“Benden hoşlandı mı? Sorun şu ki o her şeyden hoşlanıyor. Hep mutlu, hiçbir şikâyeti yok. Kimseyi kıskanmıyor. Hiçbir merakı yok, hiçbir şeye şaşırmıyor. Sürekli utanç verici şeyler yaşasa da hiç utanç duymuyor. Yaşadıkları onda hiçbir iz bırakmadan silinip gidiyor. Bir hevesi yok; edepsizce yaşıyor ama fahişelik yapmadığı için parası da yok. Onun dünyasında dün ve yarın yok. Bugün için yaşamak bile onun için çok fazla plan yapmak demek; o yüzden sadece ânı yaşıyor. Tek eğlencesi güneşlenmek, müzik dinlemek ve dans etmek. Kalan zamanda, kafasına göre bir öyle bir böyle davranıyor. Sürekli yeni birileri ile tanışmaya ihtiyaç duyuyor, kim olduğu önemli değil; kendisi ile baş başa kalmasın yeter”
Film yıldızı olmayı hayal eden, özgür ruhlu ve kaygısız bir genç kadının hikâyesi.
Senaryosunu Antonio Pietrangeli, Ruggero Maccari ve Ettore Scola’nın yazdığı, yönetmenliğini Pietrangeli’nin yaptığı bir İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı. 1968 yılında henüz 49 yaşındayken, denizde boğularak hayatını kaybeden İtalyan sinemacı Pietrangeli’nin filmi 1960’ların İtalyası’nın pop müzik ve ünlüler etrafında örülü hayatının üzerinden bir genç kadının hikâyesini anlatan serbest havası, İtalyan sinemasının ünlü isimleri ile dolu kadrosu, hem eğlenceli hem dramatik olabilen atmosferi, yönetmenin dinamik anlatımı ve başroldeki Stefania Sandrelli’nin hikâyeye yakışan bir şekilde karanlık bir yanı da olan eğlenceli performansı ile ilgi çeken bir çalışma. Eleştirisi ile de önemli olan film 1960’lı yılların İtalyan sinemasından gelen ilginç bir yapıt.
Boş bir kumsalda kayan kamera ile açılıyor film. Yoğun bir kalabalığın yeni ayrıldığını belli eden ayak izleri ve bu kalabalığın geride bıraktığı anlaşılan çer çöpü gösteren kamera, tek başına kumsalda sırtüstü yatan ve bikinisinin üst kısmını çıkarmış genç ve güzel bir kadına gelerek duruyor. Yanında duran radyodan duyduğumuz, tüm hikâyeye yayılmış 1960’lar havasının örneklerinden biri olan bir pop şarkısı. Sonra telaşla fırlar kadın yerinden; hızla koşarken karşılaştığı ve tanıdığı bir seyyar satıcı adama bikinisinin kopçasını bağlatırken, bir diğer adamın da elindeki hortumla kendisini sulayarak üzerindeki kumu temizletir. Kuaförde çalışmaktadır Adriana ve dükkanın sahibi ile de ilişkisi vardır. İtalya’da 1965 ile 74 arasında yayımlanan ve parapsikolojik ögeleri ile bilinen Demoniak adındaki çizgi romanı okurken gördüğümüz kadın bir sonraki sahnede ise sinemada yer göstericilik yaparken yapmaktadır ve sevgilisinin (bir başka erkektir bu) kendisini almaya gelmiştir. Kız kuaförden ayrılmış ve burada mı çalışmaktadır artık ve eskisini bırakıp yeni bir erkekle mi çıkmaktadır, yoksa tüm bunlar eş zamanlı mı olmaktadır? Bu konuda bir fikir vermiyor Antonio Pietrangeli ve hikâye boyunca sık sık göreceğimiz gibi zamanda atlayarak ilerliyor. Yönetmenin tam da 1960’ların ruhuna özgü serbest tarzının örneklerinden sadece biri bu. Sıkı bir soundtrack’i hikâyenin tümüne yayarak dönemin ruhunu filme egemen kılması bir diğer örneği olurken bu tercihin, şarkılar da bugün hem bir nostalji duygusunu sağlıyor hoş bir şekilde hem de hikâyenin bir parçası işlevi görüyorlar.
Mina’nın “Addio” ve Millie’nin “Sweet William” şarkıları eşliğinde dans edilen, Gilbert Becaud’nun “Toi” (İtalyanca versiyonu) eşliğinde tek başına araba sürülen ve “Letkis”in (1960’larda epey popüler olan Letkajenkka adındaki Fin kökenli bir dans müziği türündeki şarkı Rauno Lehtinen’in eseri) keyifli bir “tek başına dans”a eşlik ettiği filmin Piero Piccioni imzalı müziklerini de ekleyince, Antonio Pietrangeli’nin müzikten filmin hikâyesi, diyalogları ve oyuncuları kadar güçlü bir biçimde yararlandığını söylemek mümkün. Tüm bu şarkılar hikâyenin bir süsü olmaktan çok öteye geçiyor ve Adriana’yı tanımlayan en önemli unsurlardan birine dönüşüyorlar. Pietrangeli’nin sert ve ani kamera hareketlerinden çekinmediği film bir yandan beğendiği her erkekle yatarken, finale doğru olan bir sahnede hiç beklemediği anda sadece cinsellik üzerinden görülmekten de -bir umursamaz gülümseme ile tepki verse de- rahatsız olan kadının, kendisini kullanan bir adama karşı bile herhangi bir tepki duymaması ile çok özgün bir karakter çiziyor bize müziği de kullanarak.
Birlikte olduğu bir yazarın Adriana’dan esinlenerek yarattığı karakterini anlatırken söylediği gibi gerçekten de sadece ânı yaşıyor gibi görünüyor genç kadın. Ne dün, hatta ne de bugün olanlar ne de gelecekte olacaklar onu ilgilendiriyormuş diye düşündürtüyor seyirciye film ama bir yandan da gerçeğin bundan bir parça farklı olduğunu da ince bir şekilde işliyor aslında sık sık: Örneğin kuaförde çalışırken düşürerek bir şişeyi kırması, genç kadına bir kapı önündeki öpüşme sırasında düşüp kırılıan içki şişesini hatırlatıyor birden; aniden verilen kararla gerçekleştirilen bir aile ziyaretinde kadının yüzünde beliren ifade ya da yönetmenin hikâyeye yerleştirdiği diğer “hatırlama” sahneleri geçmişin hiç de o kadar önemsiz olmadığını söylüyor. Kadının sinema yıldızı olmaya çalışırken nasıl kullanıldığını anladığı ve arkadaşlarının yanında mahcup olduğu sahne ve elbette etkileyici final ile gelecek için de hiç de kaygısız olmadığını anlıyoruz kadının. Onun maçlar arasında düzenlenen bir defilede mankenlik yaptığı boks salonundan çıktıktan sonra, maçını kaybetmiş bir boksörle olan konuşması ve adama gösterdiği samimiyet gibi sahneler ile kadının naifliği ve saflığını da dokunaklı bir şekilde gösteriyor bize yönetmen. Hoşlandığı bir erkeğin, adamın hoşlandığı bir başka kızla konuşabilmesi için aracı olması da bir başka örneği onun bu saflığının.
Kadının “pop” dünyası ile gerçek hayat arasındaki farklılığı gösteren önemli bir sahne var filmde. Kadın ve boksör istasyonda treni beklerken, iki görevli memurun konuşmasına tanık oluyoruz. Sosyal güvenlik uygulamalarından şikâyet eden memurların kaygıları ile diğer ikisinin konuşmalarının içeriği birbirleri ile tamamen farklı. Aynı anda gerçekleşen bu zıt konuşmalar, filmin bir diğer temasının sembolü de oluyor bir yandan da: Sinemanın hayal yaratan ve hayal ettiren dünyası ile gerçek hayatın farklılığı. Sinema dünyasının tüm o parlak görüntüsünün arkasındaki sahteliğini güçlü bir trajikomik sahnede getiriyor önümüze film. Yaşlanan ve iş bulmakta zorlanan bir sinema yıldızının rol kapabilmek için bir partide içine düştüğü durumdan etkilenmemek de mümkün değil.
Antonio Pietrangeli hikâyenin serbest ruhunu hep gözeten bir yönetmenlik çalışması gösterirken, farklı birkaç sahnede görüntü yönetmeni Armando Nannuzzi ile birlikte ışık ve gölge oyunlarından ve çarpıcı kamera açılarından ustaca yararlanıyor ve filmine biçimsel açıdan da bir çekicilik katıyor. Onun hikâyenin ufak mizah anları da olan yanına uygun çalışması filmin önemli kozlarından biri ve yönetmenin genç yaşta kaybının neden olduğu üzüntüyü daha da artırıyor. İçine girmek istediği sistemin (burada sinema dünyası ama başka bir dünya da olabilirdi bu) kendisini asla gerçek anlamda kabul etmeyeceğini, sadece kullanıp bir kenara atacağını acı biçimde anlayan bir genç kadını anlatan film adeta farklı bölümler gibi kurgulanması ve popüler kültüre bakışı açısından Godard’ı da çağrıştıran bir çalışma. Bu bölümlerin her birinde kendisine zarar da veren güvenini hep koruyan ama bir yandan da hüzünlü bir şekilde değişmeye başlayan karakterini çok rahat bir oyunla, çekici bir şekilde canlandıran Stefania Sandrelli’nin önemli bir katkı sağladığı filmin zengin bir oyuncu kadrosu mevcut. Sinemadaki ilk rollerinden birindeki Franco Nero’nun (araba garajı çalışanı) yanında, artık rol bulamayan eski yıldız oyuncu rolündeki Ugo Tognazzi, kadının âşıklarından biri olan Dario’yu oynayan Jean-Claude Brialy, yıldız oyuncu rolündeki Enrico Maria Salerno ve menajeri canlandıran Nino Manfredi filmin hüzünlü eğlencesini güçlendiren performanslar gösteriyorlar.
Fellini’nin 1960’da “La Dolce Vita” (Tatlı Hayat) ile anlattığı dünyanın bir benzerini, daha az eğlence ve gösteriş ve daha fazla hüzün ile anlatan bu film, sinemanın unutulma haksızlığına uğramış yapıtlarından biri. Zaman zaman bir bütüncül havadan yoksun kalsa da, dönemin İtalyan sinemasının bu ilginç eserini görmekte yarar var.
(“I Knew Her Well”)
Bugün seyrettim bu filmi Netflix’te. Harika bir filmdi. İtalyan filmlerini zaten çok severim. Bu da en çok sevdiklerimden oldu. Bu arada Netflix’teki İtalyan filmleri fırtınası çıldırdı. Her gün 2 3 tane yeni sürpriz ekliyorlar. Yazınızı da ilgiyle okudum. Teşekkürler.
Ben de keyifle takip ediyorum eklenen yeni filmleri.