Heli – Amat Escalante (2013)

“Gözlerini aç da, gösteriyi kaçırma”

Kızkardeşinin bir uyuşturucu işine bulaştırdığı ailesini korumaya çalışan genç bir adamın hikâyesi.

Meksika, Hollanda, Almanya ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen ve Meksikalı yönetmen Amat Escalante’nin yönettiği filmin senaryosu Escalante ve Gabriel Reyes tarafından yazılmış. Senaryoya katkıda bulunan iki de isim var filmi bizim için ayrıca ilginç kılan. Nuri Bilge Ceylan’ın pek çok filminin kurgusunu yapan Ayhan Ergürsel ile sinemacı Zümrüt Çavuşoğlu. Escalante ile Çavuşoğlu’nun Rotterdam film festivalinde başlayan tanışıklıklarının sonucuTürkiye’den ikilinin filmin senaryosuna yaptığı katkı olmuş. Meksika’da sıradan ve yoksul bir ailenin bulaştığı problemi sakin bir dil ile ve acele anlatmadan anlatan film gerçekçi ve yalın anlatımı ile dikkat çeken bir çalışma. Ülkedeki uyuşturucu çeteleri gerçeğini ve polis gücündeki yozlaşmayı saklamadan sergileyen film öncelikle sıradan bir aileyi bu gerçeklerle karşı karşıya bırakarak yarattığı hikâye ile önemli bir eser. Buna karşılık, pek de peşine düşmüş görünmediği bir heyecan eksikliği bu suç filmini kimileri için bir “festival filmi” kategorisine sokabilir.

Konuşmasız sahnelerle girişini yapan film hikâyenin orta yerinden başlıyor ve giriş sahnesinden sonra, filmin ilk yarısında girişte tanık olduğumuz bu korkunç infaza nasıl geldiğimizi anlıyor, ardından da bu infazın sonrasında olanları seyrediyoruz. Amat Escalante’nin üslubu filmin daha ilk sahnelerinden itibaren gösteriyor kendisini ve sonuna kadar da bu üsluba sadık kalıyor yönetmen; gerçekçi, telaşsız ve sorgulamaktan çok göstermeyi tercih eden bir üslup bu. Meksika’nın suç dünyasının ülkenin iliklerine kadar nasıl işlemiş olduğunu ve devletin de her organı ile yozlaşmanın bir parçası haline geldiğini anlatmak için çekici bir çıkış noktası bulmuş Escalante: Bir baba, on iki yaşındaki kızı, genç ve evli oğlu, onun karısı ve küçük bebeklerinden oluşan yoksul bir işçi ailesi kızın polis olmak için eğitim gören on yedi yaşındaki erkek arkadaşının karıştığı uyuşturucu işi yüzünden bir suç dünyasının kurbanı olarak buluyor kendisini. İlk filminde oynayan Andrea Vergara’nın aksamadan canlandırdığı ve rahatsız etmeyen bir amatörlük havası ile oynadığı genç kız bir yandan oyuncak ayısı ile yatan ama öte yandan “henüz sonuna kadar gitmiş olmasa da” erkek arkadaşı ile oynaşan bir karakter. Gece elinde cep telefonu ile uyuyan kız vaktinden önce büyüyen profili ile yalpalarken sanki yalpalayan ülkesinin de sembolü oluyor. Görselliği ile çok başarılı (masumiyeti, huzuru ve güveni çarpıcı bir biçimde gösteren bir sahne bu) final sahnesi kızın, ailesinin ve Meksika’nın neye ihtiyacı olduğunu anlatıyor adeta bize. Ve film bu sahneden önce de tüm hikâyesi boyunca, bu hayalin gerçekleşmesinin ne kadar güç olduğunu söylüyor. Şiddetin, sadece çetenin kurbanlarına uyguladığı değil, aynı zamanda polis eğitimindeki şiddetin de egemen olduğu bir dünya bu. Gerek eğitim sahnesinde gerekse çetenin bir cezalandırma eyleminde küçük çocukları şiddeti uygulamaya ve seyretmeye zorladığı sahnede ilerisi için pek umut vermiyor film bize ve bu bağlamda bakınca da final sahnesi belki de bir düş olarak kalıyor sadece.

Escalante filmde sinemasal oyunlara başvurmadan, doğrudan göstermeyi tercih ederek pek çok etkileyici sahne yaratmayı başarmış. Yukarıda sözünü ettiğim cezalandırma sahnesi dışında, açılıştaki konuşmasız ve sakin sinema dili ile tüm açılış bölümü ve devletin ele geçirdiği uyuşturucularla şov yaptığı basın toplantısı mizansenleri veya ironisi ile göz dolduruyorlar; üstelik bu başarıları zorlamalara başvurmadan elde ediyor Escalante. Burada yönetmen ile birlikte, görüntü çalışmasının sahibi Lorenzo Hagerman’ı da takdir etmek gerekiyor. Hagerman ağırlıklı olarak belgesellerde görev almış bir isim ve bu film için ne kadar doğru bir tercih olduğunu görsel gücü yüksek görüntülerde bile yapay bir şıklığa başvurmadan hikâyeye hizmet edebilmesi ile gösteriyor.

Senaryo da filmin genel havasına uygun bir şekilde, heyecanın değil tanıklık etmenin ve bizi tanık yerine koymanın aracı olarak çalışıyor. Bu anlamda bir suç filminin heyecanını, gerilimini arayanları pek de mutlu etmeyecek bir hikâye var karşımızda. Bu kimilerine göre kusur olarak görülebilecek durum bence filme yakışan bir tercihin sonucu. Gerek infaz veya cezalandırma sahneleri, gerekse örneğin çetenin babayı öldürdüğü sahnede olduğu gibi, başka bir filmin uzatacağı ve altını çizeceği bir anın gerçek hayatta olduğu gibi ani ve öylesine olup bittiği bir şekilde gösterilmesi hep filmin lehine işleyen tercihler. Buna karşılık genç adamın karısının doğumdan sonra cinselliğe sorunlu yaklaşımı gibi bir öğenin ve genç adam ile kadın dedektif arasında arabada geçen sahnenin hikâyeye bir katkısı olduğunu söylemek zor açıkçası.

Sesini yükseltmeden, yarattığı atmosferi ile rahatsız edici olmayı başaran ve yine ilk rolünde oynayan başroldeki Armando Espitia’nın sade amatör oyunu ile dikkat çeken filmin gösterdiği şiddet ve suç dünyasının arka planına hiç eğilmemesini, altını çizmemesine rağmen sergilediği şiddetin sıradanlaşmasını ve giriş bölümünde aileyi tanıtmak için nüfus sayım memurundan yararlanmasının biraz basit kaçmasını ise problemleri arasına eklemek gerekiyor filmin. Yönetmenin önceki filmleri olan “Sangre” (2005) ve “Los Bastardos – Piçler” (2008) adlı çalışmalarını bir anlamda tekrarladığı da söylenebilir ki bu da o filmleri görenler için bir “sıkıntı” olabilir ancak. Şiddet sahnelerinin nerede ise nihilist bir tarafsızlıkla gösterilmesinin hem olumlu hem olumsuz anlamda etkilediği film görülmesi gerekli bir çalışma.

Revolución – Fernando Eimbecke / Patricia Riggen / Gael Garcia Bernal / Amat Escalante / Carlos Reygadas / Mariana Chenillo / Gerardo Naranjo / Rodrigo Plá / Diego Luna / Rodrigo Garcia (2010)

“Ve sonra ne oldu? Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldu”

Meksika’da 1910’da başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren devrim mücadelesinin yüzüncü yılı anısına on farklı Meksikalı yönetmenin çektiği kısa filmlerden oluşan bir çalışma.

Bu tür filmlerde olduğu gibi burada da doğrudan konunun kendisine değil çoğunlukla çağrıştırdıklarına odaklanan kısa filmler var karşımızda. On farklı yönetmenin farklı üsluplar ile çektiği filmler doğal olarak görsel bir bütün oluşturamıyor ama içeriklerinin bağlantısı diğer örneklerden çok daha sağlam açıkçası. Kimi görselliği kimi ise atmosferi ile öne çıkan filmlerin hepsi aynı başarılı düzeyde değil ama yine de genel olarak devrim kavramının ve özel olarak da bu kavramın Meksikalılar için anlamının bugünün dünyasındaki algısı üzerine önemli bir film karşımızdaki. Devrimin neyi başardığı veya bugün devrimden geriye ne kaldığı üzerine düşünceler üretmek için bir fırsat olarak da görülmesi gereken ve gelecekteki devrimler için de yol gösterici olabilecek bir film zaten bu açıdan bile başlı başına önemli olsa gerek.

İlk kısa filmin yönetmeni Fernando Eimbecke ve adı “La Bienvenida – Karşılama Töreni”. Filmde bir devlet büyüğünün ziyaretine hazırlanan bir yoksul kasabanın orkestrasındaki ve pek de yetenekli olmayan bir tuba müzisyenini izliyoruz. Karartmalı geçişlerle ve kısa sahneler kullanılarak, siyah beyaz olarak çekilen film, adeta devrimden geriye kalanla ilgili hayal kırıklığını anlatıyor. Yoksul ile iktidar sahipleri arasındaki uçurumu simgeleyen bir hikâyeye (ki çok da orijinal değil belki ama etkiliyor yine de) sahip film ve sonda adamın boşluğa doğru çaldığı tubanın sesi de ezilenlerin protestosunun yerine geçiyor.

İkinci film Patricia Riggen tarafından çekilmiş ve adı “Lindo y Querido – Güzel ve Sevgili”. ABD’de ölen babasını isteği üzerine gömülmesi için halası ile birlikte Meksika’ya götürmek zorunda kalan bir kadının mizahi yanı da olan hikâyesinin devrim mücadelesindeki yurtseverliği ve dayanışmayı anlattığı söylenebilir. Dedesi Zapata ile birlikte savaşmış kadının başta Meksika’ya gitmekteki isteksizliğinin finalde güzel bir dayanışma ile sona ermesi filmi çekici kılıyor ama bir parça basit ve duygusal göründüğünü de belirtelim bu bölümün.

Üçüncü film ünlü oyuncu Gael Garcia Bernal tarafından çekilmiş ve “Lucio” adını taşıyor. Yalın hikâyesi, çocuk oyuncularının doğallığı ve doğaçlama görünen havası ile film devrimlerdeki isyancı ruhu anlatıyor. Büyükannesinin ısrarına ve zorlamasına rağmen haç çıkarmayı reddeden çocuğun belki de ilk isyanını anlatan film sondaki güzel ve doğru kareleri ile de dikkat çekiyor. Bernal’in sanki çocukluğundan bir anı hatırladığı ve anlattığı bir film bu.

El Cura Nicolas Colgado – Ağaca Asılı Rahip” adını taşıyan dördüncü filmin yönetmeni Amat Escalante. Siyah beyaz film iki çocuğun bir ağaca baş aşağı asılı olarak buldukları bir rahiple birlikte çöl bir arazide yaptıkları yolculuğu anlatırken sonda yemek için girdikleri yerin ismi devrim mücadelesini verenlerin yenilgisini simgeliyor diye düşünüyorum. Kimi çarpıcı görüntüleri ile Bunuel’i de çağrıştıran film derdinin ne olduğunu söylemek konusunda o denli başarılı değil ama yine de ilginç olduğu söylenebilir bu kısa filmin.

Meksika sinemasının gözde yönetmenlerinden Carlos Reygadas’ın “Este es Mi Reino – Burası Benim Krallığım” adlı kısa filmi öncelikle görsel ve ses kurgusu ile dikkat çeken bir çalışma. Yönetmen hikâyesinde sanki Meksika toplumunun bugününe farklı sınıflar üzerinden ve bu sınıfların üyeleri aralarında özellikle bir mesafe bırakarak bakıyor. Çağdaş Meksika toplumundaki şiddetin yaygınlığını çağrıştıran sahneler devrimin amaçladığının aksine sınıfların yerli yerinde durduğunu ve sevginin değil şiddetin egemen olduğu bir hayatı anlatıyor. Reygadas’ın filmindeki görsel başarısına ve kısa süresi içinde başlangıçtaki sakinlikten sondaki kaosa geçişte gösterdiği ustalığa da dikkat çekelim.

Mariana Chenillo’nun çektiği altıncı hikâye ”La Tienda de Raya – Dükkan” adını taşıyor. 1910’daki devrim öncesinde işverenlerin çalışanların maaşlarının büyük bir kısmını sadece yine kendilerine ait dükkanlarda geçen senetler ile ödemesine benzer bir uygulamanın olduğu bir dev mağazada çalışan kadının hikâyesini anlatıyor bu bölüm. Devrimin gerekliliği ve bu gerekliliği yaratan koşulların hep var olacak olması üzerine bir söz burada söylenen. Hikâye bir parça yüzeysel ama Monica Bejarano’nun oyunu ile film iç acıtan bir hüzne sahip olmayı başarıyor yine de.

Gerardo Naranjo’nun “R-100” adını taşıyan filmi yaralı arkadaşını bir yerlere götürme çabası içindeki bir adamın bunu başarabilmek için kendisine bir kurban arayışını etkileyici bir şekilde anlatıyor. Duvarlara yazılmış “Yaşasın Meksika” cümlesinin gölgesinde aktarılan hikâye, insanların içinde bulundukları zor koşullarda her şeyi göze alabileceklerini söylemesi ve bu bağlamda dayanışmanın yok olduğu toplumlarda bireylerin birbirlerini kurban edebileceklerini ve bireyselliğin tehlikesini göstermesi ile de önemli.

Rodrigo Plá’nın yönettiği sekizinci bölüm “30/30” adını taşıyor ve Meksika devrimin sembol isimlerinden Pancho Villa’nın torununun devrim 100. yılı kutlamaları için davet edildiği gösterilerde politikacılar tarafından kendi imajları için kullanılmasını anlatıyor. Plá hikâyesinin büyük kısmını sabit fotoğrafları kurgulayarak anlatmış ve bu tercih hem adamın yaşadığı hayal kırıklığının üzerinde durup düşünmemizi sağlıyor hem de onun sadece görsel bir malzeme olmaktan öteye geçememesinin altını çiziyor. Bugün Che’nin mücadelesinin tüm anlamlarından sıyrılıp kapitalizmin elinde pazarlanan bir ürüne dönüştüğünü düşününce sistemin bu hikâyede de anlatılan yozlaştırıcılığı daha iç acıtıcı oluyor kuşkusuz.

Diego Luna’nın yönettiği kısa filmin adı “Pacífico”. Tüm bölümler içinde en zayıfı sanki bu bölüm ve başta ailesini iş hırsı için ihmal eden adamın sonda gerçek değerleri keşfetmesi filmin kısa süresinin de etkisi ile geçemiyor seyirciye yeterince. Yine de filmin teknik yanının güçlü olduğunu ve Ari Brickman’ın performansının dikkat çekici olduğunu söyleyelim.

Son ve onuncu bölüm bugünlerde Hollywood’da popüler filmler çekmekle meşgul Rodrigo Garcia’nın imzasını ve “La Séptima y Alvarado – Yedinci Cadde ve Alvarado” adını taşıyor. Los Angeles’taki bir Latin bölgesinde caddede yürüyen insanların, uçan kuşların vs. görüntülerini aşırı yavaşlatılmış ve bu nedenle de görsel olarak müthiş bir etkiye sahip biçimde karşımıza getiriyor film. Görselliğine çok uyan bir müzik eşliğinde ve hiç diyalog olmadan aktarılan bu görüntülere birden bire giren Meksika devrimcilerinin görüntüsü de aynı derecede çarpıcı. Bu devrimcilerin gözlerindeki hüzün ve öfke, uğurlarına mücadele ettikleri insanların bugün onların karşısında durduğu her değerin temsilcisi olan bir ülkede yaşadıkları hayata duydukları tepkinin sonucu olsa gerek. Bu kısa film görsel açıdan göz yaşartacak derecede başarılı ama biçimin içeriği ezdiği de açık yönetmenin tercihi nedeni ile.

(“Revolution” – “Devrim”)