“Milano’ya yerleşince, Rus kimliğimi bıraktım”
Evlenerek bir büyük İtalyan burjuvazi ailesinin parçası olan Rus asıllı bir kadının kendinden genç bir erkeğe aşık olması ile başlayan olayların hikâyesi.
İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’dan bir tutku ve kimlik hikâyesi. Yönetmenin kendi hikâyesinden üç ayrı yazarla birlikte yazdığı senaryo bir yandan bireysel kimliklerin diğer yandan tutkuların bastırılması üzerine özellikle benimsenmiş görünen ve eski “büyük” filmlerin izini takip eden tavrı ile ağırbaşlı bir üslubu benimsemiş.
Çağdaş sinemanın en usta kadın isimlerinden biri olan İskoç oyuncu Tilda Swinton’ın yine harikalar yarattığı bir film karşımızdaki. Onun ağzından çıkan en sıradan diyalog bile tüm vücudu ile oynar gibi göründüğü filmlerin bel kemiğini oluşturuyor. Kahramanın o olduğu her hikâyeyi mutlaka seyre değer ve canlandırdığı her karakteri mutlaka daha yakından bakılmayı hak eden bir kişiliğin sahibi olarak göstermeyi başarıyor sanatçı. Bu filmde de kadın kahramanın alttan alta soru işaretlerinin kendisini gösterdiği ama yüzeyde mutlu görünen hayatını en ufak bir abartıya başvurmadan ve kimi zaman hiç konuşmadan sadece küçük bir bakış veya mimik ile gösteriyor seyirciye. Onun bu büyük oyunculuğu filmin diğer tüm isimlerinin gölgede kalmasına neden oluyor ve filmin öncelikle en cazip yanını oluşturuyor. Öyle ki yönetmenin biraz gereğinden fazla sakin ve soğuk anlatımı ve karakterlerin yeterince işlenememesinden kaynaklanan eksikliğini fazlası ile gidermeyi başarıyor ve filmin bu türden eksikliklerinin ikinci plana düşmesini sağlıyor.
Hızlı alınmış bir kararın sonucu olan evlilik ile içine girdiği ve İtalya’nın zenginlerinden biri olan ailenin diğer bireyleri ile bir kimlik uyuşmazlığı yaşasa da rolünü başarı ile üstlenmiş görünen kadının Rus yanı ortalıkta görünmese de kendisini içten içe hep hissettirmiş ve film de bu kimlik ile kadının hayatında baskın olan İtalyan kimliğinin çatışmasına etkileyici bir şekilde sık sık dokunuyor. Ailenin ikinci dünya savaşı sırasında pek de temiz bir sicili olmayan büyükbabası ve eşi ile büyükbabanın şirketi devrettiği oğlu ve büyük erkek torun ailenin İtalyan tarafını oluşturuyor ve sertlikleri, soğuklukları ve gerçekçilikleri ile öne çıkıyorlar. Buna karşılık ailedeki Rus gelin olan kahramanımız, küçük erkek oğlu ve ailenin tek kızı yumuşak, sıcak ve hümanist yanları ile tam aksi yönde yer alıyorlar. Şirketin satışı ile ilgili toplantıdan şirketten işçi çıkarmak ile ilgili konuşmaya, kayınvalidenin alt sınıflar ile gereksiz bir yakınlaşma olarak gördüğü aşçı ile sohbetten kızın resmi bırakıp fotoğraf çekmesine büyükbabanın souğuk tepkisine film bu zıtlığı sık sık vurguluyor. Bu zıtlıklar içinde yaşayan kadının kapıldığı yeni tutkusunun gerçekçiliği bir parça havada kalıyor aslında yönetmenin sahne tercihleri nedeni ile ama imdada yetişen Tilda Swinton oluyor ve dokunduğu her şey gibi bu aşkı da gerçeklik ile sarmalamayı başarıyor. Bu zıtlıkların bir başka bariz göstergesi ise ailenin genç kızının kendisi ile ilgili bir sırrı paylaşmak için annesini ve abilerinden küçük olanı seçmesi.
Büyük İtalyan ailelerinde geçen kimi filmlerde hep operanın (Ferzan Özpetek söz konusu olduğunda ise operetin) izini görmüşümdür. Bu film ise bu izleri taşıyor ama operanın görkeminden belki fazlası ile uzaklaşan tavrı ile kendi elini zayıflatıyor ve örneğin bir Visconti’nin elinde çok daha farklı bir büyüklüğe erişebilecek olan film bu hali ile bir parça zayıf kalıyor. Yine de filmde özellikle 60 ve 70’li yıllarda çekilen dramların havasını da taşıyan bir çekicilik olduğunu belirtmek gerek. Hikâyenin geçtiği şehirlerin isimlerini o dönem filmlerinde olduğu gibi görüntü üzerine büyük puntolarla bindirerek bu havayı bilinçli olarak da özellikle hatırlatır görünen film müzik seçimi ve müziği kullanım şekli ile de bu havayı destekliyor. Afişi ile de kadının ailenin asla tam anlamı ile içine giremediğini, genç kızın ise ortada kalmışlığını anlatan film finalde kilisede geçen sahne ve evdeki telaşlı terk sahnesi ile de seyircinin gönlünü kazanabilir. Tüm bunlar yine de filmi gidebileceği o güçlü noktaya taşıyamıyor ve Swinton’ın varlığına rağmen bunun da temel sorumlusu bu gücü özellikle dizginlemiş görünen yönetmen Luca Guadagnino. Belki filminin fazlası ile dramatik görünmesini istememiş ama kapanış karelerinde kahramanları flu olarak gösterdiği bölüm derinlerdeki gizli gücü açık ediyor bize.
(“I am Love” – “Benim Adım Aşk”)