Jeux Interdits – René Clément (1952)

“Gömebilmemiz için ölmüş olmaları lâzım”

Anne ve babası İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların hava saldırısında ölen Parisli küçük bir kız ile yanına sığındığı yoksul bir köylü ailenin küçük erkek çocuğunun dostluklarının hikâyesi.

François Boyer’in ilk adı “Les Jeux Inconnus” olan romanından uyarlanan ve yönetmenliğini René Clément’ın üstlendiği bir Fransız yapımı. Boyer önce senaryoyu yazmış ama yapımcı bulamayınca romana dönüştürmüş eserini. İlk yayımlandığında kendi ülkesi Fransa’dan çok ABD’de ilgi gören roman daha sonra tekrar senaryoya dönüştürülmüş Boyer’e eşlik eden Jean Aurenche, Pierre Bost ve René Clément’ın katkıları ile. İki çocuğun savaş ortamındaki dostluğunu anlatan ve yetişkinlerin pis bir oyunu olan bu savaşın karşısına onların masum oyunlarını koyan film bugün sinema tarihinin en önemli klasiklerinden biri olarak kabul edilen çok önemli bir çalışma. Mesaj kaygısından ve didaktik bir yaklaşımdan kesinlikle uzak duran film iki zıt dünyayı karşımıza getirirken doğallık ve gerçekçilik duygusunu hiç yitirmiyor. Çocuk karakterleri canlandıran ve her ikisi de ilk kez bir sinema filminde rol alan Georges Poujouly ve özellikle Brigitte Fossey’in performanslarının damgasını vurduğu film sade sinema dili ve hikâyeye ustalıkla yerleştirilmiş -ve yaşamın devam ettiğini gösteren- küçük mizah anları ile de dikkat çeken bir eser ve her sinemasever tarafından mutlaka görülmeyi hak ediyor.

Venedik Film Festivali’nde jüri büyük ödül olan Altın Aslan’ı verirken filmin “ifade gücünü” ve “savaşın trajedisi ve kederi içindeki çocukluğun masumiyetini” dile getirme becerisini övmüş. Gerçekten de çok doğru bir gerekçe ve filmin başarısını özetlemek için de etkileyici bir ifade bu. Açılış sahnesinde Alman uçaklarının bombaladığı ve sivillerden oluşan kafilenin trajedisini yüksek bir etki gücü ile sergileyen film bu bölüm dışında doğrudan savaşın kendisini getirmiyor hiç karşımıza. Arada birkaç kez düşen bomba seslerini duyuyoruz ama bunlar iki çocuğun yaşadığı dünyayı hiçbir zaman doğrudan ve uzun süreli olarak etkilemiyor. Film onların büyük bir trajedinin yaşandığı çevrelerinde kendilerine yarattıkları özel dünyaları içinde yaşamalarını ve sıkı bir bağlılıkla örülü dostluklarını anlatıyor bize ve adeta bir “aşk”ın oluşumunu seriyor önümüze. Oscar’a aday gösterilen senaryonun önemli başarılarından biri, çocukların yarattığı dünyanın da aslında ölüm kavramı etrafında şekillenmesine rağmen, onu tüm o masumiyeti ve doğallığı yitirmeden anlatabilmesi bize. 1940 yılının Haziran ayında, Almanların en güçlü olduğu bir dönemde geçen hikâyenin hem savaşın içinde hem de bu denli dışında anlatılabilmesini de bir diğer başarı olarak eklemek gerek. Bir gazete parçasından okunan bir savaş haberi, küçük kızı evlerine alan ailenin komşusunun savaşı kaybetmekte olan Fransız ordusundan kaçarak evine dönen oğlu ve kızın oradaki varlığının tek nedeninin kurbanlarından biri olduğu savaş olması gibi unsurlar hep doğrudan savaşı işaret ediyor elbette ama senaryo bunu asla öne çıkarmıyor ve hayatın “doğal” akışını anlatıyor asıl olarak. Öyle ki evde yaşanan bir ölüm vakası da aynı doğallığın bir parçası olarak gösteriliyor sadece.

Bestecisi bilinmeyen ve filmde ünlü İspanyol müzisyen Narciso Yepes’in versiyonu ile dinlediğimiz “Romance” adlı eserin hikâyeye eşlik ettiği filmin kalabalık figüranlı açılış sahnesi etkileyici bir savaş, daha doğrusu savaştan kaçan siviller sahnesi anlatıyor. Yürüyerek, motorlu araçlarla, bisikletlerle veya at arabaları ile yola çıkan yüzlerce insanın uğradığı hava saldırısı sırasında yaşananlar ve bu sahnenin sonunda küçük kızın ölen köpeğinin peşinden gidişi bir bakıma filmin atmosferinin de özeti oluyor. Bir yanda dehşetli bir trajedi, diğer yanda ise çocukların temsil ettiği hayat ve umut var. Tam da bu nedenle, küçük kız ölüsünün peşinden gittiği köpeği için döktüğü göz yaşını, bir yenisini alabilme olasılığı karşısında silebiliyor hemen. Evet, ölüm sürekli odağında hikâyenin. Baştaki bombardımanda ölenlerden köy evinde yaşanan ölüme, cenaze törenine ve çocukların yarattığı mezarlığa kadar ölüm tüm anlarında var hikâyenin. Benzer şekilde din de kendisini sık sık gösteriyor. Paris’ten gelen kızın dinle hemen hiç ilgisi olmamışken (“İsa kim?” sorusu), köydekiler dinle iç içe bir hayat yaşıyorlar ve köyün rahibi de ara bulmaktan günah çıkarmaya hayatlarının her an içinde olan önemli bir öge olarak yer alıyor. İki çocuğun köydeki tüm haçlarla olan maceraları ve sık sık edilen dualar köy yaşamının bir gerçeği olarak karşımıza gelirken, çocukların temsil ettiği hayatla büyüklerle ilişkilendirilen ölümü yan yana koyuyor film ve savaş ortamında umudu da diri tutuyor.

Filmin sergilediği tüm trajedilerin yanında bir mizah duygusunu da (hayatın içinde hep olması gerektiği kadar ve olması gerektiğini de ima ederek) barındırabilmesi ve bunu hikâyenin doğal bir parçası yapabilmesi de hayli önemli. Birbirleri ile kavgalı iki köylü aile arasında yaşananlar, günah çıkarmada itiraf edilen bir suçun bu itiraftan hemen sonra tekrar işlenmesi ve üstelik olay yerinin de günahın çıkarıldığı kilise olması ve tüm bir mezarlıktaki kavga bölümü örneğin hoş bir gülümsemeye neden olarak filmin görünüşte karanlık olan hikâyesini aydınlatıyor. Muhteşem bir performsn sunan oyuncu Brigitte Fossey’in yıllar sonraki bir röportajda önce bir kısa film olarak düşünüldüğünü ve çekimlerine başlandıktan sonra uzun metraja dönüştürüldüğünü belirttiği filmin baştaki bombalama bölümü dışında yüreğe dokunan iki dramatik sahnesi daha var: Küçük oğlanın bir kolyeyi bir baykuşa emanet ederken “Al, bunu 100 yıl sakla” dediği bölüm ve küçük kızın finalde arkadaşının adını umutsuz bir şekilde çağırdığı anlardan etkilenmemek mümkün değil.

Robert Juillard’ın siyah-beyaz görüntüleri açılış sahnesinin dehşetini ve daha sonra da köydeki hayatın doğallığını başarı ile yansıtırken, yönetmen René Clément’ın sade mizanseni de filme önemli bir katkı sağlıyor ve seyrettiğimizin gerçekçiliğini ve dolayısı ile etkileyiciliğini artırıyor. Savaşın vahşetini çocukların masumiyetini öne çıkararak unutturmaya veya konuyu yumuşatmaya çalışmayan, bunun yerine daha doğru bir yol seçip o masumiyeti o ortamda ancak çocukların koruyabildiğini gösteren filmde küçük kızın yüzünü iki farklı resmi (savaşın ve arkadaşlığın resimleri) göstermek için başarı ile kullanıyor. Zamanında Fransa’da özellikle solcu eleştirmenler tarafından “köylüleri kötü göstermek”le suçlanarak eleştirilen ve Cannes’ın yarışmalı bölümüne kabul edilmeyen film sinema tarihinin önemli çalışmalarından biri kuşkusuz. Mutlaka görülmeli.

(“Forbidden Games” – “Yasak Oyunlar”)

(Visited 124 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir