarafından yazılmış. Senaryoya katkıda bulunan iki de isim var filmi bizim için ayrıca ilginç kılan. Nuri Bilge Ceylan’ın pek çok filminin kurgusunu yapan Ayhan Ergürsel ile sinemacı Zümrüt Çavuşoğlu. Escalante ile Çavuşoğlu’nun Rotterdam film festivalinde başlayan tanışıklıklarının sonucuTürkiye’den ikilinin filmin senaryosuna yaptığı katkı olmuş. Meksika’da sıradan ve yoksul bir ailenin bulaştığı problemi sakin bir dil ile ve acele anlatmadan anlatan film gerçekçi ve yalın anlatımı ile dikkat çeken bir çalışma. Ülkedeki uyuşturucu çeteleri gerçeğini ve polis gücündeki yozlaşmayı saklamadan sergileyen film öncelikle sıradan bir aileyi bu gerçeklerle karşı karşıya bırakarak yarattığı hikâye ile önemli bir eser. Buna karşılık, pek de peşine düşmüş görünmediği bir heyecan eksikliği bu suç filmini kimileri için bir “festival filmi” kategorisine sokabilir.
Konuşmasız sahnelerle girişini yapan film hikâyenin orta yerinden başlıyor ve giriş sahnesinden sonra, filmin ilk yarısında girişte tanık olduğumuz bu korkunç infaza nasıl geldiğimizi anlıyor, ardından da bu infazın sonrasında olanları seyrediyoruz. Amat Escalante’nin üslubu filmin daha ilk sahnelerinden itibaren gösteriyor kendisini ve sonuna kadar da bu üsluba sadık kalıyor yönetmen; gerçekçi, telaşsız ve sorgulamaktan çok göstermeyi tercih eden bir üslup bu. Meksika’nın suç dünyasının ülkenin iliklerine kadar nasıl işlemiş olduğunu ve devletin de her organı ile yozlaşmanın bir parçası haline geldiğini anlatmak için çekici bir çıkış noktası bulmuş Escalante: Bir baba, on iki yaşındaki kızı, genç ve evli oğlu, onun karısı ve küçük bebeklerinden oluşan yoksul bir işçi ailesi kızın polis olmak için eğitim gören on yedi yaşındaki erkek arkadaşının karıştığı uyuşturucu işi yüzünden bir suç dünyasının kurbanı olarak buluyor kendisini. İlk filminde oynayan Andrea Vergara’nın aksamadan canlandırdığı ve rahatsız etmeyen bir amatörlük havası ile oynadığı genç kız bir yandan oyuncak ayısı ile yatan ama öte yandan “henüz sonuna kadar gitmiş olmasa da” erkek arkadaşı ile oynaşan bir karakter. Gece elinde cep telefonu ile uyuyan kız vaktinden önce büyüyen profili ile yalpalarken sanki yalpalayan ülkesinin de sembolü oluyor. Görselliği ile çok başarılı (masumiyeti, huzuru ve güveni çarpıcı bir biçimde gösteren bir sahne bu) final sahnesi kızın, ailesinin ve Meksika’nın neye ihtiyacı olduğunu anlatıyor adeta bize. Ve film bu sahneden önce de tüm hikâyesi boyunca, bu hayalin gerçekleşmesinin ne kadar güç olduğunu söylüyor. Şiddetin, sadece çetenin kurbanlarına uyguladığı değil, aynı zamanda polis eğitimindeki şiddetin de egemen olduğu bir dünya bu. Gerek eğitim sahnesinde gerekse çetenin bir cezalandırma eyleminde küçük çocukları şiddeti uygulamaya ve seyretmeye zorladığı sahnede ilerisi için pek umut vermiyor film bize ve bu bağlamda bakınca da final sahnesi belki de bir düş olarak kalıyor sadece.
Escalante filmde sinemasal oyunlara başvurmadan, doğrudan göstermeyi tercih ederek pek çok etkileyici sahne yaratmayı başarmış. Yukarıda sözünü ettiğim cezalandırma sahnesi dışında, açılıştaki konuşmasız ve sakin sinema dili ile tüm açılış bölümü ve devletin ele geçirdiği uyuşturucularla şov yaptığı basın toplantısı mizansenleri veya ironisi ile göz dolduruyorlar; üstelik bu başarıları zorlamalara başvurmadan elde ediyor Escalante. Burada yönetmen ile birlikte, görüntü çalışmasının sahibi Lorenzo Hagerman’ı da takdir etmek gerekiyor. Hagerman ağırlıklı olarak belgesellerde görev almış bir isim ve bu film için ne kadar doğru bir tercih olduğunu görsel gücü yüksek görüntülerde bile yapay bir şıklığa başvurmadan hikâyeye hizmet edebilmesi ile gösteriyor.
Senaryo da filmin genel havasına uygun bir şekilde, heyecanın değil tanıklık etmenin ve bizi tanık yerine koymanın aracı olarak çalışıyor. Bu anlamda bir suç filminin heyecanını, gerilimini arayanları pek de mutlu etmeyecek bir hikâye var karşımızda. Bu kimilerine göre kusur olarak görülebilecek durum bence filme yakışan bir tercihin sonucu. Gerek infaz veya cezalandırma sahneleri, gerekse örneğin çetenin babayı öldürdüğü sahnede olduğu gibi, başka bir filmin uzatacağı ve altını çizeceği bir anın gerçek hayatta olduğu gibi ani ve öylesine olup bittiği bir şekilde gösterilmesi hep filmin lehine işleyen tercihler. Buna karşılık genç adamın karısının doğumdan sonra cinselliğe sorunlu yaklaşımı gibi bir öğenin ve genç adam ile kadın dedektif arasında arabada geçen sahnenin hikâyeye bir katkısı olduğunu söylemek zor açıkçası.
Sesini yükseltmeden, yarattığı atmosferi ile rahatsız edici olmayı başaran ve yine ilk rolünde oynayan başroldeki Armando Espitia’nın sade amatör oyunu ile dikkat çeken filmin gösterdiği şiddet ve suç dünyasının arka planına hiç eğilmemesini, altını çizmemesine rağmen sergilediği şiddetin sıradanlaşmasını ve giriş bölümünde aileyi tanıtmak için nüfus sayım memurundan yararlanmasının biraz basit kaçmasını ise problemleri arasına eklemek gerekiyor filmin. Yönetmenin önceki filmleri olan “Sangre” (2005) ve “Los Bastardos – Piçler” (2008) adlı çalışmalarını bir anlamda tekrarladığı da söylenebilir ki bu da o filmleri görenler için bir “sıkıntı” olabilir ancak. Şiddet sahnelerinin nerede ise nihilist bir tarafsızlıkla gösterilmesinin hem olumlu hem olumsuz anlamda etkilediği film görülmesi gerekli bir çalışma.